Seri katillik bir felsefî konsept midir?

Seri katillik pekâlâ felsefî bir konsept sayılabilir; lâkin özenle altını çizmemiz gereken konu şudur: Bahsettiğim şey bir öneri ya da “övgü” değil, bir saptama ve bir önermedir. Ve bu önermeye şiddetle karşı çıkışın samimiyeti; meşru cinayetlerin tümünden utanç duymuş olmakla ölçülebilir.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Video Meliora Proboque Deteriora Sequor! (Ovidius)*

Ya nezaket yoksunu bir etik indirgemenin (bkz: “ama onlar insan öldürüyorlar” veya dinsel etikte; “Zeus’un üflediği nefesi Zeus’tan başkası söndüremez”) bir neticesi olarak ya da iktidar hırsı ile yapılan katliamların failleri ile –diyelim ki, “kısa adam” Hitler ile ya da belki ondan biraz daha uzunlarıyla− bir tutularak (ki bu, “eylemi itkisinden bağımsızlaştırmak” gibi dramatik bir tarihsel görgüsüzlüğün sonucudur); seri katiller, pek de hoşgörü ile karşılanmazlar. Oysaki onlar; ne etiğin konusu edilebilirler, ne de kaba politiğin bir öznesi sayılabilirler. Söz gelimi; “onları incitmek istemedim, onları sadece öldürmek istedim” diyen David Berkowitz (ki güleç hâline bakılırsa bundan pek de pişman değildi) etiğin konusu olamayacak kadar “amaçtan yoksun”dur. Bu yolla, hangi türden eylemlerin etiğin konusu edilip hangi türden eylemlerin edilemeyeceğini de kestirmek mümkündür: Eylem, kendisi dışında başka bir amaç içinse (örneğin; para için, iktidar için, toprak için ya da kaba doyum içinse) bu türden bir eylem, pekâlâ etiğin konusu olabilir. Eğer ki eylemin tek amacı yine kendisi ise (örneğin Berkowitz gibi “öldürmenin amacı sadece öldürmek” ya da Kierkegaardyen anlamda “yürümenin amacı sadece yürümek”se) bu türden bir eylem, etiğin konusu edilemez. Gel gelelim, seri katiller etik ya da politik özneler değillerse soruyu şuradan sormamız gerekecektir: Seri katillerin “tarihsel olan”daki yerleri nedir; eşsoruyla, seri katillik aslında felsefî bir konsept midir?

Her şey apak ve kesilmeye hazır… (Gottfried Benn)

Dilerseniz (bu da politik bir bilmecedir, “dilemeseniz de öyle olacak” mânâsına gelir) şuradan başlayalım: Albert Hamilton Fish’i (nâmıdiğer “yamyam”ı) Friedrich Nietzsche’den ayıran; daha kaba söylersek, Nietzsche bir filozof, Hamilton Fish’i bir yamyam kılan şey nedir? Biyografik temelde; ikisi de beş yaşında iken babalarının ölümleriyle yaşamları boyu sürecek ruhsal bunalımın içine doğmuşlardır. İkisi de birer “gezgin”, birer “bedenden azâde”, birer “bezgin”dir ve (ne hoş ki ben de burada kendilerine eşlik edebilirim:) ikisi de bir türlü geçmek bilmeyen “baş ağrıları”ndan muzdariptir. Aradaki fark ise, tarihsel açıdan oldukça albenili görünmektedir: Nietzsche, yazgısına “nefret”iyle hâkim olurken (yazgısının efendisi), Hamilton Fish yazgısını “hınç”ına teslim etmiştir (yazgısının kölesi). Buradaki fark kesinlikle felsefî bir fark değil; tamamıyla dramatiktir. Pekâlâ, “insanlığın tek bir boynu olsaydı ve o da benim ellerimde dursaydı” dileğinin sahibi Carl Panzram ile, böylesi bir teklif kendisine sunulmuş olsa asla reddetmeyecek olan Otto Weininger arasındaki fark da, en az Nietzsche ve Hamilton Fish arasındaki fark kadar dramatiktir. Weininger’in kendi bedeni ile çekişmesi, Panzram’da başka bedenlere yönelir. Bir başka örnekte, annesine duyduğu öfkeyi önce başka kadınlara yönelten ve nihayet annesini de öldüren Edmund Kemper ile (ki kendisinin dev cüssesi ve dolgun zekâsı büyüleyicidir) annesine yönelmiş hiddetini klâsik bir mizojiniye dönüştüren Arthur Schopenhauer arasında da kritik bir ayrım bulunur: Schopenhauer’un dilsel çekişmesi, Edmund Kemper ile eyleme bürünecektir.

Ölüm de serindir, gölgesinde hiçbir tanrı barınmaz. (Albert Camus)

Tüm bu örnekler; Ted Bundy’ye ve Albert Camus’ye, Aileen Wuornos’a ve Valerie Solanas’a (ki kendisi de Andy Warhol’u öldürmeye teşebbüs etmiştir), Jeffrey Dahmer’e, Charles Manson’a ya da Richard Ramirez’e; Søren Kierkegaard’ya, Franz Kafka’ya ya da Georges Bataille’e (ki kendisinin birisini–en azından kendisini– öldürmemesi şaşkınlık vericidir) kadar genişletilebilir. Lütfen dikkatinizi cezbetsin; tüm bu örnekler tek bir tarihsel noktada buluşur: “Otoriteden pay almamak”. Otoriteden pay alan zarâfetten ve tarihsellikten ne kadar nasipsizse, otoriteden pay almayan ve etiğe konu edilemeyecek her türden tarihsel öge de zarâfette o kadar varsıldır. Gel gelelim tüm bunların ışığında, seri katillik pekâlâ felsefî bir konsept sayılabilir; lâkin özenle altını çizmemiz gereken konu şudur: Bahsettiğim şey bir öneri ya da “övgü” değil, bir saptama ve bir önermedir. Ve bu önermeye şiddetle karşı çıkışın samimiyeti; meşru cinayetlerin tümünden (devletler, ordular, birlikler eliyle işlenenler) utanç duymuş olmakla ölçülebilir. Eğer ki meşru cinayetlerin tümüne dair bir utanç kırıntısı beslemiyorsanız, buradaki önermeye şiddetle karşı çıkışınız pek nafiledir. Ezcümle Charles Manson’dan iki alıntı ile bitirmek isterim:

“Bana yukarıdan bakarsanız aptalın tekini görürsünüz.

Bana aşağıdan bakarsanız Tanrı'yı görürsünüz.

Bana tam karşıdan bakarsanız kendinizi görürsünüz.”

“Ben kimseyi öldürmedim, kimseyi öldürtmedim, bıçaklarıyla üzerinize gelen çocuklar, onlar sizin çocuklarınız, onlara ben öğretmedim. Siz öğrettiniz.”

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.

Dipnot:

*İyi yolu görüyor, takdir ediyorum. Fakat kötü yoldan gidiyorum.