Merkel’in Çin ziyareti: Ekonomik çıkar mı, insan hakları mı?

Angela Merkel iş dünyasından kalabalık bir heyet ile birlikte geçen hafta on birinci kez Çin’i ziyaret etti. Merkel’in Çin’e yaptığı bu ziyaret, daha kırılgan olması ve iki ülkenin rollerinin değişmeye başladığı bir ortamda gerçekleşmesi bakımından, önceki ziyaretlerinden farklılık taşımakta.

Google Haberlere Abone ol

Tamer İlbuğa* - [email protected]

Donald Trump’ın başkan olmasından sonra uluslararası düzendeki dönüşüm hızlanmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan ABD-Avrupa ilişkileri de artık “America First” (Önce Amerika) stratejisiyle yeni bir evreye girmek zorunda kaldı. Bu bakımdan, Angela Merkel’in Çin Halk Cumhuriyeti ziyaretine ilişkin Çinli analistler tarafından yapılan tespitlerin oldukça aceleci olduğu söylenebilir. Analistlerin tespitinde özellikle Almanya’nın arkasında Amerika, yani güçlü bir Trans-Atlantik İttifakı olmadan Çin’e karşı ekonomik pazarlık gücünün eskisi kadar olamayacağı vurgulanmaktadır.

Angela Merkel iş dünyasından kalabalık bir heyet ile birlikte geçen hafta on birinci kez Çin’i ziyaret etti. Merkel’in Çin’e yaptığı bu ziyaret, daha kırılgan olması ve iki ülkenin rollerinin değişmeye başladığı bir ortamda gerçekleşmesi bakımından, önceki ziyaretlerinden farklılık taşımakta. Çünkü şimdiye kadar iki ülkenin karşılıklı rolleri belliydi. Almanya Çin’e “Made in Germany”i temsil eden yüksek kaliteli makine ve otomobil satacak, bunun karşılığında Çin’den ucuz fiyata elektronik ürünleri ve beyaz eşya gibi tüketim ürünleri alacaktı. 2017 yılı istatistiklerine baktığımızda, Almanya’nın 86 milyar Euro ihracat, 100 milyar Euro da ithalat yaptığı görülmektedir. Buna göre Çin, toplam ticaret hacmi 186 milyar Euro ile Almanya’nın birinci ticaret ortağı olmaya devam etmektedir.

Bu arada Çin, Almanya’nın dünyadaki az sayıda dış ticaret açığı verdiği ülkelerden biridir. Almanya’nın yabancı yatırımlarına baktığımızda, Çin’deki yatırımlarının yaklaşık 70 milyar Euro olduğu, buna karşılık Çin’in Almanya’daki yatırımlarının 35 milyar Euro olduğu görülmektedir. Buna göre, Çin’in Almanya’daki yatırımları, Almanya’nın Çin’e yaptığı yatırımların yarısı kadarına tekabül etmektedir. Fakat Çin’in Almanya’daki yatırımlarının son yıllardaki artış oranı çok yüksek olduğu için, bu aralığın kısa sürede kapanacağı varsayılabilir. Ayrıca yatırımlar giderek yüksek teknoloji alanlarına kaymakta ve iki ülke arasındaki denge tahmin edilenden daha hızlı değişmekte ve Çin hızlı bir ekonomik dönüşümle yüksek teknoloji alanlarına girmektedir.

TEKNOLOJİ YARIŞINA ÇİN’DE KATILDI

Çin’in ne kadar sosyalist bir ülke olup olmadığı tartışılsa da ekonomisinin büyük ölçüde merkezi bir planlama tarafından düzenlendiğini kabul etmek gerek. 2015’te Çin’i ekonomik süper güç yapmak adına oluşturulan “Made in China 2025” projesi de bu planlamanın somut bir örneği olarak görülebilir. Bu programın hedefi, 2025’te belirlenen on sektörde dünyada öncü bir pozisyona sahip olmaktır. Hedeflenen bu sektörlerden bazıları robot teknolojisi, bilgi teknolojisi, havacılık ve uzay teknolojileri, e-otomobil olarak sıralanabilir. Bu stratejinin Almanya’nın geliştirdiği “Endüstri 4.0” stratejisinin modifiye edilmiş bir versiyonu olduğunu düşünürsek, Çin’in gerçekten de bütün alanlarda Batılı kapitalist sistemde geliştirilen teknoloji ve organizasyon birikimini kopyalamada çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’da bu strateji büyük ölçüde özel sektör yani sanayi tarafından gerçekleştirilmeye çalışılırken, Çin bunu merkezi planlamayla ve kamu yatırımlarıyla daha hızlı yapabilmektedir. Çünkü burada oluşan çevresel-sosyal-siyasal sorunlar baskıcı bir yöntemle hızlı bir şekilde “çözülmektedir”.

