Yalancının mumu dolara kadar yanar!

Hükümet, kontrolü altındaki devletin yayınladığı istatistiklerle oynama gücüne sahip. Ancak söz konusu olan bir istatistik değil de dolar kuru gibi bir serbest piyasa fiyatı olduğunda hükumet iktisat biliminin duvarına toslamakta. Kısacası yalancının mumu dolara kadar yanmakta!

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Murat Kubilay

İktidar partisinin yöneticilerine göre enflasyon ve işsizlik birazcık öksürtse de Türkiye ekonomisi uçuyor. Diğer taraftan vatandaşın cebine fazla bir şey girmeyince, kimse yüzde 7,4 büyümeye inanmıyor. Enflasyonun yüzde 10,9 olduğuna çarşı pazara giden kimse ikna olmuyor. Kahvehaneler işsiz doluyken yüzde 10,6’lık işsizliğe kimsenin aklı ermiyor. Sokaktaki ekonomi ile resmi istatistiklerdeki ekonomi arasındaki uyuşmazlık had safhada. Öyleyse birileri bize yalan söylüyor. Peki bu yalancının mumu, neden hep doları görünce sönüveriyor?

Kısaca üstte ismi geçen verilerin nasıl hazırlandıklarına değinelim. Büyüme oranının hesaplanabilmesi için iki ayrı döneme ait üretimi ölçmek gerek. Bu ölçümler nasıl gerçekleştiriliyor? Tüm ekonominin kayıt içinde olduğu ve her şeyin bu kayıtlardan faydalanılarak rahatça ölçülebildiği bir durum yok. Hayal kırıklığı yaratmak istemem ama hesaplamaların bir kısmı anketlere dayanmakta. Mesela turizm gelirleri? Elbette her turistin ne yiyip ne içtiğini ve nerede kaldığını tespit edip kesin bir hesaba ulaşmak mümkün değil. Bu nedenle bu noktada TÜİK’in yaptığı “Yabancı Ziyaretçiler Anketi” kullanılıyor.

Tahmin edersiniz ki istihdam istatistikleri de böyle hazırlanıyor. Türkiye’de işsiz olan herkesin devlete beyan verme durumu yok. Bu duruma çalışanların bile sadece yüzde 67,8’sinin kayıtlı olduğu bir ülkede hiç şaşırmamak lazım. İşsiz sayılmak için çalışma isteğinde olup da iş bulamayanlardan olmanız gerek. Başka bir ifadeyle ev kadınıysanız işsiz sayılmıyorsunuz. Kendi tercihinizle işgücü piyasasının dışında yer aldığınız notu verilere düşülüyor. Size hiç çalışma isteğinde olup olmadığınız soruldu mu? “Hanehalkı İşgücü Anketi” size denk gelmediyse, cevabınız hayır. Hemen belirtelim bu anketin kapsamı hiç de dar değil, her hafta yaklaşık 44 bin kişiye bu sorular yöneltiliyor.

Şaşıracaksınız ancak bu temel göstergeler arasında anketlerin en az kullanıldığı enflasyon oranı. Çünkü enflasyon oranı hesaplamasında 81 il ve 73 ilçede birçok ürün fiyatları tek tek kayıt altına alınarak hesaplamalar yapılıyor. Örneğin Migros veya Bim geziliyor; Opet veya Petrol Ofisi’nden fiyat alınıyor. Tabii ki sıra enflasyonun hesaplandığı tüketici sepetini belirlemek olduğunda bu sefer devreye TÜİK’in uyguladığı “Hanehalkı Bütçe Anketi” giriyor.

Bu istatistiklerin hesaplanmasında kullanılan yöntemler bilimsel ve evrensel. Başka bir ifadeyle ister İsveç ister ABD olsun istatistikler bu şekilde hesaplanmakta. Fakat her istatistiksel hesaplama belirli varsayımlar gerektirir. Anketin yapılacağı örneklem, soruların niteliği ve anketörlerin dış görünümünün olası etkilerinden bahsetmiyorum bile. Anketlerden çıkan verilerin anlamlı istatistiklere dönüştürülmesi esnasında art niyete açık olan kısımları söylüyorum.

Hemen bir örnek verelim. TÜİK, GSYH hesaplama yönteminde 2016 yılında uluslararası standartlara uyum kapsamında önemli bir değişiklik yaptı. 2016 güncellemesi neticesinde aslında olduğumuzdan yüzde 18 daha zengin olduğumuzu öğrendik. Olamaz mı? Elbette mümkün, çünkü 2008 güncellemesinde de meğerse yüzde 31,6 oranında daha zengin olduğumuzu öğrenmiştik.

