Quo vadis Türkiye – 4: Coşkun kötücüllük: Büroların, sokakların ayinsel gayretkeşliği

Sosyolog Xiaoxia Gong’un Kültür Devrimi sırasında sosyo-politik ağlar ve mobilizasyon üzerine araştırması, Çin’de, ayinselliğin daha bile önde olduğunu gösteriyor. Hatırlamak gerekir ki, Çin’deki tasfiye, parti alt-orta kadrolar değil, ‘sokaklar’, ‘kampüsler’, ‘liseler’, yani bürokrasi dışı yığınlar, çeteler eliyle gerçekleşti. ‘Kötü sınıflar’ mahsulü parti kadrolarını ‘gerçek komünizm’ uğruna ‘temizlemek’ ‘devrimci’ bir eylemdi, bu harekete katılmak ise zamanın ruhu içerisinde statü ve itibar kaynağıydı.

Google Haberlere Abone ol

Yektan Türkyılmaz* - [email protected]

1930’lar sonunda ajan olduğu suçlamasıyla intihar eden bir İHK komiserinin cenazesinden. Bu karedekilerin bir çoğu daha sonra ‘tasfiye’ edilecek. (Kaynak)

‘Gemileri olmayan medeniyetlerde hayaller kurur, maceranın yerini espiyonaj, korsanların yerini polis alır.’

Michel Foucault, Des Espace Autres, 1967

SIRADANLIK VE DEMİR KAFES ÖTESİNDE KÖTÜLÜK

Peki Bolshoy Terror (Büyük Terör) dönemi Sovyetler Birliğinde alt-orta kadroların hararetli ‘kraldan çok kralcı’ tutumunu nasıl açıklayabiliriz? Bu örnekte ‘totaliter’ rejimlerde bürokrasinin işleyişine ve bürokratların davranışına dair Weberci geleneğe dahil edebileceğimiz, Hannah Arendt’ın Adolf Eichmann şahsında tanımladığı kötülüğün sıradanlığının (banality of evil) ya da Zygmunt Bauman’ın modern fabrika metaforunun izah edemeyeceği bir imha mekanizması ve faillik durumu ortaya çıkıyor. Çünkü bürokratik ağın alt ve orta kademelerindeki gayretlilik, ne sadece totaliterliğin körelttiği iyi ile kötüyü ayırt etme yetisi yüzünden kayıtsızlık ve konformizm ile, ne de modern bürokrasinin rasyonalitesinin ürünü gayri-şahsi (impersonal) biat durumuyla yeterince izah edilebilir. Belki ilk akla gelen ‘sıradan (ordinary) Bolşeviklik’ olacaktır; yani çocukluğunu, sosyalleşmesini, eğitimini devrim sonrasında yaşamış genç kadroların ideolojik saplantısı ve tutkulu angajmanı. Mutlaka bunun etkisi vardı. Ancak unutmamak gerekir ki, bu tasfiyelerin birincil hedefleri arasında en önde gelen ikonik devrim kahramanı Bolşevik liderler bulunuyordu.

KÖTÜLÜK TEŞHİRCİLİĞİ

Bu faillerin dürtü ve niyetlerini çözümlemek için 1930’lar Sovyetler Birliği, 1960’lar Çin Halk Cumhuriyeti (Kültür Devrimi) ve 1970’ler Kızıl Khmerler idaresindeki Kamboçya gibi örneklerdeki bağlamın altını çizmek gerekir: Kişi kültü denetimindeki ‘devrimci’ perspektifli bir iktidar ile paranoyak siyasal/toplumsal psikoloji ve devletin iç-savaşının buluşması. Daha önce de yazdığım gibi, bunun en yakın ve doğrudan sonucu ise hiç kimsenin kendini güvende hissedemeyecek hale gelmesidir. Unutulmamalıdır ki, İçişleri Halk Komiserliklerinin (İHK) cumhuriyetlerdeki bu genç yöneticilerinin birçoğu zaten kendilerinden öncekilerin, yani seleflerinin 1932-36 arasındaki çistka sürecinde tasfiye edilmesi sonucu işbaşına gelmişlerdi. Tasfiyecilerin tasfiyeleri, Büyük Terör esnasında da devam edecekti. Bu korku ikliminde devlet şiddeti, koltukta ve hatta hayatta kalmak için hem bir mecburiyet dayatıyordu hem de bununla beraber fırsatlar sunuyordu. Yani kamusal, kurumsal görünürlüğü olan performans ve ayinsel gayretkeşlik/işgüzarlık bir yandan can simidiydi, öte yandan da yeni ufuklar açan sihirli ama kanlı bir anahtardı.