Çin’in bu stratejisinin Batı’ya bir meydan okuma olduğu açıktır. Bu stratejiye baktığımızda iki ayağının olduğu görülmektedir. Birinci ayakta Çin’de ilgili sektörlere yapılan yatırımlar bulunmaktadır. İkinci ayağında ise yurt dışında, özellikle de Avrupa’da alanlarında yüksek teknolojiye sahip olan şirketlerin satın alınması ve böylece teknoloji transferinin gerçekleştirilmesi hedefi yer almaktadır. Almanya iki yıl önce bu meydan okumanın farkına vardı. Almanya’da “Endüstri 4.0”ın robotik teknoloji üreten sembol şirketi Kuka’nın Çinliler tarafından satın alınmak istenmesi, özellikle iki ülke arasındaki ilişkilerin artık değişeceğinin bir göstergesi oldu.

ALMANYA’NIN ÇİN KARŞITI YASASI İŞLEVSEL DEĞİL

Almanya’da bu konuda yapılan tartışmalar sonucunda 2017 yılında “Dış Ticaret Yasası” değiştirildi ve böylece ulusal güvenlik kapsamında Almanya’da yabancıların belirli şirketlere yatırım yapmalarının önü hükümet tarafından engellenebilecek duruma getirildi. Ancak son bir yıl içerisinde Ekonomi Bakanlığı’na gönderilen 62 satın alma isteğinden hiçbirine olumsuz yanıt verilmemesi, bakanlığın bu konudaki yetki alanının çok sınırlı olduğunu ortaya koydu. Yani yasanın pratikte bir şey değiştirmediği anlaşıldı ve yeni hükümetin Ekonomi Bakanı yasanın tekrar düzenlenmesini ve bakanlığa daha fazla yetki verilmesini önerdi. Buna göre, Almanya’nın dünya genelinde serbest ticaret ve yatırımların engelsiz yapılabilmesini tartışmasız biçimde kabul ettiği ve savunduğu kuralın, Çin’den gelen “tehlike” karşısında bozulmakta olduğu ve Çin’e karşı koruyucu yöntemlerin uygulanması gerektiği ifade edilmektedir. Bir diğer ifadeyle Çin, Almanya’yı en iyi olduğu sektörlerde yine Almanya’dan alacağı teknolojiyle geçerek onun yerini almak istemektedir

Donald Trump’ın Amerikan ekonomisinin verdiği yüksek dış ticaret açığını azaltmak için başlattığı “ticaret savaşı”nı da bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü Trump’ın ekonomik savaşındaki en önemli iki hedefini Çin ve Almanya oluşturmaktadır. 2017’de Amerika’ya karşı Çin 375 milyar Dolar, Almanya ise yaklaşık 50 milyar Dolar dış ticaret fazlasına sahip iki ülke olarak, Trump’ın “öfkesini” üzerlerine çekmeyi başarmışlardır. Böyle bir siyasi konjonktürden bakıldığında, yazının başında Çinli analistlerin aceleci tespitlerinde olduğu gibi, Almanya ve Çin ilişkilerinin Amerika tarafından ne düzeyde belirlendiği daha iyi anlaşılabilir.

