Özgürlük ve zorunluluklar dünyası

Biz aslında zorunluluklar dünyasında yaşıyoruz. Sadece yasaların bir boyunduruk gibi insanı kuşatmış olduğu zorunluluk değil, bir bütün olarak zorunluluklar dünyası. Eğer toplumda zorunluluğu içermeyen bir tek olay olsa o zaman özgürlüğe de gerek kalmazdı.

Google Haberlere Abone ol

Bayram Kaya

Özgürlük; insanlık tarihinin üzerinde en fazla konuştuğu sözcük, uğruna en ağır bedellerin ödendiği umut, yüzyıllarca kölelerin, yoksulların, mahkumların peşinden koştuğu bir rüya, gençliğe gelecek vadeden büyülü sözcük.

Her ulusun tarihinde özgürlük sevdalıları vardır: Parayı, pulu mevkiyi reddeden, insanların özgürlüğü için hayatını ortaya koyan, özgürlüğün rüyasını gören. Özgürlük sevdalıları, Spartaküs gibi unutulmaz isimlerdir. Diktatör seviciler de vardır her milletin tarihinde, en iğrenç en çirkin, en pis işlerin insanlarıdır onlar.

Nereden gelir özgürlük sorunu? Niçin dünyanın dört bir yanında insanlar özgürlük isterler? Neden Türkiye’de bilim insanları ve gazeteciler tutuklanır, hapishanelere tıkılır, özgürlüklerinden mahrum bırakılırlar? Neden Türkiye 70 bin genci hapishanelere doldurur? Bu ''zorunluluk'' niye? Soruların yanıtı özgürlük kavramı içinde mevcut. Özgürlüğümüz aslında koşullar ve zorunluluklarımız ile doğrudan ilişkili. Biz aslında zorunluluklar dünyasında yaşıyoruz. Sadece yasaların bir boyunduruk gibi insanı kuşatmış olduğu zorunluluk değil, bir bütün olarak zorunluluklar dünyası. Eğer toplumda zorunluluğu içermeyen bir tek olay olsa o zaman özgürlüğe de gerek kalmazdı.

İçinde yaşadığımız topluma kendi istenç ve irademiz ile düşmedik, koşulların ürünüyüz; ancak, bu koşulları kabullenecek miyiz yoksa koşulları değiştirmeye, koşulları yaşanabilir kılmanın mücadelesine mi girişeceğiz? Hangi toplumsal koşulların ürünüyüz? Koşulların insanları yarattığı gibi insanlar da o mevcut koşulları değiştirir, hatta insanlar da koşulları yaratırlar. Biz bu ''koşullar ve zorunlulukların'' bilincine varmaya başladığımızda özgürlüğün kilidini çevirmeye başlarız; koşulları lehimize çevirdikçe ''özgürlükler dünyası'' büyüyecektir. Özgürlük sadece zorunluluğun bilincine varmakla, zorunluluğu kavramakla (Hegel) ulaşılacak bir ilişki değil; devamla zorunluluklar dünyasını değiştirmekle (Marx) ilgilidir.

İnsanların çabaları çatışmıştır daima ve karşılıklı birbirlerine engel olmuşlardır. Bundan dolayı toplumlarda daima zorunluluk hüküm sürmüştür. Özgürlük bu zorunluluğun, karanlığın aydınlandığı noktadır. Bu tarih içinde ortaya çıkar ve ''zorunluluğu'' bütünler, ondan ayrı değildir. Tarihte insan istenci ile tanrı istenci daima çatışmıştı. Homeros anlatır: ''Tanrı kışkırttı mı, insanın göğsündeki yürek buyuracaktır'' ama insan anladığında, Zeus gibi tanrıları kendi düşüncesinde kendi gibi yarattığını zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına büyük bir adım atacak özgürlüğü, aydınlanmayı gerçekleştirecekti.

Bütün bireyler tarafından bilinçli olarak istenen özgürlüğe karşın amaçlanan özgürlük çok seyrek olarak gerçekleşir. Çoğunlukla amaçlar birbiriyle çatışır, birbirlerine karşı dururlar. Kendi kendilerine gerçekleşmez özgürlükler, onları gerçekleştirecek araçlar yeterliyse özgürlüğün ışığı parlar. Böyle olduğu için sayısız bireysel irade ve eylemin çatışması tarihsel alanda hüküm sürer. İnsanlar bilinçli olarak istedikleri özgürlüklerini elde ederek tarihe çıkarlar. Diğer bir ifadeyle, başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin çatışmasının hayat üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi özgürlüğü oluşturur.

