Bir ulusu bir arada ne tutar?

Eşit yurttaşlık, bağımsız kurumlar, ne azınlığın çoğunluk ne de çoğunluğun azınlık üzerinde tahakküm kurmasına izin vermeyecek kuvvetler ayrılığı, adalete güven, farklı grupların devlet katında temsiliyet edilebilme hakkı gibi mekanizmaların Türkiye’de orta ve uzun vadede tesis edilip edilemeyeceği, ülkedeki ortak ulus ve ortak vatan meselesinin de seyrini belirleyecek.

Google Haberlere Abone ol

Serhun Al*

Uluslararası siyasal, kültürel ve ekonomik sistemin imparatorluklara dayandığı düzen Birinci Dünya Savaşı sonrası ulus-devletlerin hakim olduğu yeni bir küresel rejime evrildi. İmparatorlukların geniş coğrafyalara yayılan hükmetme gerekliliği kısmen adem-i merkeziyetçi bir yönetim biçimine daha fazla gereksinim duyarken, çok dilli, çok kültürlü ve çok dinli toplumsal dokuları da tek bir kimliğe indirgeme ihtiyacı çok duyulmuyordu. Fakat ulus-devletler hem görece daha dar coğrafyalar üzerine kuruldular hem de ideolojik doğaları gereği coğrafi ve hayali sınırları net bir biçimde çizilmiş bir ulus tanımına tabi oldular. Bu dönüşüm merkezi yönetim biçimlerini, toplumsal homojenleştirmeyi ve asimilasyon projelerini beraberinde getirdi. Çok da gönüllülük üzerine kurulamayan bu yeni düzene geçiş süreci elbette soykırımlar, etnik kıyımlar, zorunlu göçler ve nüfus değişimleri gibi acı olaylara sebebiyet verdi.

Ayrıca ulus-devlet rejiminin çoğunlukla dayandığı asimilasyon, homojenleştirme ve katı merkezileşme politikaları özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyanın çeşitli noktalarında etnitise, ırk ve din temelli birçok iç çatışmaları, isyanları ve milliyetçi savaşları tetikledi. Bunda Soğuk Savaş’ın getirdiği küresel boyuttaki ideolojik kutuplaşma da etkili oldu.

Soğuk Savaş’ın 1990’ların başında bitmesi, Batı-merkezli insan hakları, demokratikleşme ve küreselleşme gibi söylemlerin hakim olması ile birlikte yirminci birinci yüzyılın ulus-devlet sisteminin zayıflayacağı, sınırların önemini yitireceği, çok kültürlü toplumların hakim olacağı, etnik ve milliyetçi savaşların son bulacağı yeni bir düzene evrileceği inancı ve iyimserliği çokça dillendirilmişti. Tabii Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi bazı karamsar veya daha realist tarihçi ve siyaset bilimciler İslam ve Batı dünyası arasında medeniyetler çatışması yaşanacağı görüşünü savunmuşlardı.

Bu tarihsel süreç bağlamında bugüne bakıldığında ise küresel anlamda demokrasilerin gerilediği, milliyetçi-popülist-kutuplaştırıcı söylemlerin yükselişe geçtiği, yabancı düşmanlığı, azınlıkların ötekileştirilmesi ve göçmen karşıtlığını savunan grupların daha da ön plana çıktığı ve otoriter yönetimlerin neredeyse normalleştiği dönem ön plana çıkıyor. Bir nevi yirminci yüzyılın başındaki ulus-devlet anlayışına geri dönüş var da denilebilir. Bu durum Durkheim’ın anomi dediği toplumsal buhran, normsuzluk ve gayesizlik durumunu da andırır nitelikte.

Bu yeni şartlar altında kendi içinde kutuplaşan, bireylerin birbirine olan güveninin iyice azaldığı, bir arada yaşama duygusunun ve inancının aşındığı, farklı yaşam tarzı, inanç ve etnik grupların ayrışarak mahalleleştiği ‘uluslar’ ve ulus-devletler hem yönetim olarak hem de kimliksel anlamda bir kriz içerisindeler.

Bu krizin bir yanda Ortadoğu coğrafyasında Suriye, Yemen, Libya gibi ülkelerde ulus kavramının ve devlet etme pratiğinin neredeyse çöktüğü örnekleri dururken, öte yandan da Brexit, Katalonya referandumu, popülist milliyetçilik ve Avrupalı Müslümanların kabul ve entegrasyon sorunları gibi Batılı toplumların ulusal kimliklerini yeniden tanımlama gayretine girdiği örnekleri de mevcut.

Peki neden bazı ülkeler etnisite, dil, din, ırk ve yaşam tarzı gibi konularda çeşitliliğe sahip olsalar bile ortak ulus ve ortak vatan fikri ve aidiyeti yaratma konusunda daha başarılı olabiliyorlar?

