Emperyalist saldırganlığı protesto edenlere hayasızca parmak sallayanların derdi ne? - İrfan Aktan’a yanıt

Afrin'de çekilmeye dair bir sürü karanlık nokta ortada dururken, İHH Başkanı Yıldırım’ı eleştiriyormuş gibi yapıp, ABD ve müttefiklerinin füzelerine karşı eylem yapanlarla dalga geçmek, hatta daha da ileri gidip, ‘bunlar zaten Afrin düşerken başka konuda eylem yaptılar‘ diyerek hayasızlıkla suçlamak neyin nesi oluyor?

Google Haberlere Abone ol

A. Ekber Doğan*

Gazete Duvar yazarlarından İrfan Aktan güncel bağlamını İHH Başkanı Bülent Yıldırım'ın kamuoyunda büyük tepki toplayan ''Suriye'ye atılan füzeleri yetersiz görüyoruz'' açıklamasının oluşturduğu sanısını uyandıran ''Hayasız Taraftarlık'' başlıklı bir yazı kaleme almış:

Yazı fena değil, fakat spotu bende derin bir hayal kırıklığı uyandırdığı için önce Aktan’a kişisel bir mail attım, sonra da bu yazıyı kaleme almaya başladım.

Spot aynen şöyleydi:

''TSK ve cihatçıların Efrîn’i ele geçirdiği gün yüzünü öte yana dönen, ama ABD’nin saldırısını “Haydutlar sahnede” manşetiyle karşılayan “hakiki” anti-emperyalistlerin tutarsızlığını tartışmak, ABD’nin saldırısına tepki gösteren “komünistlerin” Efrîn'in ele geçirildiği 18 Mart günü belediye zammını protesto etmekle meşgul olduğunu hatırlatmak durumundayız. Zira “talihi” ezilenlerden yana çevirmek için hayalı bir taraftarlığa, tutarlılığa ihtiyaç varken bundan geri durmak sadece muktedirin işine yarar.''

Yılların başarılı gazeteci yazarı Aktan‘a ilk olarak, bahsettiğin belediye zammını protesto eylemi nerede olmuş, kim yapmış, o grup komünistlere ne kadar genellenebilir sorusuyla başlamak isterim. Buna gazeteciliğin temel kurallarını hiçe sayarak böyle bir spot yazıp, onun arkasından komünistleri çoğunun hiç de hazzetmedikleri Jean Baudrillard'ın sözleriyle dövmeye kalkmak ne kadar insaflı ve hakkaniyetli sorusunu da eklemek isterim.

Hiç hakkaniyetli değil, çünkü Afrin operasyonu sırasında gözaltına alınan TTB yönetiminden, Halkevleri yöneticilerine, sosyal medya paylaşımları yüzünden gözaltına alınıp tutuklananlardan, en son Boğaziçi Üniversitesi'nde lokumcuları protesto ettikleri için tutuklanan öğrencilere uzanan bir yelpazede bedel ödeyenlerin çoğunluğu kendisine sosyalistim (aynı anlama gelmek üzere komünistim) diyen insanlardı.

Aktan’ın yaptığı bu haksızlık, tam da sol liberallerin yazılarında yaygın görülen bir ‘lütufkar muhalefet’ örneği. Kimi, neyi eleştireceksen eleştir, ama önce daha solunda olanlara bir iki kroşe çak ki kendine daha fazla hitap alanı açasın ve liberalizm içinde bir yerlere tekabül ettiğin muktedirlerin çok fazla hışmına uğramayasın. Maalesef bu tutumun alıcısı yüksek olsa gerek ki yazı çok okunan yazılar kategorisinde göründü. Bu tutumla çok okunur olmak, muktedirlerin karşısında ahlaklı olmayı getirdi mi hiç emin değilim.

Bunun yanında, Aktan’ın salvolarının işaret ettiği meseleyi yalnızca sol liberal lütufkarlıktan ve alıcısının yüksekliğinden ibaret de görmemek gerekir. Olayın bir de siyasi açıdan daha önemli sayılacak, Kürdi bir yanı var.

