Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa

15 Temmuz Türkiye’de halihazırda fokurdayan bir durumun taşmasına yol açtı ki bu, siyasete, topluma ve geleceğe ait bütün düşünüşümüzü gözden geçirmemizi gerektirir mahiyette: Kastım artık devletin devlet kurum ve mekanizmalarını yıkıyor olması.

Google Haberlere Abone ol

Yektan Türkyılmaz* - yektan@gmail.com

15 Temmuz’u kesinlikle “ucuz” atlattık. İlgi alanı kolektif ve politik şiddet üzerinde yoğunlaşan birisi olarak oldukça kaygılıydım. Neyin nasıl olduğu hala gizemini koruyor ve 15 Temmuz da, sanırım 31 Mart vakası gibi yüz yıl konuşulup yüz yıl içinden çıkılamayan kullanışlı bir muamma olarak kalacak. Ama eğer darbe anının belirsizliği ve çatışmalar daha uzun sürmüş olsaydı kan deryasının dibine batma ihtimalinin hiç de küçümsenemez olduğunu düşünüyorum.

Evet, darbe girişimini belki ucuz atlatmış olabiliriz, ama öte yandan da karşımıza çıkan bu yeni tabloda başka biçimlerde alarm verici gelişmeler ve kırılmalar oluştu. 27 Haziran 2016’da Evrensel gazetesinin yayınladığı “Felaket kapımızı bir daha mı çalıyor?” başlıklı bir makalemde, 1914’ten bugüne yönelen toplu kıyım tehdidini tartışmıştım.

Aslında şubat ayında kaleme aldığım bu yazı dizisinde ise Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında iktidar bloğundaki yeniden şekillenme etrafında ortaya çıkan, daha önce görülmedik türden felaket senaryolarını ve risklerini inceleyeceğim. Bu bağlamda özellikle önem arz eden Kürt Sorunu ve rejimin formüle ettiği yeni kolonyal projeyi de irdeleyeceğim. Bunları yaparken Türkiye’de müstakbel felaket potansiyelleri üzerine düşünenlere temel önerilerim, artık analojilerini ve benzetmelerini, felaketler arifesinde Osmanlı İmparatorluğu 1914’ten veya Dersim 1935’ten ziyade, (1) kişi kültü denetimindeki bir ‘devrimci’ perspektifli iktidar, (2) paranoyak bir siyasal ve toplumsal psikoloji ve (3) devletin iç-savaşının buluştuğu örneklerle yapmalarının daha uygun olacağıdır.

Bu bağlamda 1934-38 arası Sovyetler Birliği, Kültür Devrimi (özellikle 1966-68 arası) ve hatta 1975-78 arası Kızıl Khmerler Kamboçyası olup biteni anlamak için ufuk açan referanslar olacaktır. Ancak bu örneklerdeki, hikayelerin biçimsel ve ampirik benzerliklerine ancak anektodal önem atfedilebilir. Bu ülkelerdeki yaşananlarda odaklandığım nokta kişiler, olgular, olaylar değil, bu üç etkenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan siyasal, sosyal, psikolojik mekanizmalar ve onların işleyişleridir. Evet, bu mekanizmaları anlamak bize, meseleye zihin açıcı bir yerden bakmamızda yardımcı olur.

Ancak unutulmamalıdır ki iki dünya savaşı arası veya soğuk savaş dönemi dünyası, bugün yaşadığımız, yani (ekolojik) intiharcı kapitalizm çağının, her geçen gün daha çok hoyratlaşarak çılgınlaşan dünyasının post-hakikatçi Türkiye’sinde olup biteni tümüyle açıklayamaz. Birçok ürkütücü öngörüye ve senaryoya göre yeni milenyum, 20. yüzyılı geride bırakabilecek çap ve şiddette yıkım, kıyım ve imhaya gebe; 21. yüzyılın mahşerci felaketçiliğinin ipuçları en azından Afrika ve Ortadoğu’da boy gösterse de, (gayet muhtemel) müstakbel yaygın ve daha kökten kırılmaların özgün sistematiğini kestirebilecek durumda değiliz. Dolayısıyla buradaki argümanları, bu muğlaklık ortamında geliştiriyorum. Ayrıca dizinin ileriki bölümlerinde felaket senaryoları üzerine düşünmenin ve fikir üretmenin etik ve siyasi sakıncalarını da tartışacağım.

