Mardin ile İstanbul'u kardeş kılan

İstanbul ve Mardin’de ve aslında, tüm ülkede olduğu gibi, devletin artan baskısı (uzatılan OHAL rejimi) ile ülkedeki betonlaşma arasında bir ilişki var. Aynen, OHAL’in uzatılması ile grevlerin bastırılması ve iş cinayetlerinin artarak sürmesi gibi bir ilişki. Yani ne kadar çok baskı varsa o kadar çok betonlaşıyor ülke, o kadar çok doğa ve kent, kır cinayeti işleniyor.

Google Haberlere Abone ol

Abbas Karakaya

Küçük Mardin'in (merkezin nüfusu 160 bin) büyükşehir belediyesi “sizin için çalışıyoruz” gibi bir slogan tutturmuş. Nedense slogana takıldım. Altı günlük (23-28 Mayıs 2018) gezimiz boyunca birçok insanla (belediye çalışanı, berber, tezgâhtar, lokantacı, taksici) konuştum. Konuştuğum insanlar belediye ve/veya merkezi hükümet temsilcilerinin kendileri için çalıştıklarından pek emin değiller. Slogan mı yanlış yerde, biz mi yanlış yerdeyiz, diye soruyorlar. Kuşku ve sorularında haksız değiller.

.

İki Mardin var. Biri, herkesin fotoğraflarından tanıdığı, bir dağın yamacına kurulu eski Mardin. Yazı serin tutan, kışın insanı üşütmeyen evlerin Mardin’i. Yüz, belki bin yıllar içinde oluşmuş, doğayla uyumlu kentleşmenin dünyadaki en güzel örneklerinden biri. Tıraş olduğum berberin anlattıklarına göre, 1979’da burası sit alanı ilan ediliyor. 1980’li yıllarda insanlar, eski şehrin önündeki düzlükte yerleşmeye başlıyor. Küçük adımlarla başlayan bu yerleşme 2000’lerin başına kadar göze batıcı, aykırı bir durum sergilemiyor. Ancak 2004’ten bu yana, başka bir gence göre son 5-6 yılda şirazesinden çıkıyor. Şimdi, 2018 itibarıyla, yeni şehir, yukarı şehirle tam bir tezat teşkil ediyor. Yeni Mardin rastgele yerleştirilmiş, otoparksız, çocuk oyun sahaları olmayan 15-20 katlı beton bloklar tarlası. Aslında, Mardin’in başına gelen ülkenin her yerinde gördüğümüz talan ve yıkımın bir örneği.

Geçmişte Mardin’i görenlerin, bilenlerin inanamayacağı şey ise minik Mardin’in tek ve biricik caddesine (Vali Ozan Caddesi) şimdi bir battıçıktı yapılıyor olması. Siyasi düşüncesi ne olursa olsun hilafsız herkes bu battı-çıktı projesinin hikmetini anlamış değil. Sohbet ettiğim insanlar Mardin’in öncelikli ve asıl ihtiyacının bir çevre yolu olduğunu söylüyor. Battı çıktının, eğer yapılacaksa, çevre yolu ile beraber düşünüldüğünde işe yarayacağını ekliyorlar. Gelin görün ki plansız, izansız, öngörüsüz, arsız ve hayâsız betonlaşma yüzünden çevre yolu geçirilecek alan kalmamış yeni Mardin’de. Geciken battıçıktı inşaatı her gün trafik kazalarına da sebep olurken, tozu, toprağı ve gürültüsüyle sokağa çıkmayı sevimsiz bir hale getiriyor.

.

Sıcak bir iklimde şehir parklarının ne kadar hayati olduğu herkesin malumudur. Buna rağmen, merkezdeki tek parktaki (Karayolları Parkı, adı 15 Temmuz Şehitler parkı olmuş) bir kısım ağaçlar kesilip yerine, dört minareli bir cami yapılmış. Camiyi yaptıran işadamı Şakir Nuhoğlu (ŞN) camiye kendi adını vermiş. Caminin karşısında soyadını taşıyan bir otelin de sahibi olan ŞN, havaalanı yolu kenarındaki Türkmen Dağı'nı (kireç çıkarmak için) oyarak, eriterek Mardin halkına hizmete(!)devam ediyor. İstanbul’a döndüğümüz gün Kızıltepeli kadınlar fabrikadan çıkan duman ve tozun ilçe insanını hasta ettiğini söyleyerek yolu trafiğe kapatmışlar.