Kişi başına GSYH

Ancak hemen ikna olmayıp biraz daha incelemeye devam etmekte fayda var. GSYH hesaplamasında büyümeyi enflasyondan ayrıştırabilmek için baz yıl seçilmesi gerekir. Enteresan bir şekilde TÜİK yeni güncellemeler sonrasında baz yıl olarak 2009 yılını; yani Türkiye’nin 2001 krizinden beri tek daralma yaşadığı yılı seçmiş. Bu durum 2009’un ardından gelen yılların sonuçlarını göreli şişirmekte. Peki neden böyle bir seçimde bulunuldu? Bunu bilimsel olarak açıklayamayız, bu yalnızca bir tercih. Yine şüphelerimizi yoğunlaştıran birkaç noktaya daha değinelim. Böylesi değişiklikler yıl sonunda (revizesi tamamlanmış dönemde) yapılması gerekirken; devletin darbe teşebbüsü ardından yarı felç olduğu 2016 yılının 3'üncü çeyreğinde aceleyle yapıldı. Bunun tam da darbe teşebbüsünün etkisiyle ekonominin 2009 yılından sonra daraldığı ilk çeyreğe denk gelmesi tesadüf mü? Devam edelim. Bu tip kapsamlı değişikliklerde tüm veri geçmişe doğru güncellenerek istatistiksel tutarlılık sağlanması amaçlanır. Ancak eski çeyreklik verilerin güncellenmiş hallerini TÜİK nedense açıklamadı.

Şu ana kadar olan kısımda aktarmak istediğim istatistiki verilerin güvenilmezliği değil; verilerin bilgi haline dönüştürülmesinde “oynamaların” yapılabileceği suistimale açık bazı kısımları belirtmekti. Nasıl bir vatandaşın şahsi beyanı ekonomiyi iyi veya kötü göstermezse; resmi istatistiklerde de hesaplama esnasında kritik noktalardaki tercihlerden ötürü gerçekler tam olarak yansıtılamayabilir.

Türkiye’de bu istatistiklerin derlenip analiz edilmesi; yalnızca bilimsel yöntemler ve uzmanların iyi niyetli gayretiyle tarafsız bir şekilde yapılıyor mudur? Bu sorunun cevabı için 16 Nisan 2016 tarihli referandum gecesini hatırlayalım. Referandumun adil bir şekilde yürütülmesinden sorumlu Yüksek Seçim Kurulu (YSK) sizce görevini tarafsızlıkla yerine getirdi mi? Oylama gecesi Anadolu Ajansı tarafsız bilgilendirmede bulundu mu? Devletin başka bir kurumu olan TRT halk oylaması öncesinde tarafsız haber yayıncılığı yaptı mı? Öyleyse soralım: kamu yönetiminde liyakat ve şeffaflığın şüpheli olduğu bir dönemde başka bir devlet kuruluşu olan TÜİK’in tarafsızlığına güvenebilir miyiz? Bu sorunun cevabını okuyuculara bırakmak istiyorum.

Peki her türlü istatistiğe göre “iyi” durumda gözüken, hiç olmadı “fena değil” diyeceğimiz Türkiye ekonomisi; nasıl oluyor da sıra dolar kuruna geldi mi bir anda çöküş vaziyetindeki ekonomi görünümünü alıyor?

Kibir, Rehavet, Cehalet ve Dalaletin Dolarla İmtihanı isimli yazımızda “üçlü açmaz” kavramından bahsetmiştik. Kısaca belirtmek gerekirse dış finansmana muhtaç olan bir ülkede (Türkiye) sıcak para akışında yavaşlama dahi olsa (2013 sonrası) merkez bankası (TCMB) üçlü açmazın bir koşulundan feragat etmek zorunda. Daha açık bir ifadeyle ya sermaye serbestisini kaldıracak (çok ağır uluslararası sonuçları olur) ya dolar kurunun yükselişini izlemekle yetinecek ya da merkez bankası piyasanın etkisi altına girerek faiz artırımı yapmak zorunda kalacak. Türkiye’de Mayıs 2013 sonrası dönemde yaşanan hem dolar kurunun hem de piyasa faizlerinin yükselmesi oldu.