Almanya bir tarafta zayıflayan Trans-Atlantik İttifakı’nı göz önünde bulundurarak, güçlü ekonomik pozisyonunu koruyabilmek için Avrupa Birliği’ni de daha fazla arkasına alarak siyaset yapmak zorunda. Almanya tek başına ne kadar güçlü olursa olsun, istikrarsız bir dünya düzeninde belirleyici bir role sahip değildir. Diğer yandan Alman kamuoyunda bu tez üzerinde aslında geniş bir uzlaşı bulunmaktadır; ancak iş Almanya’nın AB politikasına gelince değişmektedir. Almanya AB’nin güney ülkelerine dayattığı mali politikalar nedeniyle ve Euro bölgesi reformlarını engelleyerek krizi buralarda sürekli tutmakta, bu politikasıyla da AB’nin zayıflamasını teşvik etmektedir.

Bunun en güncel ve tehlikeli örneğini İtalya’nın neoliberal ekonomi politika çerçevesinin dışına çıkmasına izin verilmeyerek Avrupa karşıtı partilerin seçimleri kazanmasına yardımcı olunmasında gözlemledik. Almanya’da Avrupa Birliği ile ilgili bir perspektif değişikliğine gidilmediği sürece, AB’nin geleceği pek parlak görünmemektedir. AB’nin üzerindeki neoliberal uzlaşının sosyal demokratlar, yeşiller, muhafazakârlar ve liberaller tarafından temsil edildiğini göz önünde bulundurursak, bir perspektif değişikliği biraz zor gibi durmaktadır. Güçsüz bir Avrupa Birliği herkesten önce kesin olarak Almanya’nın aleyhinedir.

ÇİN’İN PAZARA GİRİŞİ KRİZİN BOYUTUNU BÜYÜTEBİLİR

Genel olarak Batı’nın Çin’e karşı yönelttiği en büyük eleştiri, Batılı ülkelerin pazarlarının açık olduğu ama Çin pazarının büyük ölçüde koruyucu önlemlerle kısmen kapalı olduğu yönündedir. Çin, Trump’ın bu yönde sert çıkışları nedeniyle pazarına giriş koşullarını biraz daha kolaylaştırmak zorunda kaldı. Bu bağlamda Çin ithal edilen otomobiller için gümrük vergisini 1 Temmuz itibarıyla yüzde 25’ten yüzde 15’e indirdiğini açıkladı. Örneğin sadece 2017’de Çin’e Almanlar tarafından beş milyondan fazla otomobil satılmış. Buna göre Alman firmaları karlarının önemli bölümünü (Daimler yüzde 20, BMW yüzde 28 ve Volkswagen yüzde 43) Çin pazarından elde etmektedir.

Sonuç olarak Trump’ın baskısı ile başlayan ve Çin-ABD pazarlıklarının bir sonucu olarak Çin pazarına ilişkin getirilen yeni düzenlemelerin tam da Merkel’in Çin ziyaretine denk gelmesi, Almanya için bir armağan olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte daha önemli bir nokta, Çin’de otomotiv sektöründe yatırım yapmak için yerli bir partnerle (joint venture) birlikte çalışma zorunluluğunun önümüzdeki birkaç yılda aşamalı olarak kaldırılacak olmasıdır. Ancak birçok yabancı şirketin özellikle de Alman otomobil şirketlerinin Çin’deki ortaklarıyla yaptıkları uzun vadeli anlaşmalardan dolayı birçok büyük Alman şirketi bu yeni düzenlemeden yararlanamayacaktır.

Ayrıca Çin reel sektör pazarına giriş engellerini kaldırmaya başlasa da bu gelişmelerin çoğu Batılı şirketler tarafından yeterli görülmemektedir. Çünkü liberalleşmenin finans sektörünü de kapsaması gerektiği yönünde baskılar artmaya başlamıştır. Çin’in son 40 yıldır gerçekleştirdiği olağanüstü ekonomik kalkınmanın merkezi bir planlama ile dünya pazarına kontrollü bir şekilde açılması sayesinde olduğu unutulmamalıdır. Çin ekonomisi de Batılı neoliberal ilkelere göre düzenlenirse, dünyada ekonomik kriz potansiyelinin daha da artacağını söyleyebiliriz. Çin, merkezi planlama sayesinde ne olursa olsun dünya ekonomisinde istikrar sağlayan bir konuma sahiptir. Dolayısıyla finans sektörünün küreselleşme sürecine tamamen entegre olması demek, bir sonraki finans krizinin daha büyük olacağı anlamına gelecektir.