Doğanın, kentlerin katli Mardin ile İstanbul arasındaki kader, kardeşlik bağının esas bir unsuru ise, bu iki kenti, aslında ülkedeki tüm kentleri birbirine bağlayan ikinci esas unsur da devletin, gelişigüzel kondurulmasına izin verdiği, kenti işgal etmiş yüksek beton binalar gibi sadece hissedilen değil, gözle görülen, insanın gözüne sokulan baskısı. Karayollarındaki, şehir giriş çıkışlarındaki güvenlik noktalarından ayrı, küçük Mardin’in göbeğindeki polis bariyerleri, polisler ve onların zırhlı araçları (akrepler, kirpiler, tomalar vb.), göğsü fişeklik sarılı özel kuvvet mensupları şehrin beton dikitleri gibi görünür, ortada. Manzarayı umumiye özelikle şehirlerarasındaki aydınlatma direklerine, şehirde oraya buraya asılı Türk bayrakları ile tamamlanıyor. Bayram değil seyran değil, neden bu kadar çok bayrak, sorusu ister istemez, 1453’den beri bir türlü fethi tamamlanamayan İstanbul gibi, Mardin de mi hâlâ fethedilmeye çalışılıyor, sorusunu akla getiriyor.

.

O zaman, Mardin Büyükşehir Belediyesi kime çalışıyor? Buraya kadar yazılanlardan belediyenin mesaisinin çoğunu imar işlerine ayırdığını, yüklenici dostu bir belediye olduğu söylenebilir. Merkezi hükümetin, yani valiliğin en çok para harcadığı kalemlerden birinin güvenlik saplantısından kaynaklandığı da aşikâr. Bu noktada, şunu da ekleyelim ki Mardin valisi aynı zamanda Mardin büyükşehir belediye başkanı. Tam iki yıl önce, Mardin valisi, RTE imzalı 30 Mayıs 2016 tarihli bir genelge ile Mardin Büyük Şehir Belediye Başkanlığı!na kayyım olarak atanmış. Dolayısıyla belediye ile merkezi hükümeti temsil eden kurumlar iç içe geçmiş durumda. Mardin Büyükşehir Belediyesi merkezi hükümetin emrine girmiş demek de yanlış olmayacaktır. Bu iç içe geçmişliğin, yani beton sevicilikle, güvenlik saplantısının hemzemin olduğu en manidar örnek, havaalanı yolu üzerinde, şehrin hemen dışında bir tepeciğin üstüne yapılan, inşaatı süren kocaman bir emniyet sarayı. Halk, yol, hava kirliliği, yeşil alan gibi sorunlarla cebelleşirken, bu küçücük kente kale gibi kocaman bir emniyet sarayı dikmek çok tartışmalı, pek de aydınlık olmayan bir gelecek tasavvurunun dışavurumu olsa gerektir.

Alışıldık bir gezi yazısı olmaktan çıkmış bu yazıyı toparlarsak, İstanbul ve Mardin’de ve aslında, tüm ülkede olduğu gibi, devletin artan baskısı (uzatılan OHAL rejimi) ile ülkedeki betonlaşma arasında bir ilişki var. Aynen, OHAL’in uzatılması ile grevlerin bastırılması ve iş cinayetlerinin artarak sürmesi gibi bir ilişki. Yani ne kadar çok baskı varsa o kadar çok betonlaşıyor ülke, o kadar çok doğa ve kent, kır cinayeti işleniyor.

.

İşte bu yüzden, tüm ülkeye, tüm canlılarına zarar veren betonlaşma ve baskı ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi? Hayat kanıtı değil mi? İstesek de istemesek de birbirimizin her yönden çağdaşıyız.* İşte, Mardin ile İstanbul’u, hatta Madrid’i ve bir dolu dünya kentini de kardeş kılan şey bu. Bunu görmeli; özgürlük, eşitlik ve adaleti bu topraklara getirmek için buna göre davranmalı.

*Cemal Süreya’nın “Siz, Saatleri” adlı düzyazı şiirinde şöyle bir bölüm paragraf vardır ki yazımın son paragrafını esinledi bana:

Yüz yıl sonra bugün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönde çağdaşıyız. (Cemal Süreya, Sevda Sözleri, sayfa 237)

Etiketler OHAL rejimi