Sorumuz şu? Bir şekilde büyüme, enflasyon ve işsizliği vatandaşın hissettiğinden daha olumlu gösterebilme kabiliyetine sahip olan hükumet; doları düşürmek veya hiç olmadı düşük göstermek için sihirli bir yöntem geliştirebilir mi?

Son dönemde çokça dile getirilen bir yöntem var: “Sabit döviz kuru rejimi”. Bu sistemde TCMB’nin dolar kurunu belirli bir seviyede (örneğin 4,00) sabitlemesi gerekiyor. Asıl sıkıntı ise bu noktada başlıyor. Ya para çıkışı devam eder ve dolar talebi artıp dolar kuru yine yukarı yönlü baskı görürse? Yapılabilecek ilk şey TCMB’nin döviz rezervlerinden satış yapması. Fakat yıllık ortalama 45 milyar dolar ederinde cari açık ve 223 milyar dolarlık özel sektör net dış borcu olan bir ülkede TCMB’nin yaklaşık 32 milyar dolarlık oldukça mütevazı net rezervi ile bunu başarmak mümkün değil. Geriye tek bir yol kalıyor; faizlerin yüklü bir şekilde artırılması. Bu konuda hükumetin kesin bir şekilde isteksiz olduğunu biliyoruz. Öyleyse “piyasa dostu” bir şekilde sabit döviz kuru rejimi uygulamak imkânsız.

Ya sabit döviz kuru rejimi “kanun zoruyla” uygulanmaya kalkışılırsa? Örneğin hükumet bir kanun çıkararak dolar kurunu 4,00 seviyesine sabitliyor. Yani herkes doları bu seviyeden alıp satmak zorunda. Ancak piyasanın uygun gördüğü kur bunun üzerindeyse (bu yazı yayına hazırlandığı esnada kur 4,68) kimse elindeki doları resmi kur 4,00’dan satmayacaktır. Bu nedenle dolar ihtiyacı olanlar (dolar cinsi borçlarının vadesi gelenler ve ithalatçılar) piyasada bu fiyattan istediği doları muhtemelen bulamayacaklar; kuru sabitleyen TCMB’nin kapısını çalacaklardır. Toplu bir şekilde taleplerini ilettiklerinde TCMB’nin sınırlı rezervleri nedeniyle talepleri yine karşılanamayacak; 4,00’ın çok çok üstünde bir fiyatla soluğu döviz tefecilerinde alacaklardır. Doların kara borsaya düşeceği bu sistem muhtemelen birkaç hafta içinde çökecektir.

Doları kontrol etme amaçlı sabit döviz kuru rejimi uygulayabilmenin faiz arttırmadan ve büyük rezervleriniz olmaksızın yapılabileceği geriye tek bir yöntem kalıyor: Sermayenin giriş ve çıkışını sınırlandırmak. Acaba böyle bir durumda neler yaşanırdı? TCMB Mart 2018 istatistiklerine göre vadesi bir yıldan kısa olan borç stokumuz 122 milyar dolar. Başka bir ifadeyle önümüzdeki bir yıl içerisinde yabancılardan aldığımız bu miktarda dış borcu geri ödeme vaktimiz geldiğinde; onlara sermaye çıkışına izin vermediğimizi, paralarını dondurduğumuzu ya da daha açık bir ifadeyle rehin aldığımızı söyleyeceğiz. Türkiye’ye gelen sermayenin neredeyse tamamının ABD, Avrupa ve Körfez ile Uzakdoğu’daki Batı müttefiki ülkeler olduğunu hemen hatırlatalım. Sizce bu tip çılgın bir tercihin sonucu ne olurdu? Bu sorunun yanıtını okuyucuların hayal gücüne bırakmak istiyorum. Bununla beraber hayal güçlerine yardımcı olmak amacıyla Osmanlı Devleti’nin son günlerini anımsamalarını tavsiye ediyorum.

Elbette ekonomide hâlâ olumlu seyreden göstergeleri bütünüyle şüpheli görmemek gerek. Ancak KGF’ye dayalı büyüme veya KOSGEB’e bağlı istihdam gibi zoraki iteklemeler sürdürülemez; bu politikaların sonucu nihayetinde yalnızca kriz süresini uzatmak ve şiddetini artırmak olur.

Özetle hükümet, kontrolü altındaki devletin yayınladığı istatistiklerle oynama gücüne sahip. Ancak söz konusu olan bir istatistik değil de dolar kuru gibi bir serbest piyasa fiyatı olduğunda hükumet iktisat biliminin duvarına toslamakta. Kısacası yalancının mumu dolara kadar yanmakta!