Her birey, her toplumsal sınıf, hayatı bir ucundan tutar bir yöne çeker, kendi çıkarlarına göre bilinçli olarak yaparlar bunu ama bazen bu istençlerin hiçbirisi gerçekleşmez toplumsal hayat hiç kimsenin istemediği bir yöne de evrilebilir, tarih böyle irade dışı yönelimlere de uğrar; ama ne olursa olsun toplum, çeşitlerin birliği, isterseniz ''karşıtların birliği'' anlayın, yerinde saymaz, durmadan hareket eder.

İnsanlık tarihinde nice karanlık evreler mevcut, nice gericilik yılları yaşandı ama hepsi geçti. ''Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür''. Felsefi olarak özgürlük ne doğa yasaları karşısında ne de tarihsel gericilik gibi zorunluluklar karşısında düşlemlenmiş bir bağımsızlık da değil ama bu zorunluluğun bilinmesinde ve bu bilme aracılığıyla, bunların belirli amaçlar için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağıdır.

Özgürlük olanağını kim kullanacak? Özgürlük bireyin ve kitlelerin bilinçli eylemiyle olası. Öyleyse bireyin maddi ve manevi varlığı da önemli; kafasının içinde özgürlük ve özgürlüğün ne olduğunun da ayırt edilmesinin belli prensipleri olmalı. Yani ne yaptığını bile bile karar verme yetisinden başka bir şey olmayan bireyin irade özgürlüğü burada çok önemlidir. ''Belirli bir sorun üzerinde bir adamın yargısı ne kadar özgürse bu yargının metnini belirleyen zorunluluk o kadar büyüktür''. Kafasının içinde çok sayıda çelişik karar arasında, canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan tercihler bireyin özgür olmadığını, aydınlatacağı karanlığın egemenliği altında bulunduğunu gösterir. Özgürlük, hem kendimiz hem de toplumsal koşullar-zorunluluklar ve toplum bilgisi üzerine hakim olmayı gerektirir. Böylece özgürlük zorunlu olarak tarihsel gelişmenin bir ürünüdür. Özgürlük felsefi anlamıyla ve en basit tanımıyla, bir toplumsal köşegen duruma göre, nüfusun bir bölümünün toplumu sola, nüfusun diğer bölümünün ise toplumu sağa çekmesiyle, ya da nüfusun diğer güçlerinin farklı farklı ara yönelimlere çekmesiyle ve bu güçlerin paralel-kenarında veya ''bileşmiş'' kuvvetinde yeni siyasi ağırlık noktaları, yani önceki toplumsal köşegene göre gerçek toplumsal ''yeni''nin oluşmasıdır. Bu çekme ve çatışma sürecinde ''yeni bir durum'' ve ''yeni özgürlük alanları'' ortaya çıkar. Bazı güçler siyaseten kaybeder bazı yeni güçler 'toplumsal bileşke kuvvetin' asli unsurları olurlar. Eski güçler geleneksel özünde yeni ayarlamalar yaparlar, sürece tekrar müdahale olanağı ararlar ama hiçbir şey toplumsal olarak bitmez tükenmez. Yeni 'özgürlük durumu', yeni bir 'tez', onun karşı-tezi üretilir, süreçte yeni bir bileşke, sentez, bireşim doğar. Bu durmadan sürer.

Nüfusun bütün kesimleri için tek bir özgürlükten söz edemeyiz. Birisi için özgürlük bir başkası için karanlıktır, zorunluluktur. Avrupa’da burjuva demokratik devrimler, burjuva sınıfı ve onun müttefiki işçiler köylüler için görece bir özgürlük idi ama eski egemen sınıflar, feodaller ve dini egemen kesimler için büyük bir özgürlük kaybıydı. Buna rağmen Avrupa herkesin görece bir arada yaşayabildiği, devlet ile halk arasında yaşanabilir ara-form süreçler ortaya koymadı değil ama bu tür dönemlerin görece geçici, özgürlük mücadelesinin ise sürekli olduğunu görebilmeliyiz.

Buna göre özgürlük elbette sağ ile sol arasında bir ''ortalama bölge'' ve ''kişisel denklem'' değil, hatta ve hatta toplumsal özgürlükler bir istenç ve irade özgürlüğü de değil ama istenç ve irademizin ortaya çıkan toplumsal özgürlük -siz toplumsal baskı anlayın- ile sürekli çatıştığını unutmayalım. Yani özgürlüklerin doğumunu kavga ve çatışma kolaylaştırmaktadır.

Her yeni özgürlük durumunun ''ahlaki'' sorumluluğu, bilinçli güdüler ve edinilmiş akla göre alma anıklığından başka bir anlamı olmayan özgürlük üzerine kurulur. Basit bir yasa aracılığıyla özgürlük adına neler yapılır neler. Özgürlüklerini bu basit yasalara bağlayanlar toplumun dinamik bileşke kuvvetlerinden habersiz olarak saraylarında rahat oturacaklarını sanırlar. Nice sultan, sarayında çıkarlarının, egoist hazlarının esiri oldu. Sonunda kralların, sultanların, imparatorların saltanatları, dünyada bir sigara külü dahi olmayanların tutuşturduğu özgürlük ateşinde yandı kül oldu.

KOŞULLARIN ÜRÜNÜ İNSAN O KOŞULLARI DEĞİŞTİRİR

İnsanlar iradeleri dışında tercihleri olmayan bir dünyaya düşerler demiştik. İlk insanlar en esaslı durumda bile hayvanlar kadar az özgürdürler ama insansal her adım özgürlüğe doğru atılmış bir adımdır. Sürtünme ile ateş yakmasını doğadan çekip alan insan, doğa karşısında büyük bir özgürlük kazandı. Ama atomu parçalayan, elektriği bulan insan onun büyük özgürleştirici devriminin tadını alır, sürtünme ile ateş yakma onu geride bırakır. Doğa karşısında özgürleşen, ateş misali doğanın yasalarını bulan insan, toplumsal ve bireysel olarak da özgürleşmeye başlar. Kölecilik gibi en koyu gerici sistemleri yıkar. Ortaçağ ve feodalizme karşı özgürlüğün bayrağını kaldırıp dalgalandırır. Paris Komünü, Rus, Çin ve Küba devrimleri özgürlük arayışında çok önemli birer duraktı. Özgürlük gerçek değerini bu tarihsel yeni-hareketlerle kazanır, her zaman güncel mesele olur. Özgürlük mücadeleleri özgürlüğe yeni anlamlar katar. Hiçbir koşulda vazgeçemeyeceğimiz özgürlük, düşünce özgürlüğü ve irade özgürlüğü, bu özgürleştirici hareketler sürecinde ortaya çıkar.

Özgürlük tartışmalarının bütün çıkış noktaları, bizi, tercihimiz olmayan bir dünyaya düşmüş olmamıza ve ürünü olduğumuz kendi koşullarımızı değiştirmek istememize götürür. İnsan dünyaya bir kez geldikten sonra bilinciyle düşünerek özgürlüğünü kurar. İnsan iradesi, fizyolojik, psikolojik, nörolojik, biyolojik, ekonomik ve tarihsel koşulların ürünüdür ama insan kendi koşullarını değiştirmiş kendi kendisini özgürce belirleyebilmiştir. Bu belirleyiş felsefenin en can alıcı tartışma noktalarından birisidir. İnsan doğanın ve toplumun bir ürünüdür, bir belirlenmişlik içindedir. İnsan dünyaya gelmişse gelmeyeceğim demek şansı yoktur; hangi dönemde hangi anne babanın çocuğu olarak dünyaya geleceği ile ilgili bir tercihi de olamaz. Tek şansı bilinçli varlık olmasıdır; insan düşünür, örümceğin içgüdüsü ile kurduğu ağına benzer bir hayatı düşüncesinde kurar. İnsanın düşüncesi doğanın basit bir yansıması değildir; tam tersine, insan yaratır, doğada ve toplumda gördüğünü, tecrübesini edindiğini bilincinde ''yeniden yaratır''. Bu yaratım bile insanın verili ve sunulu koşulları değil özgür hayatı tercih edeceğinin göstergesidir. İşte düşünce özgürlüğü bunun için önemlidir. İçinde bulunduğu maddi tarihsel zorunluluğu ve koşulları aşması, koşullanmışlığı kırması, belirlenmişliği kabul etmemesi için ''irade özgürlüğü'' ve ''düşünce özgürlüğü'' en temel konudur. Bunun içindir ki memleketin egemenleri ''özgürlükçü düşünce''ye duvarlar örerler, onun topluma ulaşmaması için ellerinden geleni arkalarına koymazlar, düşünceyi yayan tüm araçları denetim altına almak isterler. Çünkü özgürlükçü fikirler yayıldıkça çok güçlü bir maddi silah haline dönüşüyorlar.

Özgürlüklerin engel tanımaz yükselişi ''huzursuzluğa yol açıyor'' görüşü Kant tarafından özgürlüğe tepki olarak dile getirilmiş, ve özgürlük üzerine şube düşmesine yol açmıştı. Oysa Kant özgürlüklerin neyi yıktığını görüyordu ama devrimlerin durmayacağı görüşü onu ürkütüyordu ve ''ahlak'' tarafından önü kesilmiş bir özgürlük postülası ortaya attı. Kant özgürlüğü ahlaki ödev üzerinden tanımlar, başka bir deyişle ödevin ve yükümlülüklerin ifade ettiği gereklilikten dolayı insan iradesinin özgür olduğunu varsayar. Yani, özgürlük, iradenin ''ahlak yasası'' dışında başka her şeyden bağımsız olması, diye tanımlanır. Kant'a göre bir insan ödevini gerçekleştirme ya da ahlaki bir buyruğu yerine getirip getirmeme özgürlüğünden yoksunsa nasıl olupta sorumlu ya da bir takım ödevler alan bir insan olabilir? Bunun için insanda irade özgürlüğünü önsel varsayar, özgürlüğü bir postüla olarak algılar. Kant, bilimi, düşünceyi, özgürlüğü sınırlar imana-inanca yol verir.

Oysa özgürlükçülük, zorunlulukçuluğun karşısında yer alır ve insanın iradesine mutlak bir özgürlük tanır. Bu, insanın ne yaptığını bile bile yapma yetisidir. İnsan iradesi dış baskılar, zorluklar karşısında olduğu gibi, günümüzde çokça dile getirilen ''üst akıl'' karşısında da kendi kendini belirler: Düşünce özgürlüğü, dini inançlardan, batıl itikatlardan bağımsız, otoritelere güvenmeyen, mantık kuralları ve epistemolojiye uygun olarak gelişen, ilerlemesinde hiçbir sınır tanımayan düşünce, bilim ve felsefeye verilen addır.

Türkiye, düşünce özgürlüğünü tarih boyunca hiç tadamadı. Türkiye’nin zorunlulukları, koşulları (yoksulluk, diktatörlük, demokrasi sorunu, ulusal sorun, vb.) daima düşünceye zincir vurdu. Ne Ortaçağ'da Şeyh Bedrettin'ler ne de modern zamanlarda Namık Kemal’ler özgürlüğün ışığıyla aydınlanabildiler. 1960'lar bir soluk olarak özgürlüğün algılandığı yıllardı ama cuntalar cuntaları izledi.

Jön-Türklerin hapishanede çıkardıkları gazetenin başlığı altında şu sözler vardı:

Dönmez vatan evladı azmi civan-merdaneden

Sürgün ile idam ile türlü türlü zülüm ile

Ancak, yeni-Osmanlılar, Jöntürkler bir taraftan Osmanlı’ya baş kaldırıyorlar diğer taraftan onun karanlığının egemenliğine giriyorlardı, kendilerini Osmanlı’dan koparamamışlardı. Bir taraftan modernizme, bilime, bilgiye vurgu yapıyorlar, diğer taraftan dini inançlar üzerinden Allah’ın yeryüzündeki son temsilcisi Osmanlı sultanına sıkı sıkıya bağlanıyorlardı. Batı'ya gittiklerinde de Özgürlükçü (Locke, Rousseau, Volter, vb.) düşünürleri değil, diktatörlüklerin ideologlarını (Comte, Durkheim, Spencer, Littre, vb.) okuyup yararlandılar. Oysa, özgürlük, başkaldırı demektir. Demokrasiyi savunan herkes, mutlak bir otorite sergileyen baskıcı yönetimlerin iş başından başka yöntemlerle uzaklaştırılmadıkları zaman başkaldırının haklı olduğunu düşünür. Bu türden zorba diktatörlükler için başkaldırı zorunlu bir haktır. Gerçek demokrasi ancak ekonomik eşitliğe ve düşünce özgürlüğüne dayanabilir. Modern Çağ hukuku, yurttaşların özgürlük ve eşitlik için doğuştan vazgeçilmez hakları ve kendi yazgılarını belirleme güçleri yoluyla katıldıkları bir toplumsal sözleşme üzerine yükselir.

Sonuç olarak insan yaşamı zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına yürüyüştür. İnsan bu yürüyüş içinde gelişmiştir. Zaman olur bu yürüyüş en sert koşullarda başlar ve sürer ama koşullar ne olursa olsun özgürlük için kavgadan kaçılmaz. Ölümüne savaşılır.