Geçmişin ölülerini gömmek

Ölü gömmek bir iradenin dolaysız etkinliği olarak görülmesine rağmen insan, içinde bulunduğu koşullara, gelenek ve inançlarına göre ölülerini gömer. Başlangıç ile son bu etkinliğin içinde yer alır. Bu eksende tarih yapmak ve ölü gömmek arasındaki benzerliği Marx’ın ünlü sözünü hatırlayarak kurabiliriz: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre değil, içinde bulundukları koşullar doğrultusunda yaparlar.”

Google Haberlere Abone ol

Nevin Ferhat-Kemal Baş

Müslüm Kavut, Aslan Yıldız ve Sinan Demirbaş’ın anılarına...

İnsanlık binlerce yıldır ölülerini gömmektedir. Ölüsünü gömebilen bir varlık olarak insan, ölen bir kişinin mezarı olabilmesi uğruna kendi canından vazgeçmeyi de göze almaktadır. Bu olayın en bilindik ve en büyük anlatısını Antigone tragedyasında buluruz. Bununla birlikte bu anlatının hem bizim coğrafyamızda hem başka coğrafyalarda tekrarlandığını görürüz. “Faili meçhul” cinayetlerle kaybedilen yakınları için adalet arayan “Cumartesi Anneleri” bir bakıma Antigone’nin devamcılarıdır. Ya da tüm baskı ve şiddete karşın kendi varlığına ve ailesinin başına geleceklerinin korkusuna yenilmeyerek gömülmesi gerekenin peşinde, ölüm ile yaşam arasında yakın(lar)ını arayan bir babanın çabası yine Antigone tragedyasının bir devamı ve bir tekrarlanışı olarak görülebilir. Ancak bu tekrarlanış İŞİD ve benzerlerinin terör eylemleriyle başka bir boyut kazanmıştır. Bu kanlı katliamlarda çocuklarını ve yakınlarını yitirenler kendilerini “Cumartesi Anneleri” olarak tanımlamıyor olsalar da onların ortak kaderini paylaşıyorlar. Onların bitimsiz acısının, geçmişin hükmündeki döngünün durması için trajik bir hamle gereklidir: Geçmişin ölülerini gömmek.

Ölü gömmek bir iradenin dolaysız etkinliği olarak görülmesine rağmen insan, içinde bulunduğu koşullara, gelenek ve inançlarına göre ölülerini gömer. Başlangıç ile son bu etkinliğin içinde yer alır. Bu eksende tarih yapmak ve ölü gömmek arasındaki benzerliği Marx’ın ünlü sözünü hatırlayarak kurabiliriz: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre değil, içinde bulundukları koşullar doğrultusunda yaparlar.” Burada birey geçmiş ile gelecek arasında konumlandırılır. Geçmiş ve şimdinin imkanlarıyla geleceğe doğru yönelmiştir. İnsan yeni olanı çağırdığında ilk yöneldiği yer, bilindik ve tanıdık gelen geçmişin kendisidir. Toplumsal düzensizlikler ve yıkımlar esnasında yeni olana hazırlanmak adına geçmişin ruhları çağrılır. Ne var ki, şimdinin insanının kendi arzularını biçimlendirmek adına yaptığı bu etkinlik, arzuların hayaletleşmesine neden olur. Bir hayalet geçmiş-gelecek arasında sıkışmış bir arzuyu ve tarihsel çelişkilerin huzursuzluğunu ifade ederken, geçmiş ile gelecek arasındaki farkları benzerlik ilkesince peçeler. Bununla birlikte geçmiş-gelecek ikileminde geçmişin kendisi eylemlerimizin koşulu olurken bir yandan da geleceğin sınırını çizer. 18 Brumaire’i referans alırsak eğer, tarihte başlangıç ve sonları yapabilmek için bitirilmesi gereken, yarım kalmış arzuların taşıyıcıları olarak bu dünyada gezinen huzursuz hayaletler huzura kavuşturulmalı, ölen tanrılar gömülmelidir.