Tekrar Merkel’in Çin ziyaretine dönecek olursak, multilateralizm, kural temelli serbest ticaret, İran-Anlaşması ve Kuzey Kore konuları bu ziyaretin ana başlıklarını oluşturmuştur. Resmi görüşmelerin yanında sanatçılar ve insan hakları aktivistleriyle de toplantılar yapılmıştır. Merkel ayrıca Çin’in “Silicon Vadisi” olarak bilinen Shenzhen kentini ziyaret etmiştir. İki ülke de İran Anlaşması konusunda ABD’nin karşısında yer alarak anlaşmanın devam ettirilmesi yönünde hareket edeceklerini tekrar belirtmişlerdir. Ayrıca Paris İklim Anlaşması’nın da önemini tekrar vurgulayarak ABD’nin bu anlaşmadan çekilmesini dolaylı olarak eleştirmişlerdir. Trump’ın ticaret konularında Dünya Ticaret Örgütü kurallarına karşı gelebilecek uygulamaları hayata geçirme politikasına da sıcak bakmayarak kural temelli serbest ticaretin mümkün olması konusunda görüş birliği sağlamışlardır. Burada daha önce de birçok kişi tarafından altı çizilen ve ironik olan şey, Çin’in ABD’ye karşı serbest ticareti savunmasıdır. Çin’le Almanya’nın uzlaştığı ya da uzlaşabileceği konulara baktığımızda, Almanya’nın Çin’e ABD’den daha yakın durduğu izlenimi oluşabilir. Ancak bu durumu stratejik anlamda bir işbirliğinden çok, yalnızca kısmi alanlarda bir ortak çıkar oluşturma olarak değerlendirmek gerekmektedir.

DÜNYA ÜÇ KUTUPLU BİR YAPIYA DÖNÜŞÜYOR

Sonuç olarak değişen/dönüşen uluslararası düzende dünyada üç merkezin oluşmakta olduğunu görüyoruz. Buna göre ABD kendi başına bir merkez oluştururken, ikinci kutupta Çin yer almaktadır. Çin Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS gibi örgütleri kendi hegemonik gücünü oluşturabilmek için araçsallaştırmakta, İpek Yolu Projesi ile de jeo-ekonomik stratejisini gerçekleştirmek istemektedir. Üçüncü merkezi ise Avrupa Birliği oluşturmaktadır. Diğer iki merkez kadar güçlü olmasa da AB’yi artık daha fazla ABD’den bağımsız olarak düşünmek gerekmektedir. Önümüzdeki dönemlerde üç kutuplu ya da “triad” diye adlandırabileceğimiz bir rekabet düzeni kendini gösterecektir.

Son olarak Almanya ve Çin işbirliğini karakterize edebilecek bir örnek vermek gerekirse: Merkel Shenzhen kentinde bir fabrikayı gezerken yüksek teknoloji içeren bir röntgen cihazını incelemiştir. Bu cihazın dünya piyasalarına “Made in China” etiketiyle pazarlanacağı ancak cihazı üreten şirketin Siemens olduğunun altı çizilmiştir.

Yazının başına geri dönersek, retorikte Almanya’nın değer temelli, ilkesel bir dış politika yürütmek istediği, buna karşın ekonomik çıkarların realitede daha ön plana geçtiğini söyleyebiliriz. Ancak her resmi ziyarette Alman kamuoyunu sakinleştirmek için insan hakları aktivistleriyle görüşmeler yapılmasına karşın, ziyaretin asıl amacının ekonomi mi, insan hakları mı olduğu sorusuna verilecek yanıt kesinlikle ekonomiden yanadır!

*Tamer İlbuğa, 1970 Avanos doğumlu. 2001’de Hamburg Hochschule für Wirtschaft und Politik’ten mezun oldu. 2001’den 2007’ye kadar Hamburg’da STK’larda göç üzerine çalıştı. 2008-2017 arasında Akdeniz Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümünde ilk önce proje koordinatörlüğü yaptı ve son beş yılda da AB ve Almanya ile ilgili dersler verdi.