Isırmak ve ısırılmak üzerine

Isırık, erotik bir macera için aşırı, tavsiye edilmeyen, onaylanmayan, hattâ şeytanî ve dolayısıyla da gayri ahlakîdir. Gel gelelim “ısırmak”, özünde ontolojik bir güdü, yönelimdir; her insan yaşamda kalma refleksiyle ısırmak ister ve bu aynı zamanda erotik de bir sinyaldir. Isırılmak ise bütünüyle erotiktir; ısırılan özne, karşısında “varlıkta-kalan” ya da “varlığında-ısrarcı” bir öznenin diş geçirmesini duyumsamak ister.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Göğsün göğsümde, dudakların ağzımda,

Susalım; sessizlik ve sırdır ötesi (Mabeyinci Pavlos).

Eylemlerimizin ahlakîliği; otoritenin arzusu ve tavsiyesi üzerine (ki bu arzu ve tavsiye aslında bir buyruktur) eylemin vasatlığı ve aşırılıktan yoksunluğu ile ölçülür. Söz gelimi, Rimbaud’nun yürüyüşünü “baştan çıkarıcılığı”, Camus’nün Faure’ü öpüşünü “ulu-ortalığı”, Beauvoir’nın orada-olmasını “çıplaklığı” ya da Nietzsche’nin seks yaşamını “vahşîliği” nedeniyle gayri-ahlakî sayarak, eylemin aşırılığını olumsuzlamış/şeytanîleştirmiş ve eylemsel vasatlığı onurlandırmış/saygınlaştırmış oluruz. Vasatlık −Aristoteles’in erdem felsefesindeki “mesos”u ya da “orta”sı anlamıyla da−, Ortodoks ahlakın öncelikli ve vazgeçilmez ilkesidir; zirâ bu sayede otorite, kendi varlığı için tehlike ya da tehdit oluşturabilecek her türden eylemi (ve elbette eylemi önceleyecek şekilde, söylemi) daha en başından şeytanlaştırarak ve manipüle ederek, toplumsal eylem alanında kendi varlığını garantiye almış ve yeni varlık alanları açmak için de yüreklenmiştir. Vasatlığın bu denli övgüye mazhâr olması, zarâfete meyyâl estetik kaygının, kabalığa ve çirkinliğe meyyâl politik kaygıya kurban edilişinin kritik bir ifadesidir. Gel gelelim bu hâliyle vasatlık, ahlakî bir ilke olarak ekseriyete sirayet etmiş/bulaşmış, üzerinde konsensüs sağlanmış “yaşamcıl” bir hastalıktır. Pekâlâ bu “tarihsel durum”da benim sorum şudur: Isırmak ve ısırılmak, ontolojik ve erotik anlamda n’için bu denli mühimdir?

Damnant quod non intelligunt!

Heinrich Heine bir şiirinde şöyle der: “Ey gözleri duru duru güzelim / Ey dişleri ak pak, karlardan beyaz / Yeminler ortama uygundu ama / -Gücenme- ısırık fazlaydı biraz.” Heine bu şiiri yazarken (ki bu dizeler, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında yazılmış olması sebebiyle de tarihsel bir öneme sahiptir), politik ya da ahlâki bir kaygı gütmüyor; bilakis, yalnızca erotik bir tercih yapıyordu. “Isırığın fazla olması”; Heine’ın erotik macerasında, partnerine safça bir iletisi, belki de dürüstçe bir talebi idi (sanırım hassas bir tene sahipti ve canı, onun yanmasını istediğinden daha fazla yanıyordu). Oysaki “ısırığın fazla olması” bugün; ahlakî bir ilke olarak, tabiatınca vahşî olan erotizmin, ereksel şekilde “üremeye” teslim edilmesi, odağın estetik-ontolojiden politik-mevcudiyete kayması olarak okunmalıdır. Isırık, erotik bir macera için aşırı, tavsiye edilmeyen, onaylanmayan, hattâ şeytanî ve dolayısıyla da gayri-ahlakîdir. Gel gelelim “ısırmak”, özünde ontolojik bir güdü, yönelimdir; her insan yaşamda kalma refleksiyle (diyelim ki, Spinoza’nın Conatus’u ile) ısırmak ister ve bu aynı zamanda erotik de bir sinyaldir. Isırılmak ise bütünüyle erotiktir; ısırılan özne, karşısında “varlıkta-kalan” ya da “varlığında-ısrarcı” bir öznenin diş geçirmesini duyumsamak ister. Ve böylelikle “beden” ontolojik, “diş izleri” ise estetik hakikatler olarak karşımıza dikilir.

(Flora Hanım’ın ısırıklarından da esinle…)

Gottfried Benn’in Tehdit şiiri ise şu muhteşem dizelerle biter: “Sevgim yalnızca birkaç sözcük bilir / Kanına yakın olmak ne güzel!” Kan; impersonal (kişiliksiz) olmasıyla, hem ontolojik hem de erotik bir imgedir. Öyle ki “kan”, tüm inanç sistemlerinin (Bahailik dâhil), tüm ideolojilerin (Falanjizm dâhil), tüm etnik grupların (Çerkesler dâhil), tüm kültürlerin, tüm yaşayış biçimlerinin, tüm coğrafî aidiyetlerin, tüm eğilimlerin ve tüm yönelimlerin üzerindedir. Demek ki kan, aslında tek hakikî ahlakî ilkedir, iki beden arasındaki en dolaysız, en ak-pak, en sahici köprüdür. Isırmak ve ısırılmak arzusundaki öznenin, ontolojik ve erotik ereği de budur: Tek ahlakî ilke olarak “kan”a yakın olabilmek, kanın akışını duyumsayabilmek, bedeni her türlü ikincil gerçeklikten (söz gelimi Berkeleyci olup olmadığından, ayakkabı numarasından, ekonomik sınıfından ya da burcundan) sıyırabilmek ve otoritenin her türden çirkinliğine ve ahlakî dayatmasına rağmen “orada”, “öylece” ve güzel kalabilmek… Son kez Charles Baudelaire’e (ki kendisi erotik devrimcilerdendir) lütfen kulak veriniz:

Ve, ne estiren tat, değil mi,

Yavrum! o en güzel, en parlak,

Yeni dudaklardan akıtmak,

Aşılamak sana zehrimi!

Ezcümle, birbirinizi ısırınız, ısırılmayı arzulayınız, öyle seviniz ve öyle sevişiniz. Dünyanın bütün ahlaksızları ve aşırı ruhları; ahlaksızlıkta, aşırılıkta, densizlikte, çılgınlıkta, zarâfette, güzellikte, estetikte ve ısırıkta birleşiniz.

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun…