İmar barışı: Vatandaşın açığını nereden yakalarım?

Kimisi kendisine ait olmayan bir araziyi işgal edip bina dikmiştir. Kimisi bir SİT alanı ilan edilmiş bir bölgede, tescilli yapı dahi olmayan kendi mülkü üzerinde doğramaları değiştirmiştir. Üstelik bunun için de ilgili belediyeye dünyanın rüşvetini ödemiştir. Şimdi bu durumda birincisi ile ikincisinin nasıl bir ortaklığı olabilir ki her ikisi de yüzde 3 ödesin? Siz bu durumda muhalefet olsaydınız, ne yapardınız?

Google Haberlere Abone ol

Korhan Gümüş*

“İmar barışı" adını verdikleri düzenleme neye işaret ediyor?

Söylendiği gibi bu yöntemle kaçak yapılaşmaya "nokta koymak" mümkün mü? Kapalı, tepeden inmeci yöntemlerle hazırlanan planlar, yönetmelikler ne ölçüde şehirsel hareketliliği temsil edebiliyor? Ne ölçüde denetlenebiliyor? Türkiye’deki afların imar rejiminin bir parçasını oluşturduğunu, yasaklarla afların karşılıklı bir ilişki içinde oldukları belli olmuyor mu? Eğer bu imar rejimi ile bu gerçekleşmiyorsa, sorunların kaynağına dönmek ve onu gözden geçirmek, değiştirmek için neler yapılmalı? Tasarı o kadar kısa sürede yasalaştı ki, zannedersem bu soruları tartışmaya zaman kalmadı. Ancak böyle bir oldubitti olmasa da, ortada tartışılması gereken bir sorun olduğu açık.

Evet, bir hukuk toplumunda imar afları olmaz. Gündeme gelmemesi gerekir. Ama içinde bulunduğumuz durumda bunları söylemek bir şeyi değiştirmez. Siyaset üretmeye yetmez.

Bilindiği gibi baskıcı iktidarlar zor aygıtlarıdır. Temel işleyiş prensipleri hükmettikleri toplulukları siyasette temsil etmek değil, nesneleştirmek, işaretsizleştirmektir. Ancak sanıldığı gibi bu onların daha fazla şiddet uygulamaları anlamına gelmez, hatta tersine yol açar: Kural koyma vasıflarını ortadan kaldırır. Onların buyurganlığı, tepeden bakışı, ürettikleri şiddet, arka planda “bir erteleme fazı gibi” çalışır. Örneğin “çarpık” şehirleşme, cetvelle çizildiği zaman “düzgün” olduğunu zannettiğimiz şehirleşme biçimi birbirinin karşıtı gibi gözükür. Diğer taraftan öyle olsalar da, birbirini “motive” eden kavramlar olarak da iş görüyor olabilirler.

Modern iktidar yalnızca şiddetle ayakta durmaz. Gönüllü rıza içerir. Daha doğrusu iktidar bu ikisi arasındaki bir eşikte durur. Nietzsche'nin "Aktive Vergeszlichkeit" dediği kasıtlı unutkanlık (oubliance) halini dikkate alırsak, görmemezlik de bir yetersizlik, bilgisizlik değil, bir yetenektir. Nasıl yediklerimizin büyük bir bölümünü dışarı atıyorsak (ya da her gördüğümüzü yemiyorsak) gördüğümüz şeylerin de büyük bir bölümünü statümüzü, çıkarlarımızı korumak için dışarıda tutarız. Görmemezlik, bir yetersizlik değil, kasıtlı bir bastırma girişimidir. Bu görmemezliğin iki ucu vardır, iki karşıt şekilde kendisini gösterir: Görülenin kör edici ışığı altına saklanarak! (1)

"İMAR BARIŞI" BUYURGAN DEVLETİN İŞLEMEDİĞİNİ, TEPEDEN İNME KURALLARIN BEYHUDELİĞİNİ MASKELEME GİRİŞİMİDİR 

Mehmet Özhaseki Bey de nitekim bu çelişkiyi itiraf ediyor, belediyelerin kaçak yapıları yıkmama gerekçesini nasıl bulduklarını anlatırken. “Artık kendi kendimizi kandırır hale geldik” diyor. Belediyeler kaçak yapıların yıkımı için ihale açıyorlarmış ve öyle bir fiyat veriyorlarmış ki, sonuçta kimse başvurmuyormuş. Ne güzel bir formül değil mi? Demek ki onlar da vatandaşlarla çoktan barışmışlar. Amaç vatandaşı sürekli korku içinde yaşatmak, sürekli tehdit altında tutmak. Kimi zaman korkutmak, kimi zaman rahatlatmak. Yönetimler doğrular ve yanlışlar listesi altında şekilci bir kontrol düzeni içine alınan vatandaşların acaba nereden açıkları yakalanabilir diye bakacaklar ve istedikleri zaman da, bedeli mukabili buna göz yumacaklar. Buyurgan devlet iki zıt görünüme sahip. "Şimdiye kadar göz yumduk ama bundan sonra en ağır cezaları yağdıracağız." Özhaseki Bey'in söyledikleri tam da bu noktada anlam kazanıyor: “Mecliste gündeme getireceğim yine, sert cezaların gelmesi, artık bugüne kadar olan oldu, buradaki suçun en büyük kusura da kamu hizmeti veren bizlerde, elbette merkezi idare ve yerel yönetimlerimizde. Ama bugün nokta koyuyoruz, bitiriyoruz. Bundan sonra olmamasının tek yolu da gerek bu konudaki tedbirleri alıp vatandaşları rahatlatmak, gerek bu konuda yine o kadar rahatlatıcı tedbirler alındığı halde suç işlemeye temayül varsa hem yapana hem yaptırana hem de bunu yıkmayan belediye görevlilerine cezayı en ağır şekilde vermeli. Belediye başkanlarımızın yanında bunu da söyleyelim” Asıl sorun cevaplara sahipmiş gibi yapmak. Amaçları sorunu örtmek ve bunun bir görünmeyen neden olarak kalması. Bu tür bir ifşaatlar da, karşı çıkışlar da bu oyunun bir parçasını oluşturuyor. Böylece mutlak bir kontrol toplumuna kavuşuyoruz. Kamunun özne, vatandaşın nesne olduğu. Devletin bir eli dövecek, öbür eli okşayacak. Böylece vatandaşın kuzu kuzu yönetimlere teslim olması sağlanacak.

Özhaseki Bey de "ben öyle diyorsam, öyledir" diyor. Doğruculuk politikası gerçekte kitlelerin manipüle edilmesini amaçlıyor. Yoksa Özhaseki Bey'in "bundan sonra kuralları kaldırdık, arazileri yağmalamak, yasaları çiğnemek, kaçak inşaat yapmak serbest" demesini mi bekliyorduk?

Eğer kurallar çiğnenmezse, kuralların bir anlamı kalır mı? Bu buyurgan devletin işlemediğini, tepeden inme kuralların beyhudeliğini maskeleme, vatandaşların edilgenliğini koruma girişimidir.

Kuralları çiğnerken kurallardan, cezalardan söz etmesi, aba altından sopa göstermesi gerekiyor. Buradaki paradoks Özhaseki Bey’in tam da kuralsızlığı geride bıraktığını söylerken kuralları kaldırması. Kurallara uyulan bir düzende yönetici böyle bir keyfiyete sahip olamaz. Özhaseki Bey "kontrolü çoktan kaybettik ve hiçbir zaman da geri alamayacağız" diyemiyor, elindeki devlet gücüyle, tam da seçimler öncesinde yalnızca hayatlarımızın ne kadar kırılgan olduğunu ispatlamaya girişiyor. Özhaseki Bey "üzerinde uzun zamandır çalışıyorduk, bu nedenle seçimler nedeniyle gündeme getirmedik" dese de pratik yararlar umdukları açık. Öyle tutarsızlıklar var ki, tasarıyı hazırlayanlar başka bir çareleri kalmadığı için olsa gerek, adeta bu ülkede bir kamu düzeninin olmadığını göstermek istemişler diye bile düşünebilirsiniz.

Yukarıdan gelen talimatla Boğaziçi, Tarihi Yarımada, Çanakkale Şehitliği tasarıdan çıkarılıyor, sanki ülke topraklarındaki başka değerlerin bir önemi yokmuş gibi. Neden? Akıllarına öyle esmiş. Bürokrasi hazretlerine takıldığı için ruhsat alamayan bir basit onarım ile Hazine arazisine konan devasa bir kaçak yapı aynı kefeye konuyor ve yüzde üç bedelle kayıt altına alınıyor. Üstelik bugüne kadar yasalara uygun hareket edenler de cezalandırılmış oluyor. Nereden baksanız adaletsiz. Kimisi kendisine ait olmayan bir araziyi işgal edip bina dikmiştir. Kimisi bir SİT alanı ilan edilmiş bir bölgede, tescilli yapı dahi olmayan kendi mülkü üzerinde doğramaları değiştirmiştir. Üstelik bunun için de ilgili belediyeye dünyanın rüşvetini ödemiştir. Şimdi bu durumda birincisi ile ikincisinin nasıl bir ortaklığı olabilir ki her ikisi de yüzde 3 ödesin? Siz bu durumda muhalefet olsaydınız, ne yapardınız? Hayır, ben “imar barışı” denen naneye karşıyım deseniz, 13 milyon konuttan söz ediyoruz. En azından birkaç puanlık oy kaybedersiniz. O zaman ya sessiz kalacaksınız, ki bu da inisiyatifi iktidara kaptırmak demek. Ya da açık artırmaya gireceksiniz: “Yüzde 3 fazla, olmaz. Yüzde 2 olsun!”

OTORİTER YÖNETİMLER KURALLARDAN DEĞİL, KURALLARIN ÇİĞNENMESİNDEN GÜÇ ALIRLAR

Bu girişim imar rejiminin garabetini faş ediyor: 99 depreminden sonra güya ders çıkarıldı, kayıt dışı imar girişimleri denetim altına alındı. Ancak bu felaketten sonra yapılan inşaatlara bakıldığında bunların içinde gene aynı oranda “kaçak” olduğu görülüyor. Şimdi "barış" zamanıymış. Bu duruma olsa olsa "ateşkes hali" demek daha doğru olur. Ne de olsa gene bir şey değişmeyecek. Torba yasa ile 50-70 milyar gelir elde edileceği söyleniyor. Geçmişte olduğu gibi yöneticiler de dahil, elde edilecek gelirin kimse kamu yararına kullanılacağına inanmıyor. Karşımızdaki kamu sanki aklını kaybetmiş, yalnızca “vatandaşın açığını acaba nereden yakalayabilirim” diye bakan bir kamu. Bunun için engeller çıkaran, kamu görevini şekilci kurallar çerçevesinde güya gerçekleştirirken, hiçbir sorumluluğunu yerine getirmeyen, kendi çıkarına kullanan bir kamu. Sorun bu kamuya hâlâ bizim “kamu” adını vermemiz. Yönetimler vatandaştan yalnızca para almayı biliyorlar. Ama bir yardımları dokunmuyor. Zaten belediyelerin de imarla ilgili kadroları bu kontrol sisteminin daha sınırsız işlemesi için şişirilmiş durumda. Onların bir de çalışmasını istemek sanki bir mucize beklemek. Bir yönetim komedisi içinde yaşıyoruz. Kamu yönetimleri dediğimiz şeyin yönetmekle ilgisi yok. Yalnızca kendi çıkarlarını düşünen imtiyazlı bir sınıf var karşımızda. Alternatifleri düşünmek durumunda olan siyasetçilerin bizi sıkıştırdıkları muhayyile dünyası bundan ibaret.

Oysa ki bu işlerin böyle olmadığı zamanlar da var. Örneğin belediye sınırları içindeki yapılaşma koşullarını düzenleyen ilk kapsamlı İmar Kanunu (6785 Sayılı Kanun) çıkarılmadan önce, 1957'ye kadar İstanbul'da inşa edilen sıradan binaların büyük bir çoğunluğu projesiz ve mimarsız yapılıyordu. Projesi mimarlar tarafından gerçekleştirilmiş olanlar da bu tür bir denetim içinde değillerdi. Belediyeler veya kurullar için yapılmış projelere sahip değillerdi. Yapıların çapı, işlevi bunu gerektirdiği için öyle yapılmışlardı. Ancak bunu söylemek bile ironik, binaların hiçbiri kaçak değildi. Çünkü sistem kalfaların ve yapı işkolunda yer alan emeği bugünkü gibi dışlamamıştı. Öyleyse ne zaman kaçak ya da kayıt-dışı yapılardan söz etmeye başladık, onları o zaman üretmeye başladık.

Oyuna gelmeyelim, bir taraftan hukuksuzluğa karşı çıkarken, yalnızca kötücülleştirme ile yetinmeyelim. Bu meseleyi soğukkanlı bir şekilde ele alalım. Soralım: Örneğin şehirleri nasıl planlıyoruz? Planlar ne ölçüde farklı kamu yararı kavramlarının çarpıştığı, çok merkezli bir şehirsel hareketliliği temsil edebiliyor? Önce “planlama” dedikleri şehirleri tasarlama ideallerine ve yöntemlerine dönmeli ve onu gözden geçirmeliyiz. Özhaseki Bey haklı. Artık bu sorunun çözülmesi lazım. Siyaset kurumu da bu sorunları çözme yeridir. Bu da doğru. Ama böyle hiç çözülmez. Hukuk sistemi yalnızca vatandaşa yüklenen birtakım görevlerden oluşmaz. Vatandaşın da birtakım hakları ve kamunun da yerine getirmesi gereken görevleri vardır. Kaçak yapılaşmayla ilgili durumların tekrar yaşanması halinde ağır cezaların gündeme geleceğini söylüyor, Özhaseki. Lütfen siz de böyle yapmayın, “Noktayı koyuyoruz” diyerek siz de bizi kandırmayın!

(1) Aktaran: Gayatri Spivak, Gramatoloji'ye önsöz. BilgeSu Yayıncılık, 2014 Sayfa 47

*İnsan Yerleşimleri Derneği Başkanı, mimar