Meydanlarda toplumsal kokuşmadan bahsedin!

Neo-kapitalist pazar ekonomisi Türkiye’de son dönemlerde etki alanını iyice arttırmıştır. Söz konusu ekonomi modelinde “büyümenin sınırlarından söz etmek, savaşçı bir toplumda savaşın sınırlarından söz etmek kadar anlamsızdır”. Bu bağlamda Türkiye’de yoksullaşma ve mülksüzleştirmenin önüne geçecek bir şekilde yeni siyasal, toplumsal ve iktisadi ilke ve pratiklerin ortaya çıkışı sağlanmalıdır.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Ali Çelik*  [email protected]

Bugünlerde seçim meydanlarında robot teknolojisi, endüstri 4.0, nano-teknoloji gibi söylemler sıklıkla seslendiriliyor. Daha önce kullanılmayan bir dil olması bağlamında önemlidir fakat Türkiye’de insanlar öncelikle kronikleşmiş sorunlarına çözüm önerileri beklemektedir.

Aynı zamanda unutulmaması gereken şudur: bu çağa adını vermeye aday uzay ve yapay zekâ teknolojileri, Türkiye’nin kemikleşmiş sorunları aşılmadan, seçim sonrası Türkiye’nin gündemi haline gelemez. Seçim sonucuyla birlikte ortadan kalkacak gündemlerden biri olur.

Bu konu ile ilgili belirtilmesi gereken bir diğer önemli husus ise bu çağ Batı için uzay, endüstri 4.0, nano-teknoloji ya da yapay zeka çağı olabilir fakat Türkiye ve içerisinde bulunduğu coğrafya için savaşlar ve krizler çağıdır.

Ayrıca uzay madenciliği, robot teknolojisi ve yapay zekâ gibi gelişmelerin dünya kamuoyunda heyecan uyandırması anlamsızdır. Uzayda madencilik, endüstri 4.0 vs. gibi süslü faaliyetler gelir dağılımı adaletsizliğine çare mi olacak? dünyanın 7’de 1’inin kronik açlık sıkıntısını mı çözecek? Savaşları bitirip barış mı getiriyor? Aksine bu gelişmeler, yeni sömürü alanlarına, savaşlara ve krizlere kapı aralıyor. Bu teknolojiler, Türkiye’nin de dünyanın da acil bir şekilde çözülmesi gereken sorunlarını çözecek potansiyeli taşımamaktadır.

Günümüzde endüstri de, bilişim de, ileri teknoloji de Türkiye’de ve dünyada zengini daha zengin yapmaktan başka bir şey getirmiyor. Teknoloji, bilim, sanayi topluma değil tekeli güçlendirmeye ve birilerini daha fazla zengin etmeye yarıyor. Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik elit tabakanın elinde bulundurduğu ekonomi, en fakir yüzde 20’nin yedi katı. Bu örnek Türkiye’de siyaset yapıcıların temel gündem maddesinin ne olması gerektiği bağlamında önemlidir.

Bu çağda üretilen tekno-bilim anlayışı zengini daha zengin etme ve demokrasi ise iktidarların tahakkümünü meşrulaştırma temel amacına hizmet etmektedir. Sorun bilimin kendisinde değil hâkim mekanik bilim anlayışında, sorun demokrasi kavramında değil onu tahakküm için kullanan iktidar anlayışındadır. Egemenlerin elinde, insanlık tarihinin en önemli kazanımları olan bilim, kent, demokrasi, özgürlük ve adalet gibi kavramlar anlamlarından saptırılmıştır.

Federico Mayor Bilim ve İktidar kitabında hâkim bilim anlayışını şu şekilde özetlemektedir: “Bilimin bizlere sağladığı bilgi uzak mesafeleri aştı, istekleri doyurdu ve doğanın gizemlerinin bir kısmının kavranmasına kapı açtı fakat bilim eşitsizlikleri ortadan kaldırmadı, bilimin nimetleri yoksullara ve imtiyazlılara aynı oranda dağıtılmadı.”

Kısacası bugünkü anlamıyla ne bilim bilimdir, ne de demokrasi demokrasidir… Halbuki bu iki olgunun özcü bağlamda kullanılması, Türkiye’de ve dünyada gelir adaletsizliği, ekolojik kriz ve savaş gibi önemli sorunların aşılması bağlamında önemlidir.

Michel Foucault İnsan Doğası İktidara Karşı Adalet adlı kitabında şu sözleri ile günümüzde demokrasiden bahsedilemeyeceğine vurgu yapmaktadır: “Günümüzdeki demokrasi anlayışından, hem bölünmüş olmayan hem de hiyerarşik biçimde, sınıflar halinde düzenlenmemiş bir halkın iktidara fiilen sahip olması anlaşılıyorsa, demokrasiden uzak olduğumuz gayet açıktır. Bir sınıf diktatörlüğü rejiminde, kendi isteklerini zorla ya da şiddet yoluyla dayatan iktidar rejiminde yaşamakta olduğumuz son derece nettir. Bu yüzden bizim demokrasiyle uzaktan yakından alakamız yoktur.”

