Laiklik dış politikada da kazandırır

Son yıllarda din ve mezhep eksenlerinde izlenen politikaların ülkemizi nasıl bir yalnızlığa ve bölgesel savaşların kıyısına sürüklediği, neredeyse herkesle kavgalı hale getirdiği ortadadır. Oysa laik anlayış ve çizgide izlenen dış politikalar döneminde Türkiye itibar edilen, güvenilir bir ülkeydi. Bu nedenle, dış politikamızı nesnel ulusal çıkarlarımız ve gereklerine göre yürütmemiz için tekrar laik bir eksene oturtmamız gerekiyor.

Google Haberlere Abone ol

Faruk Loğoğlu*

Türkiye baş döndürücü bir dönüşüm içinden geçiyor. Siyaset, ekonomi, sosyal yaşam, eğitim, adalet, ahlak dahil gerek toplumsal gerek özel hayatımızın hemen her boyutunda değişim, sorunlar ve sınamalar yaşamaktayız. Toplumun geleneksel dikişleri atmakta ve dengeler her planda alt üst olmaktadır.

Peki, nereye gidiyoruz? Bu sorunun yanıtının siyah ile beyaz kadar farklı olması her şeyden önce toplumsal kutuplaşmanın ciddiyet ve derinliğine işaret ediyor. Durumdan memnun olanlar, olumlu bulanlar var. Ancak onlar kadar, rahatsız, hatta gelecekten umutsuz olanlar var. Farkında olmayanlar veya durumu umursamayanlar da arada bir yerdeler. Dolayısıyla bu aradaki kitleyi de “memnunlar” cephesine koymamız gerekiyor. Son zamanların seçim sonuçlarını ölçü olarak alırsak, toplumdaki bölünme aşağı yukarı yarı yarıya. Diğer bir deyişle, Türkiye bugünkü haliyle, karşıt yüzde 50’lerin zıtlaşmalarıyla dönüşen bir toplum. Dönüşümün rotasını iktidarda olanlar belirliyor. Ve bu dönüşüm bizi ileriye değil, geriye; aydınlığa değil karanlığa doğru sürüklemekte. Elbette sağlıksız ve sürdürülemez bir durum. Oysa Türkiye çağdaş uygarlık ekseninde yükselmeye, ilerlemeye muktedir, layık ve mecburdur. Sorunlarımızı yaratan ve yaşayanlar bizler olduğumuza göre bunları gidermek de bizim sorumluluğumuz ve işimizdir.

O halde ne yapmamız gerekiyor? Nereye gitmek istiyoruz? Herhalde hepimizin kabul edeceği üzere hedefimiz güven, huzur ve refah içinde yaşayan bir toplum ve dünyada barış, istikrar ve kalkınmaya katkı yapan bir ülke olmaktır. Diğer bir deyişle, hedefimiz demokrasi, hukuk devleti, adil ve çoğulcu bir toplum düzenidir. Dolayısıyla yapmamız gereken, bizi bu hedefe ulaştıracak bir yol izlemektir.

Peki nasıl? Önce önemli bir yanlış algıyı düzeltmemiz gerekiyor. Evet, modern Türkiye yüzünü hep Batı'ya dönmüş, Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin özellikle yasal alt yapısını Batılı ülkelerin düzenlemelerini devşirerek oluşturmuştur. Fakat Atatürk ve arkadaşları hedeflerini sırf Batılılaşmak olarak değil daha geniş bir anlamda uygarlık yarışında önde olan bir Türkiye olarak tasarlamışlardır. Barış, adalet, eşitlik, bilim, kalkınma, dayanışma, birlik gibi değerlerden oluşan daha evrensel hedefler belirlemişlerdir.

Kurucuları, Türkiye’yi altın çağını geçmişte değil, gelecekte arayan bir ülke olarak görmüşler, bilgi ve bilimi de rehber olarak almışlardır. Öyle ki bu değer ve esasları bazen Avrupa’dan bile önce yasa ve Anayasalarımıza peyderpey derç etmişler, radikal reformlarla toplumu, günün koşulları icabı, tepeden aşağı doğru dönüştürmeye çalışmışlardır.