ABD'NİN IRAK İŞGALİ SIRASINDAKİNE BENZEYEN TAVIRLAR

Kendisi farkında mıdır bilinmez ama Aktangillerin zoruna giden sosyalistlerin, Kürt hareketi hayırhah bakar, ANF’ye Halepçe haberleri koyarken, onlardan farklı bir tutum sergilemiş olmasıdır. Yani, tam bir emperyalist küstahlık ve zorbalıkla Suriye'ye bombalar yağdıran ABD ve Fransa'yı ikirciksiz biçimde protesto etmesidir. İşte tam da bu nedenle Aktan‘ın yazısı, ''Kürt hareketi, mücadelesi her şeyin üstündedir mentalitesindeki bir çevrenin'' anti-emperyalist sola bir biçimde parmak sallamasını ifade eder. Ezilen bir halk adına sallanıyormuş izlenimi verdiği için güçlü olan bu tavrın, Türkiye sosyalist hareketini kendi tarihsel ilkelerine, değerlerine ve kendi coğrafyasındaki potansiyellere yaslanan bir eylemlilik ve dil geliştirme noktasında ciddi anlamda geriye çekici etkiler yarattığını çekinmeden dillendirmek gerekir.

Türkiyeli sosyalistlere anti-emperyalizmi yasaklayan bu tavırla ilk kez bugün karşılaşmıyoruz. ABD'nin Irak işgali sırasında (yani 2003-4'teki) karşımıza çıkan bu tavırla. Kürt sorunu çözülmedikçe ve giriftleştikçe de daha çok karşılaşacak gibiyiz. Önemli olan iki tarafın sol aydınlarının da bu tavrın yarattığı olumsuzlukların bilincinde hareket etmesidir.

ESKİDEN TÜRKİYE SOSYALİSTLERİNİN YAPTIĞI HAKSIZLIĞI BUGÜN KÜRT HAREKETİ YAPMAMALI

Kürt hareketinin şu anki bir politik eğiliminden farklı bir tutum takınmayı, hem de anti-kapitalizmin gereği olan anti-emperyalist duruşu bu şekilde önce ti’ye alıp, sonra da aşağılamak, Türkiye’nin iki devrimci-demokratik gücüne de zarar verecek yüzeysel bir tutumdur. Bu noktada, Kürt hareketinden arkadaşlara Türkiye sosyalist hareketinin yakın zamana kadar sergilediği, hamilik konumundan konuşan, kendi acil sorunlarını her şeyin önüne koyan, modernist monolitik tavrı bugün kendilerinin sergilediğini söylemek gerekiyor. Açmak gerekirse, eskiden pek çok çelişki ve sosyal sorun gibi Kürt sorunun çözümü de Türkiye’de anti-kapitalist devrime indirgeniyordu, şimdi ise bütün sorunlar Kürt sorununun çözümü sonrasına ertelenmek isteniyor.

Bu kendi gerçekliği, doğrusu ve örgütünü bir siyasal coğrafyadaki, hatta dünyadaki tek doğru gören modernist monolitik akıldır. Şu noktada o kadar demokratik modernite diyorsunuz, artık kendi doğrularınızın tek doğru olduğu düşüncesine kapılmayın lütfen demek gerekiyor. Bunun anlamı, Kürt hareketiyle Türkiye sosyalist hareketini ontolojik olarak ayrı düşünülmeyecek, birisi diğerinden ayrı yönlerde hareket edemeyecek siyasal hareket ve aktörler olarak düşünmekten vazgeçmek gerektiğidir. Adı üstünde ulusal demokratik bir hareketle, anti-kapitalist/emperyalist sosyal kurtuluş mücadelesi verenlerin tutum ve çıkarlarının kimi durumlarda ayrışabileceğini iki tarafın da kabul etmesi şu noktada belki de en sağlıklısı. Elbette, iki sosyal muhalefet gücü birbirine yaslanarak ortak bir hattan yürüsün ancak hareketlerin sosyal karakterleri nedeniyle bunun olamayacağı durumların da mümkün olabileceği gerçeğiyle barışık olmak, şu anki yıpratıcı tutumlar ve ilişkilerden daha sağlıklı gibi gözüküyor.

AFRİN'DE GERÇEKTE NE OLDUĞUNU BİLİYOR MUYUZ?