Bugün bilim ve demokrasiden bahsedilemez fakat rekabetten, hırstan, sömürüden, metalaşmadan, acımasızlıktan çokça dem vurulabilir. İnsanlık tarihinde lanetlenen ve dışlanan rekabet, hırs ve sömürü gibi kötülükler, bugünün ruhunu temsil etmektedir. Bir başka ifadeyle, insanların nesneler ile olan ilişkileri günümüzde insanlarla olan ilişkilerine dönüşmüştür. Ticari ilişkiler toplumsal ilişkilere yansımıştır. Mevcut düzen içerisinde yaşam şansı bulmak bu temel prensibe dayandırılmaktadır.

Geçmiş dönemlerde, önemli ölçüde ekonomik yaşamla sınırlı olan rekabet ortamı, artık ticari ve endüstriyel alanlardan ailevi, kişisel, cinsel, dini ve toplumsal ilişkilerin gündelik hayatına kadar sıçramıştır. Bu yayılma, egoizm, kariyer peşinde koşma ve bu amaç doğrultusunda her şeyi mübah görme, insanlara dair bitmeyen kuşku ve güvensizlik olarak tüm insan ilişkilerinde kendini göstermektedir.

Birileri içerisinde yaşadığımız çağa atom, nano-teknoloji, uzay, endüstri 4.0 diyedursun, Felsefeci Ahmet İnam toplumsal ilişkilerde meydana gelen bu bozulmayı “toplumsal kokuşma” olarak kavramsallaştırmaktadır.

Ahmet İnam’ın toplumsal kokuşma dediği günümüz ilişkilerini Hilmi Ziya Ülken 'makine adam düzeni', Cemil Meriç 'yabancılaşma' ve Murray Bookchin 'biyosferik kanser' olarak değerlendirmiştir.

İnam’a göre; güveni, sevgiyi, saygıyı, yaratmayı, canlılığı, sevinci, keşfi, özgünü arama beklentilerini yaşayamayan insanların oluşturduğu dünya kokuşur. Birbirini kullanmaya, sömürmeye çalışan, içten anlama isteği yerine, düzeni sürdürmek için gerekli davranışlarda bulunmayı, dıştan uyumlu görüntüler vermeyi seçen, kendi yarattıkları daracık dünyalarında konforun, ekonominin ve teknolojinin rahatlığıyla sığlığı seçen insanların ilişkileri kokuşur.

Bookchin Toplumu Yeniden Kurmak adlı kitabında; bu kokuşmuşluğu çok eski çağlara değil son birkaç asra dayandırmaktadır ve bizleri “yakın tarihimizin kurbanları” olarak nitelemektedir. Bookchin içerisinde bulunduğumuz modern kapitalist çağı toplumsal statü ve sınırsız bir servet için hırs dolu bir çekişme ve rekabet ortamı olarak değerlendirmektedir.

İnam’a göre bir kokuşmuşluk söz konusudur ve Bookchin’e göre bu kokuşmuşluğun kaynağı sistemseldir. Bookchin, “mevcut sistemde toplumdan ahlaklı olmasını beklemek, insanın nefes almadan yaşamasını beklemek kadar hayalcidir” demektedir.

Bu kokuşmuş sistem içerisinde atılan insani, vicdani ve ahlaki naralar kadar ekolojik naralar da gerçekçi değildir. Çünkü bu sistem ontolojisini sürekli büyüme ve kalkınma temeli üzerinden var etmektedir. Halbuki doğadaki kaynaklar tükenebilir, sınırlı ve kıttır. Dolayısıyla sürekli büyüme hedeflerinin yüce değil, zarar verici ve acımasız bir ideal olduğu anlaşılmalıdır.

Bookchin sistemi reforme ederek doğa ile barıştırma planlarını, bir köpekbalığına "fitoplankton yiyerek yaşa" ya da aç bir aslana "ceylanlarla barış içinde yaşa" denilmesine benzetir. Bookchin’e göre bu toplum ne kadar yeşile bürünürse bürünsün ekolojik bir bakış açısının gerekliliği üzerine ne kadar çene yorarsa yorsun, toplumun yaşama biçimini derinlikli yapısal dönüşümler olmaksızın değiştiremeyeceğine inanır.

Neo-kapitalist pazar ekonomisi Türkiye’de son dönemlerde etki alanını iyice arttırmıştır. Söz konusu ekonomi modelinde “büyümenin sınırlarından söz etmek, savaşçı bir toplumda savaşın sınırlarından söz etmek kadar anlamsızdır”. Bu bağlamda Türkiye’de yoksullaşma ve mülksüzleştirmenin önüne geçecek bir şekilde yeni siyasal, toplumsal ve iktisadi ilke ve pratiklerin ortaya çıkışı sağlanmalıdır. Karl Marx, “dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir” demektedir. Bu değişimde, doğallığında demokrasiye daha çok, hiyerarşiye daha az eğilimli olan sosyal dinamikleri ifade eden gençlerin daha fazla rol alması büyük önem arz etmektedir.

Türkiye’de değişimin argümanları yeniden yaratılmalıdır. Mevcut sistemin argümanlarıyla meydana gelecek bir değişim bu sistemden çok farklı bir ürün vermez. Bu noktada topluma ve siyaset üreticilere gerekli olan şey Zygmunt Bauman’ın Postmodern Etik kitabında belirttiği üzere “daha fazla ve etkili güç değil daha fazla etik ve vicdan” olmalıdır.

*Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Bölüm