Avrupa’yı temsil eden Avrupa Konseyi (AK) ve Avrupa Birliği’nin (AB) temelindeki değer ve ilkelere kısaca göz attığımızda bunların Cumhuriyet değerleriyle bire bir örtüştüğünü görürüz. AK, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü üzerine kuruludur. Bu bağlamda hukukun üstünlüğü insan hakları ve demokrasinin “olmazsa olmaz” koşulu olarak ayrıca vurgulanır. AB’nin dayandığı değer ve esaslar biraz daha kapsamlıdır. İlk sırada “insan onuru” yer almakta, korunması, saygı duyulması gerektiği belirtilmekte ve temel hakların kaynağı olarak sayılmaktadır. Özgürlükler, demokrasi, eşitlik ve hukukun üstünlüğü ile insan hakları bu listeyi tamamlamaktadır.

Peki, kurucularımız Türkiye Cumhuriyeti için hangi değerleri esas almışlardır? 1921’de yürürlüğe giren ilk Anayasayla birlikte Cumhuriyet rejimi tanımlanmış, sonraki Anayasalarda getirilen değişikliklerle devletin değiştirilemez temel nitelikleri demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak belirlenmiştir. Diğer hükümlerle insan hakları ve özgürlükler düzenlenmiştir. Dolayısıyla değerler ve ilkeler bakımından Avrupa’dan farklı bir konumda değiliz.

Ancak bizi dünyadan ve hatta Avrupa’dan bile ayıran önemli başka bir özelliğimiz var: Laiklik! Laikliği ilk telaffuz eden biz değiliz. Fransa’da kiliseyle uzun mücadelelerden sonra 1905 yılında din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştı. Batılı ülkelerde Fransa örneğini sonraki yıllarda bile izleyenlerin sayısı hep sınırlı kaldı. Müslüman ülkeler arasında ise hiç örneği yoktu. Türkiye, İslam dünyasında laikliği benimseyen ilk ülke oldu. Laiklik ilkesi Türkiye’ye adım adım, bilinçli olarak kazandırıldı. 3 Mart 1924 tarihinde hilafete son verildi. 1924 Anayasasındaki “devletin dini İslam dinidir” maddesi 1928 yılında kaldırıldı. 1937 yılında laiklik ilkesi Anayasa maddesi olarak kabul edildi. 1961 ve 1982 anayasalarında laiklik devletin değiştirilemez niteliklerinden biri olarak belirlendi.

Laiklik neden önemlidir? Çünkü laiklik ilkesinin apayrı bir toplumsal işlevi vardır ve bu işlem, geçerli olduğu yerlerde, Müslüman, Hristiyan, Musevi ve diğerleri, kısacası her toplum için geçerlidir. Mutlak eşitleyicidir. Çünkü inançlar arasında fark gözetmez, ayırım veya sıralama yapmaz. Bütün dinler, mezhepler ve inançlar devlet önünde bir, herkes din ve vicdan özgürlüğüne eşit olarak sahiptir. Bu nedenle laiklik tüm inançların gerçek koruyucusu ve teminatıdır. Siyasi planda da bütün bireyler eşit sayıldığı için laiklik demokratik katılımın da temel bir unsurudur. Sosyal planda ise cinsiyet eşitliğinin temelidir.

Dış ilişkilerimizde de durum farklı değildir. Son yıllarda din ve mezhep eksenlerinde izlenen politikaların ülkemizi nasıl bir yalnızlığa ve bölgesel savaşların kıyısına sürüklediği, neredeyse herkesle kavgalı hale getirdiği ortadadır. Oysa laik anlayış ve çizgide izlenen dış politikalar döneminde Türkiye itibar edilen, güvenilir bir ülkeydi. Bu nedenle, dış politikamızı nesnel ulusal çıkarlarımız ve gereklerine göre yürütmemiz için tekrar laik bir eksene oturtmamız gerekiyor.

Sonuç olarak, Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye’nin geleceği için bıraktıkları en değerli miras Cumhuriyetin temeli ve rehberi olarak gördükleri laiklik ilkesidir. Bu ilke yıpratıldığı, içi boşaltıldığı ve yeri hurafelerle doldurulmaya kalkışıldığı takdirde, Türkiye gerileyecektir. Oysa laiklik, demokrasi, sosyal ve hukuk devletinin bünyesinde dolaşan kandır ve toplumun yaşam gıdasıdır. Bu gerçeğe uygun hareket edebildiğimiz ölçüde ise Türkiye ilerleyecek, gelişecek ve yükselecektir. 24 Haziran seçimlerinden sonra laikliğin toplumsal bir sözleşmenin ana unsurlarından biri olarak önemle vurgulanması ve toplum tarafından doğru algılanmasının sağlanması ülkemizin önünü açacaktır."

*Emekli Diplomat, eski CHP milletvekili