Zamansal bir varlık olarak insan kendi varoluşuna uygun formu ne salt geçmişin abartılı maskeleri aracılığıyla ne de salt imgelem gücünün ürettiği formlarla kavrayabilir. Dolayısıyla yalnız bellek teorilerini dayanak alan bir direnişin kendisi kadar yalnız imgelem gücüne yaslanan direniş biçimlerinin de yetersiz olduğu belirtilmelidir. Her iki teori de bireyi verili olanın dünyasından kopartarak direnişi bilincin yalıtılmış türevleriyle oluşturmaya çalışır. Böylece bireyi pratik alandan uzaklaştırarak ya geçmişin hayaletine ya da geleceğin hayaline teslim eder. Marx’ın Feurbach üzerine sekizinci tezde söylediği üzere “toplumsal hayatın tamamı özünde pratiktir. Teoriyi mistisizme götüren bütün sırlar, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur.” Öte yandan Marx, insanı somutun katı nedenselliğine terk etmez. Onun, yasalar, zorunluluklar ve göreli nedenler aracılığıyla verili olanı bütüncül bir şekilde sorgulamasından, mümkün ve somut koşullar doğrultusunda dolaysız bir özgürleşme vaadi doğar.

Bu noktada bir devrimin mümkün olup olmadığı ya da tarihin bir yerde komünizme varıp varmayacağı sorulur genellikle. Komünist devrimin imkanına yönelik bir sorgulamada ilk olarak devrimin koşullarının ve nedenlerinin geçmişte ve şimdide var olup olmadığı sorgulanır. Diğeri ise geleceğin belirsizliği doğrultusunda bir devrimin olup olmayacağı yönünde bir merakın kendisidir.

Öte yandan devrimin imkanına yönelik her soru aynı zamansallığın -birbirinden farklı olması gerekirken- benzerlik yanılsaması üreten ikiz işlem kümelerine açıldığını fark ederiz: Geçmiş-gelecek; imkân-mümkünlük. Genel olarak bir olayın, bir şeyin olasılığı düşünülürken bunun zamansal olarak çekimlerini üretiriz. Bir olayın, gelecekte gerçekleşme olasılığını geçmiş ve şimdiye bakarak düşünüyorsak bu zamansal dilimde verili olan-olasılıklar imkân-koşul olarak cisimleşir. Eğer bir olayın gerçekleşme olasılığını geleceğe bakarak düşünüyorsak bunu da mümkünlük şeklinde ifade ederiz. Her iki durumda da olasılıkların, zamana içkin oluşu dikkat çekici olduğu kadar zamansal bir varlık olan insanın soru sorarken zamanın dışında olması bir o kadar hayret uyandırıcıdır. Diğer taraftan mümkünlük, imkân ekseninde tanımı belirlendiği gibi ayrıca imkânın içinde yatan, saklı olan olasılıklar ve ihtimaller olarak düşünülmektedir. Dolayısıyla mümkünlük, imkânın kendisinde yatarken gelecek de geçmişin içinde saklı ve beklemektedir. Burada Bergson’un itirazını hatırlamalıyız, ona göre mümkünlük gerçeğe dönüşmez, gerçeklik mümkünlüğü üretir.(1) Marx ise bu sözü şu şekilde ifade edebilir: Tarihsel olarak mümkün olanı gerçekliğe çevirecek olan biziz, gerçekliği üreten nedenler ise mümkünlükleri oluştur.(2)

Dahası bir imkân-mümkünlüğünün hakikiliğini düşünümle değil, eylemle sınayabiliriz. Her kavramsal sorgulamada içerik kavramın sınırlılığına takılı kalır. Bir fikrin imkân-mümkünlüğü pratik alanda yadsınsa bile başka mümkünlüklere evrilebildiği gibi bir imkana dönüşebilir. Bu bakımdan marxist tarih anlayışı kapalı olmayıp, geleceğe, yeni olana her zaman açıktır.

Bitirirken, problemlerin yanlış bir biçimde ortaya konulduğunu söylememiz gerekir: Sorun tarihin bir yerinde komünizmin olup olmaması ya da bu düşün gerçekleşip gerçekleşmemesi değildir. Soru yeniden formüle edilmelidir. Hoşnut olmadığımız bir sistemin zorunlu ilişkilerine hapsolmuşken, bunu değiştirebilme gücüne, diğer bir deyişle mümkünlüğü (geleceği) kuracak güce sahip miyiz? Soruyu bir adım daha öteye taşıyarak zamanın çizgiselliğinin ötesinde yalnızca düşünülebileni değil, aynı zamanda yapılabilir olanı yapabilecek miyiz?

(1) Bergson, H. 2009. La Pensée et le Mouvant, PUF, s. 115.

(2)  Vadée, M. 1998. Marx Penseur du Possible, L’Harmattan, s. 493.