Afrin saldırısıyla ilgili haberleri yakından izleyenler, Erdoğan'ın 15 Mart’taki "Afrin bu akşama düşecek" sözleriyle irkildiler. Herkesin içine ‘bu işte bir bit yeniği var’ şüphesi düştü. Çünkü ilk bir ay Türkiye ve cihatçı ÖSO güçlerine 5 km'lik ceplerin ötesine geçme şansı vermeyen YPG-YPJ, Raco'da JÖH-PÖH timlerine sınır yakınlarında yapılan büyük saldırıdan sonra hızla geri çekilmeye başladı. Kürt hareketinin yarı-resmi haber kanalı ANF'de ''Çağın Direnişi'' spotları kaldırıldı. Erdoğan açıklama yaptığı gün, YPG-YPJ ilçelerde/beldelerde çok fazla direniş göstermeden Afrin'e çekilmişti. Perde arkasında bir takım pazarlıkların döndüğü Afrin'den çekilme açıklaması yapıldıktan sonra açık biçimde ortaya çıktı.

Bu hızlı geri çekilmenin arkasındaki pazarlıklara dair ilk bilgiler de Suriye devletine yakın bilgi kaynaklarıyla ilişkili olduğu anlaşılan Gazete Duvar yazarı, Musa Özuğurlu'dan geldi. Özuğurlu’nun kısa süre içinde sonuçları netleşecek dediği pazarlıklar üç gün sonra tam anlamıyla doğrulanmış oldu. Şimdi kimse, azıcık siyasi dertleri ve feraseti olan insanlardan, Kürt hareketinin ''kent ve şehir zarar görmesin diye çekildik'' sözlerine inanmasını beklemesin.

Ortada bir sürü gizli pazarlıklar dönüp, Afrin için dertlenen, bir şeyler yapmaya çalışan insanların çoğunun bunlara dair hiçbir bilgisi olmamasının yıkıcı sonuçları oluyor. Halkın ve insan teklerinin siyasal eylemlerinin neden ve sonuçlarına dair bir kontrolü, yönlendiriciliği, yani iradesi olduğuna dair inancını, ez cümle siyasal özneleşme potansiyellerini yok eden bir tavır bu. Bu tavrın, ister ulusal ister sosyal kurtuluşçu olsun herhangi bir devrimci hareketin asla tevessül etmemesi gereken bir tutum olduğunu görmek gerekiyor. Hayatının iradesini elinde tuttuğuna inancını yitiren, hareketin/örgütün kendisini nesneleştirdiğini hisseden insanlar büyük bir siyasal yabancılaşma ve duyarsızlaşma (apati) yaşar. Bu noktadan sonra siyasal/kamusal insan vasıflarından uzaklaşan bu insanlar, belki sadece kendisini düşman görenler saldırınca direnmeye çalışır. Fakat direnme eylemi de açıklanmayan, gizli-kapaklı süreçlerle boşa düşürülürse, bu insanların içindeki siyasal özneleşmeye, kamusal insan olmaya dair son kırıntılar da yok edilmiş olur.

Bu noktada Aktan ve onun gibi yerli yersiz komünistlere saldıranlara şöyle sormalı: Afrin'de çekilmeye dair bir sürü karanlık nokta ortada dururken, İHH Başkanı Yıldırım’ı eleştiriyormuş gibi yapıp, ABD ve müttefiklerinin füzelerine karşı eylem yapanlarla dalga geçmek, hatta daha da ileri gidip, ‘bunlar zaten Afrin düşerken başka konuda eylem yaptılar‘ diyerek hayasızlıkla suçlamak neyin nesi oluyor?

"Komünistler hayasızca yüz çevirdi de şehir ele geçirildikten sonra Kürt hareketi ne yaptı?" diye sormak da gerekiyor. Ağır baskı koşullarından dolayı, Afrin işgaline karşı elle tutulur bir sokak protestosu yapmamış olabilir, peki şehir düştükten üç gün sonraki, Diyarbakır Newroz'unda, 'Öcalan’la müzakere masasına dönülsün'‚ 'Barış istiyoruz' tarzı beklenti yaratıcı çağrıları öne çıkarmaya ne demeli? Bunlar, 'Afrin fatihi', Erdoğan‘ın Newroz'dan kısa bir süre sonra Diyarbakır’a gidip, sivil toplumdan temsilcileriyle görüşmeler yapabileceği bir normalleştirmeye, hatta açılım söylemlerine alan açan beklentici açıklamalar işlevi görmedi mi?

GİZLİ DİPLOMASİ VE SOSYALİST SİYASET

Ortada bir gizli diplomasi olduğu, pek çok gelişmeyi de bu diplomasi ve sıkça değişen dengelerin belirlediği gören gözler için oldukça açık. Gizli diplomasi yürütüyor diye ulusal karakterli bir hareketi, hele de günümüz Suriye ve Irak gerçekleri içinde mahkum edecek değilim. Ancak bu gizli diplomasinin sosyal mücadele, siyasi özneleşme düzlemlerinde ciddi sorunlara yol açtığı da daha fazla göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek. 7 Haziran seçimleri ve Suruç saldırısı sonrası başlayan demokratik özerklik ilanları ve şehir savaşlarının bölgede HDP’ye oy veren, 2000’ler boyunca her gün sokak eylemleri içindeki halkı nasıl bir siyasi depolitizasyona ittiği ortada deyip, susayım.

Her olayda, neden başladığı, nereye evrildiği, nasıl sonuçlandığına mücadele edenlerin değil, gizli diplomasi yürütenlerin karar veriyor olması görüntüsü ve algısı, açık alanda siyasi-sosyal mücadele yürütenler için her seferinde boşa düşmek, her çatışmanın kaybedeni olmak ve nihayetinde siyaseten tasfiye olmak anlamını taşıyor. Kent savaşları sırasında olan da buydu şimdi olan da... Açık siyaset yürütenlerin ortada ne olup bittiğine dair bilgisi onca sınırlıyken, müdahale kanalları ve şansından da yoksunken, başka bir coğrafyada ulusal sorundan başka zeminler ve sorunlar üzerinden bir sosyal kurtuluş mücadelesi yürütmeye çalışanların bütün enerjisi, kadrolarını ve olanaklarını gizli diplomasiyle iş yapanların karar verdiği mücadelelere vakfetmesini beklemek doğru mudur?

Savaş gibi bir olay söz konusuyken gizli diplomasiyle yol alınması Bolşeviklerin Ekim Devrimi'ne gidilen süreçte geçici hükümete karşı en büyük eleştirisiydi. Troçki'nin öncülüğünde geliştirilen ve devrim sonrasında hayata geçirilen bu politikaya göre; burjuva devletlerle pazarlıklar açık ve belli politik ilkelere bağlı biçimde yapılacak, konuşulanlardan ve alınıp, verilen herşeyden herkesin haberi olacaktı. Sovyetler Birliği Stalin'den sonra bu siyasetten vazgeçti elbette ancak gizli diplomasiye karşı olma ilkesi devrimci hareketlerin mensuplarına ve halklara karşı tarihsel bir sorumluğu olmayı sürdürdüğünü düşünüyorum.

PARMAK SALLANANLAR NE YAPMALI?

Kimle ne zaman, ne anlaşma yaptığı belli olmayan, nerede-neden çekildiği, neden saldırdığının bilgisine açık alanda siyasi-sosyal mücadele yürütenlerin sahip olmadığı (ki daha önce söylediğim üzere bunların bir kısmı ulusal bir hareket için meşru da olabilir) bir hareketin değişen ittifak ve manevralarına bağlı biçimde gelişen olayların, gündemlerin peşine takılmanın siyaset yapmakla bir ilgisinin kalmadığı, artık bir son bulması gerektiği açıktır. Türkiye'de diktaya, OHAL'e, iç savaş tehditlerine ve onun zora dayalı neoliberal yağmasına karşı mücadele edenler, Kürt sorununun demokratik-barışçı yollardan çözülmesini de içeren yeni bir politik hattı oluştururlarsa anlamlı bir siyasi varlık gösterme şansını yakalar. Marx’ın sevdiği bir sözle bitireyim: Hic Rhodus, hic salta!

*Muhriç Barış Akademisyeni