Türkiye’de 15 Temmuz itibariyle artık kendini sandık marifetiyle değil, kan bedeli karşılığı işbaşına gelmiş sayan bir iktidar kliği var. Yani Türkiye’de şu anda ‘devrimci’ perspektifli bir rejim var ve bu özelliğinden dolayı kendinde toplumu, uzamı, siyaseti kökünden yeniden dizayn etme hakkını buluyor. Musavver ve suni bir özne olarak ‘millet iradesi’ artık tam da bu ‘hakkın’ dışavurumu durumundadır. İnsanlığın modern tarihi bize ‘devrimci’ rejimlerin felaketçi nihai çözümlere daha eğilimli olduğunu gösteriyor. Bu ‘devrimci’ hal, yazı içerisinde açacağım kudretsizlikle birleşince ortaya, meselelere farklı bir yaklaşım tarzı çıkarıyor: karşılaşılan sorunları ‘idare’ etmek, ‘yönetmek’ yerine onları ‘köklemek’ gayretinin belirmesi.

Özellikle cemaat operasyonlarındaki kategorik toptancılık; Sovyetler’de Yejovşçina uygulamalarına çok benzer bir şekilde, ne yaptığınızın değil, ‘kim olduğunuzun’ ve hatta ‘kimleri tanıdığınızın’ üzerinden –örneğin bir sendikaya üye olmak gibi– topyekûn cezalandırmalar ve tasfiyeler bunun örnekleridir.

15 Temmuz Türkiye’de halihazırda fokurdayan bir durumun taşmasına yol açtı ki bu, siyasete, topluma ve geleceğe ait bütün düşünüşümüzü gözden geçirmemizi gerektirir mahiyette: Kastım artık devletin devlet kurum ve mekanizmalarını yıkıyor olması. 2016’nın Mayıs ayında devlet “bildiğiniz” devlet idi; tabii ki kendi içerisindeki çekişmeler başka dönemlere göre çok daha keskinleşmiş bir devlet bürokrasisi vardı, ama nihayetinde malum iç düşmanlarına karşı, alışıldık bir tehdit algısıyla işleyen bir ideolojik-kurumsal ağ idi.

15 Temmuz öncesinde de emareler belirmişti ancak sonrasında çok net olarak gördük ve görüyoruz ki devlet devlete savaş açtı: Hem kadrolarına hem kurumlarına. Dünün devlet sahibi bir unsuru, terör örgütü sıfatıyla diğer iç düşmanlar arasında ve hatta en öndeki yerini aldı. Ama bu savaş bir tek bu grupla sınırlı kalmayacak, muhtemelen devam edecektir. Görünen o ki, 1930’lar Sovyetler Birliği’nde, Kültür Devrimi sırasında Çin’de olduğu gibi, bir devlet-içi savaş, “düşman”ı ortadan kaldırmanın ötesine geçip onun tanımını ve sınırlarını sürekli esneten, genişleten bir mekanizmaya dönüşüyor; bunun önünü almak çok zor olacaktır. Çünkü kurulan, kendini yıkarak yeniden üreten, bir kökleme mekanizmasıdır; böylesi belirsizlik ve korkunun puslandırdığı ortamlar düşman üretmenin en münbit yataklarıdır.

Ayrıca, bürokratik mekanizmaya ait her çarka, her dişliye temas etmiş kısmen de gizli bir ağı, ‘ne yaptığı’ değil ‘kiminle alakalı’ olduğu kıstasıyla insanları hedefleyerek ‘kökleme’ nafilesinin doğrudan bir sonucu, en yukarıdan en alta harlanarak nüfuz eden paranoyadır.

Paranoyanın tek kaynağı bu da değil. Erkin tepesinin özellikle güvenlik ve şiddet mekanizmalarına duyduğu kurumsal güvensizlikleri de eklemek gerekecek—efsunlu darbe girişiminin sadece bir grubun işi olmadığı kimseye sır değil, en başta da iktidarın kendisine. Yakın dönem tasfiyelerinin en doğrudan sonucu olan kadrolardaki liyakâtsizleşme ise hem beceriksizlik ve ele-yüze bulaştırma halinin artmasıyla paranoyayı yeniden besliyor, hem de kudretsizleşmenin önemli bir saîkine dönüşüyor. Peki niçin çok önemsemeliyiz bu paranoyayı veya bu tür bir paranoya nelere yol açar? Birincisi paranoya, ‘devrimci’ bir iktidar aklı ve devletin-iç savaşı ile kesiştiğinde bunun ilk sonucu, en başta devlet mekanizmasının kendisinin olmak üzere, toplumda herkesin güvenlik hissini yitirmesidir.

Artık herkes, devlet ve toplum kazanına aritmik ve hoyratça sallanan kepçeye takılma endişesiyle yaşayacaktır.

*Öğretim Üyesi

Kaliforniya Devlet Üniversitesi, Fresno

** Bu yazı ilk olarak kopuntu.org'da yayınlanmıştır.