Bu güncel soru üzerine etnisite, ulus-devlet ve ulus-inşası gibi konularda ciddi akademik çalışmalara imza atan Columbia Üniversitesi profesörü Andreas Wimmer mayıs ayında Aeon adlı dergide bir yazı kaleme aldı. Yazı Wimmer’ın Princeton Üniversitesi Yayınları'ndan bu yıl çıkan Ulus İnşası isimli kitabının sonuçlarını ele alıyor.

Wimmer’e göre farklılıklardan ortak ulus ve ortak vatan yaratma konusunda başarılı olabilmenin üç tane önemli kriteri var. Birincisi, ulus-devletlerin özellikle kuruluş aşamasında sendikalar, iş örgütleri, çeşitli siyasi veya kültürel dernekler gibi sivil toplum kuruluşlarında farklı etnik ve dini grupların bir arada temsiliyeti ve ittifak içinde olması, kapsayıcı milli kimlik yaratma konusunda etkili oluyor. Örneğin, bu konuda İsviçre’yi Belçika’ya göre daha başarılı bulan Wimmer, farklı etnik ve dilsel grupların ortaklaşarak kurduğu İsviçre’de dil konusunun Belçika’daki kadar politik bir mesele haline gelmediğini vurguluyor.

İkinci kriter, devleti yönetenlerin kamu hizmetlerini ve kamu kaynaklarını, eşit dağıtımı konusunda bölgeler arası ayrım yapmaksızın ve kimlik eksenli kayırmacılıktan uzak bir şekilde ulusun tüm unsurlarına ulaştırabilmesi. Üçüncüsü ise farklı dillere ve etnik gruplara ev sahipliği yapan devletlerde herkesin rahatça iletişim kurabileceği ortak bir dil yaratılabilmesi. Tabii bu tek dil politikası anlamına gelen bir husus değil. Bu konuda ise Wimmer Çin’in Rusya’ya göre daha başarılı olduğundan bahsediyor.

Bu kriterler bağlamında Türkiye’nin de kuruluşundan beri bocalamakta olduğu farklı kimlik ve yaşam tarzı gruplarının bir arada yaşama iradesi konusu incelenebilir. Örneğin 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve 1924 Anayasası arasındaki ulus ve devleti tanımlamada yapılan değişikliklerin, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin sosyo-ekonomik olarak diğer bölgelere göre sürekli geri kalmışlığı (veya bırakılmışlığı), Kürt kimliğinin devlet söyleminde reddedilişi Türkiye’yi bitmek bilmeyen bir Kürt sorunu ile baş başa bıraktı.

Bunun yanı sıra, 1990’ların sonuna kadar laiklik-İslam arasındaki kamusal alanda hakimiyet kurma ve iktidar olma mücadelesi ve 2000’lerden sonra siyasal İslamcıların muktedir olması ile dışlanan, politikleşen ve bir siyasi kimlik haline dönüşen laik olma durumu, bugün Türkiye’de devlet-toplum-kimlik uyumsuzluğunu ciddi şekilde ortaya koyuyor. Bu açıdan bugün Türkye’de herkesin kendini ait hissedebileceği bir üst kimlik yaratılamamıştır. Bu durum kutuplaşmayı kolaylaştırırken, siyasi rekabetlerin de çoğunlukla kimlik ve kimlik siyaseti üzerinden yürümesine sebebiyet veriyor.

Eşit yurttaşlık, bağımsız kurumlar, ne azınlığın çoğunluk ne de çoğunluğun azınlık üzerinde tahakküm kurmasına izin vermeyecek kuvvetler ayrılığı, adalete güven, farklı grupların devlet katında temsiliyet edilebilme hakkı gibi mekanizmaların Türkiye’de orta ve uzun vadede tesis edilip edilemeyeceği, ülkedeki ortak ulus ve ortak vatan meselesinin de seyrini belirleyecek. Bu bağlamda Türkiye’deki kimlik ve kültür savaşları ya zayıflayacak ya da derinleşerek devam edecek.

Not:

Andreas Wimmer’ın yazısı için: https://aeon.co/essays/why-some-countries-come-together-while-others-fall-apart

Andreas Wimmer’ın kitabı için: https://press.princeton.edu/titles/11197.html

*Dr. Öğretim Üyesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, İzmir Ekonomi Üniversitesi

İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde İktisat ve Uluslararası İlişkiler bölümlerini 2006 yılında bitirdi. Yüksek lisansını 2009 yılında Amerika’nın Marshall Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi alanında tamamladı. Doktorasını ise 2015 yılında Amerika’nın Utah Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi alanında yaptı. Doktora tezini Tanzimat döneminden günümüz Türkiye’sine kadar devlet-kimlik eksenindeki dönüşümler/reformlar üzerine yazdı. Yazarın etnisite, ulusal kimlik, Türk ve Kürt milliyetçiği üzerine ulusal ve uluslararası alanda yayımlanmış çeşitli makaleleri ve yazıları bulunmaktadır.