Demirtaş’a oy vermek için dört felsefî neden

Bu yazı, sevgili Selahattin Demirtaş’ın şahsında bir yazı olmaktan çok uzak, dolayısıyla da ne sevgili Demirtaş’ın ne de bir başkasının borazancılığına soyunmuş da değildir. Gel gelelim, kendimi böylesi basit ideallere teslim etmiş olsaydım, sıradan bir borazancı olmaktansa, borazancıbaşı olacak kadar da nefesime güvenirdim.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Bis repetita placent… (Horace)*

Bu yazıyı bir “seçmen” olarak değil (ki “seçmen” sözcüğü, içerisinde sevimlileştirilmiş ataerkiyi, gönüllü köleliği ve meşru kılınmış despotizmi barındırmasıyla günümüzün en tehlikeli ikinci kavramıdır); tarihin Zweigvâri kaygılı, Nietzschevâri öfkeli lâkin her şeye rağmen Faulknervâri umutlu bir yurttaşı ve en çok da Flora Hanım’ın, onun sokaklardaki arkadaşlarının daha iyi ve daha hür sokaklarda miyavlayabilmelerini arzu eden bir yâreni, bir arkadaşı olarak yazıyorum. Demokrasinin “iyi” bir yönetim şekli olduğuna dair beslediğim inanç, karşımdaki kanepenin birazdan bir Hölderlin şiiri okuyacak olduğuna dair beslediğim inançtan daha fazla değil: Hatta objektif olmam gerekse (Descartes bağışlasın); kanepenin, şiirin ilk satırını anımsayamamasından dolayı böyle suskun kaldığını düşünerek, “İyi bir şeydir insanın uzaktan bakabilmesi hayata,” diye ona sufle verebilirim. Bu bahis bir kenara; amacım demokrasiyi yüceltmek, demokratı onurlandırmak, oy kullanmaya teşvik etmek ya da “umudu sandığa hapsetmek” değil; bilakis, tarihin neresinde durduğumuzu keşfetmeye cesaret edebilmek (Audere est facere!)** ve tarihin bütün yurttaşlarını bu minvalde motive edebilmektir.

Bis repetita non placent! (Horace)***

Elzemdir ki, şunu da belirteyim; bu yazı, sevgili Selahattin Demirtaş’ın şahsında bir yazı olmaktan çok uzak, dolayısıyla da ne sevgili Demirtaş’ın ne de bir başkasının borazancılığına soyunmuş da değildir. Gel gelelim, kendimi böylesi basit ideallere teslim etmiş olsaydım, sıradan bir borazancı olmaktansa, borazancıbaşı olacak kadar da nefesime güvenirdim. Gelmek istediğim asıl mesele ise şudur: Bugün, “politik olan” tüm kabalığı ile zihinlerimize ve inceliğimize hücum ederken, bugünün notunu tarihe “bir şekilde” düşmek bir yurttaşlık ödevine dönüşmüştür. Tarih, zannedildiği gibi otoriteler tarafından yazılmaz; bilakis, tarihin bâki yazarları, otoriteye karşı çıkışın özneleridir. Sevgili Demirtaş da (nâmıdiğer “şapşik”) bu öznelerden birisidir. Politik olarak ise şu anki “tek seçenek” olarak gözükmektedir. Ne de olsa; kaybedilmemiş onur, kazanılmış her türlü zaferden evlâ, her türlü alt edişten yeğdir. Bu hâlde, mâlumunuz dört sebebe geçebiliriz, lütfediniz…

Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir. (Roland Barthes)

i. Otorite tarih boyunca, kendisine karşıt olan söylemi ezmeyi ve o söylemi dillendiren özneyi ise tutsak etmeyi kendisine şiar edinmiştir. Zaten otoritenin varlıkta kalması da buna bağlıdır. En bilindik örnekler Sokrates’in yargılanarak idama mahkûm edilmesi, Boethius’un yargılanmadan infaz edilişi ya da Spinoza’nın aforozu... Elbette bu örneklerle Demirtaş’ı bir tutma gafletiyle onu “küçük düşürmek” arzusunda değilim. Lâkin otoritenin karşısında olanın yanında olmak ve bunu “sembolik” de olsa belli etmek tarihsel bir ödevdir. Demirtaş’a vereceğimiz “sembolik” oy, bugünün politiğinde belki hiçbir anlam ifade etmeyecektir ama emin olunuz, “tarihsel olan” mânâyı da takdir edecektir.

ii. Tarih, otoriter paradigmaların yıkılışının tozu dumanı arasından yükselir. Üstelik paradigmanın yıkılışı, zannedildiği kadar gürültülü değildir; örneğin bugün bir paradigma yıkılırsa (belki ben bunu yazarken yıkılıyordur), sesini işitmek için yeryüzüne iki defa kulak vermek gerekir. Kopernik Devrimi’ni düşününüz. Aristotelesçi-Batlamyusçu evren modeli bir anda ve büyük bir gürültü kopararak yıkılmadı elbette, birkaç zarif ve birkaç sakin, kendinden emin adımla yıkıldı. Kopernik, o gün için bir alay konusu, Bruno ise bir vatan haini idi (ve diri diri yakılmayı bu sebepten hak etmişti!) ama bugün bir devrimin önderleri olarak anılıyorlar. Öyleyse, bugün karşı karşıya kaldığımız baskın paradigmayı da birkaç zarif dokunuşla yerle-bir etmemiz mümkün. Örneğin yine “sembolik” olarak, Demirtaş’a destek vermekle, onun yanında durmakla işe başlayabiliriz. Sonrası elbet gelecektir.

iii. Öte yandan tarih, siyahı ve beyazı kestirmekte, siyahın ve beyazın ayırdına varmakta yeteneksiz bir gözlemcidir. Renkler birbiri içinedir, koyulaşır, bozlaşır, açılır. Tarihsel eylem de böyledir; Nietzsche metinleri gibi geçişken, kestirilemez ve öngörülemezdir. Tarihin yurttaşı, neyi-ne zaman-nasıl eyleyeceğine bugün karar verir ve eylemin bir şeyi değiştirip değiştirmeyeceği yönündeki düşünce, eylem etiğine aykırı bir pazarlık şeklidir. Bir şeyi değiştirmese bile, eylem eylemdir. Saf tutmak, saf tutmaktır…

iv. Son olarak tarihzamanda şu an neler olmakta? Herakleitos insan soyunun gürültülü oradalığından kaçıp bir dağ başına sığınmakta, Dostoyevski bir “vatan haini” olarak idam edilmekten şans eseri kurtulmakta, Victor Hugo sürgün edilmekte, Nietzsche Torino sokaklarında çıldırmanın çizgilerini adımlamakta, Kafka işyerine “sürüklenmekte”, Kierkegaard daha rahat edebileceği pabuçlar aramakta, Woolf depresyonunu atlatamayacağının farkına varmakta, Weininger bedenini keşfe çıkmış ve Rimbaud buğdaylar arasında bir şiir tutturmakta. Biz ne yapmaktayız, ne yapmalıyız? Tedirgin gözlerle tarihin nereye akacağını mı seyretmeliyiz, yoksa akmakta olan tarihle birlikte mi sürüklenmeliyiz?

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Nietzsche yâr, Camus yardımcınız olsun.

Notlar:

*Tekrar eden baştan çıkarır.

**Cesaret etmek, yapmaktır.

***İki kez tekrar eden artık baştan çıkarmaz.