Sosyolog Xiaoxia Gong’un Kültür Devrimi sırasında sosyo-politik ağlar ve mobilizasyon üzerine araştırması, Çin’de, ayinselliğin daha bile önde olduğunu gösteriyor. Hatırlamak gerekir ki, Çin’deki tasfiye, parti alt-orta kadrolar değil, ‘sokaklar’, ‘kampüsler’, ‘liseler’, yani bürokrasi dışı yığınlar, çeteler eliyle gerçekleşti. ‘Kötü sınıflar’ mahsulü parti kadrolarını ‘gerçek komünizm’ uğruna ‘temizlemek’ ‘devrimci’ bir eylemdi, bu harekete katılmak ise zamanın ruhu içerisinde statü ve itibar kaynağıydı. Ancak, ‘mücadeleye’ müdahil olmak isteyenler, eğer ‘saygıdeğer’ partili ailelerin çocuklarının kontrolündeki Kızıl Muhafızların üyesi değillerse, çetelere katılabilmenin ön şartı olarak kendilerini ispat ile yükümlüydüler. ‘Devrimciliğe’ giriş ayininin temel gerekliliği ise coşkulu militanlık ifşasıydı/teşhiriydi. Bu amaçla birçok genç kendi ailelerine şiddet uygulamaktan bile çekinmeyecekti. Bu terör ayinlerindeki coşkunluk bireylerin çeteler içerisindeki konumunu ve gördüğü saygıyı da yükseltecekti. Belirsizlik, korunma ihtiyacı ve fırsatçılık ortamında, rejimin tepesine birbirine rakip parti içi patronaj ağlarıyla bağlanmış bireylerin ve grupların, militanlıklarını aşırılaştırarak ispat ve rekabet yarışına girmelerinin en doğrudan bir sonucu şiddetin ve yıkımın logaritmik derinleşmesiydi. Bu arada şunu da eklemek gerekir, Çin’de ‘sıradan Maoculuk,’ yani kitleler arasında karizmatik lidere sorgusuz ve sınırsız bağlılık, Stalin örneğiyle kıyaslanamayacak kadar önemli bir etkendi. Bu iki faktörün bileşimi, aslında Büyük İleri Atılım ile başlayan felaketin Çin’de Sovyet örneğinden kat be kat vahim ve ölümcül bir hale gelmesinde büyük rol oynadı.

'DEVRİMCİ' KİŞİ-KÜLTÜNÜN MEZAR KAZICILARI: MEMURLAR VE MİLİTAN TARAFLAR

Kısacası her iki örnekte de devlet terörü ve belirsizlik ortamında kendilerine araçsal rol atfedilen alt kesimler rejimi güçlendirmek bir yana, paradoksal olarak, kişi-kültüne biat ayinselliği eşliğinde, aslında merkezi otoritenin altını oyan, yıkıcı ve saldırgan gayretkeşlik içerisine giriştiler. Bu durum geriye takatten düşmüş, her geçen gün büyüyen kafasını taşıyabilmekten aciz bir beden bıraktı. Sonuç, kudretsiz ama kuvvetli kişi-kültü bir şef ve de farklı biçimlerde onlarca yıl tamir edilemeyecek toplumsal, siyasal, psikolojik travmalar oldu. Aslında Kültür Devrimi esnasında Çin’de Kızıl Muhafızların/çetelerin ortaya çıkardığı durum da çok farklı değildi. İki örnekte de kişi-kültü liderler geriye enkaz halinde devlet, ekonomi ve toplum bıraktılar.

Belki çoğu okuyucu Josef Stalin’i süper güç Sovyet ülkesinin mimarı ve II. Dünya Savaşı’nda Nazileri hezimete uğratmış muzaffer mareşal olarak anacaktır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta, Stalin’in 1930'larda derinleştirdiği sivil ve askeri bürokrasiye karşı paranoyak savaşı nedeniyle Hitler Almanya'sı karşısında Sovyet ülkesini mutlak bir felaketin kenarına getirmiş olmasıdır. Nazi Almanyası'nın sosyalizmin anavatanına karşı giriştiği Barbarossa Operasyonu’nun Sovyet tarafı için kelimenin tam anlamıyla hezimete dönüşmesinin arkasındaki temel sebep Kızılordu’daki tasfiyelerdir. Benzer biçimde, ülkenin korkunç büyüklükte insan kaybına uğramasında da bu siyasetin rolü büyük olmuştur. Uyguladığı şiddet ile kendi felaketini hazırlamakta olan Stalin’i yine, beklenmedik bir biçimde ve kısmen de talihinin yardımıyla bir başka şiddet anı, Stalingrad direnişi, uçurumun kenarından döndürmüştür. Mao ise gerisinde tam anlamıyla bir enkaz bırakacaktır.

BADEM GÖZLÜLERİN 'KÖR' ÖLÜMÜ

İlginçtir, iki lider de çok popüler ve hatta karşıtları dahil neredeyse herkesin benliklerinde ‘iz bırakmış’ önderler olarak öldüler. Öyle ki, kimi en keskin muhalifleri bile onların ölümünü derin bir kayıp acısı olarak tarif edeceklerdi. Ancak, her şeye rağmen sürdürülebilir bir siyasi mirasları olmadı. Hem Stalin’in hem Mao’nun suskun ve sinmiş siyasi muhalifleri, bu iki liderin ölümlerinin ardından iktidarı kolayca ele geçirdiler. Mao örneğinde, Kültür Devrimi’nin hışmına uğrayan ve ‘rehabilite’ edilen Deng Şiao Peng, Komünist Partisi’nin başına geçmiş ve Kültür Devrimi’nin önde gelen Maocu kadrolarını, Dörtlü Çete başta olmak üzere, tasfiyeye girişmiştir. Benzer bir biçimde, Sovyetler Birliğinde umulmadık bir lider adayı Nikita Kruşçev de başarıyla işbaşına geldikten kısa süre sonra kolaylıkla Stalin’in mirası ve itibarının üzerine çarpı çekebildi. Bu liderler geride aktif büyük taraftar kalabalıklar, onların ideolojik prensiplerinin yılmaz savunucusu geniş kadrolar bırakamadılar.

Okuyucuya Bir Disclaimer 

Bir sonraki yazıdan başlayarak şu ana kadar kurduğum kavramsal ve metodolojik çerçevede 15 Temmuz sonrası Türkiye’deki gelişmeleri ve muhtemel yönelimleri tartışacağım. Ancak, yeni bölüme geçmeden önce bir kez daha altını çizmek istiyorum ki, buradaki analoji ve göndermeler ideolojiler, olaylar, kişiler üzerinden değildir. Daha ziyade kendi kaosunu ve imhasını üreten iktidar mekanizmalarının nasıl ortaya çıkıp, nasıl işlediği hakkındadır. Dolayısıyla öne sürülen argümanların ve kurgunun en fazla kaçındığı durum determinist ve pozitivist çıkarımlar yapmak ve analojileri zorlayıp Türkiye’nin ‘kaderini’ başka örnekler üzerinden bilmek iddiasıdır. Sosyal incelemeleri belki de en ilginç ve heyecan verici kılan ve hatta, ‘pozitif’ bilimlerden daha karmaşık hale getiren süreçlerin, aktörlerin tarihselliği ve çok daha önemlisi kolektif ve birey olarak insana ait davranış ve karar verme mekanizmalarına dair mutlak öngörü imkansızlığıdır. Dizinin kalan kısmı karmaşıklıkları, özgünlükleri ve psikolojik-bilmeceli özneler olarak insan unsurunu özellikle öne çıkaracak, hep şu dizeyi akılda tutarak:

‘Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması’

*Öğretim Üyesi

Kaliforniya Devlet Üniversitesi, Fresno

** Bu yazı ilk olarak kopuntu.org'da yayınlanmıştır.

Dizinin diğer bölümleri:

Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa

Quo vadis Türkiye – 2: Şefin hesaplı hezeyanı ve ouroboroslaşan devlet

Quo vadis Türkiye – 3: ‘Devrimci’ hezeyanın hüsranı: ‘Hiçbir yere uzanan ayak izleri