Bir kuşkulandırma: Schopenhauer bilmeden sevişmek mümkün müdür?

Schopenhauer insanı çıplak/çırılçıplak bırakmıştır! Ve tarih bize şunu her zaman fısıldar: Otoritenin en korktuğu şey, çıplak insan bedenidir. Neden? Otorite, siz uyurken giysilerinizi parçalayan kurnaz terzidir. Sizin muhtaçlığınız, onun varlık nedenidir.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Virginibus puerisque canto! (Horatius)

İlk “erotik varlık” yeryüzünde belireli beri, erotik paradigma sürekli değişmiş; bilhassa modern dönemle birlikte ise (ki “modern dönem” kendisiyle çelişen ve kendisini inkâr eden bir söz öbeğidir) bu paradigma politik olana iyiden iyiye endekslenmiştir. Lâkin geliniz görünüz ki, “tarihsel olan”, “politik olan”ı –politik öznenin tüm kurnazlıklarına, saldırganlığına ve gözü dönmüşlüğüne rağmen– her zaman alt etmeyi bilmiş, erotiğin derinliğine de kendi derinliğinden cömertçe eklemiştir. Mimnermos’un Lidyalı bir flütçü kıza (Nanno’ya) yazdığı şiirde, “Hayat nedir, zevk nedir, altın Aphroditesiz?” deyişindeki ya da Sappho’nun kendi kendisine, “Elinden ne vermek gelir / her şeyi olan Aphrodite gibi birine?” diye soruşundaki “erotik macera” (bugünün erotik macerası Sünbülzâde Vehbî ile Walt Whitman’ı karşılaştırmalı okumaktır), o günler için pek de anlam ifade etmeyebilir. Lâkin üzerlerinden neredeyse yirmi yedi asır geçmiş olan Sappho ve Mimnermos (bunu söylerken belki bir asır daha geçmiştir) bugün için pek çok erotik anlama hâizdir. Çünkü tarihsel olan, kendisinde-saklı olandır ve on asır öncesinin politik zorbalığına kurban gitmekte olan Abélard ve Héloïse’i bugün için “bulunamayacak ve asla ölçülemeyecek bir bırakıt” kılan da işte bu saklılığın mucizesidir. Gel gelelim, bütün bunların Schopenhauer ile ya da bugün sevişmenin imkânıyla ne ilgisi vardır?

Evvelâ asıl mevzuya girişmezden önce (“asıl mevzu” aslında –kutsal uzlaşıdan peyda− bir kuyruklu yalandır ama yazar böyle bir “asıl mevzu”nun var olduğuna inanma düşkünlüğüyle yazma eylemine “aklınca” esrarengiz bir hava katar) şu dipnotu düşmem gerekiyor: –Kierkegaard’nun satır arasında bahsettiği üzere− kentte herkesin bir şeyle uğraştığını gören Diyojen’in, bir şeyle uğraşıyor olmak adına sokaklarda fıçısını yuvarlaması misali (ki sanırım bu tarihin en sempatik toplum eleştirisidir); bugün de hemen herkesin bir uğraşının olması, “gündelik-şey”in yüceltilerek başıboş olanın şeytanlaştırılması, erotik olanı da bu koşuşturmanın değersiz bir parçası olmaya zorluyor. Öyleyse bu hengâme içerisinde “erotik özne”nin bir hayal ürünü olması gereklidir ki; aslında bugün bu hayali kurabilen kimse bile seçilmiş (seçilmişlik, seçim yapan bir üst-özneye gönderme yapmaz; tıpkı “fırlatılmışlık” gibi) bir kimse olarak bellenmelidir. Ama yine de perspektifi gündelikten tarihsele doğru genişletirsek, bu tür bir kurcalama her koşulda elzemdir: Öyleyse şimdi sizi Schopenhauer’un muzip düşünhânesine davet etmek için daha kararlı davranabilirim.

Tu, deorum hominumque tyranne, Amor! (Euripides)

Hemen bütün klâsik felsefe anlatıcıları; Platon’u, Aristoteles’i Descartes’ı ve ekseriyetle de Kant’ı, anlatının direnç noktası olarak kabul etmekte ısrarcı davranırlar. Otorite için de oldukça memnuniyet verici ve iştah kabartıcıdır bu; aşırılıktan, tehlikeden ve pornografiden (âh Dani Daniels) uzak böylesi bir anlatı, otoritenin söylemini kırmak şöyle dursun, bir icâzet metni olarak bile kolaylıkla kullanılabilirdir. Benim anlatım ise, klâsik anlatıdan dramatik şekilde ayrılır: Herakleitos’u, Spinoza’yı, Kierkegaard’yu, Schopenhauer’u ya da Nietzsche’yi direnç noktası alan bir anlatı pekâlâ kaygı vericidir. Schopenhauer’un buradaki “tarihsel durumu” ise çarpıcıdır; ölümü ve seksi konuşma, “geceye cesaret etme” cüreti Schopenhauer’un gözü karalığının eseridir. Lâkin yine de Schopenhauer felsefesi ve erotik olan arasında direkt bir bağ kurmanın yıpratıcı kurgusundan uzak durarak, Schopenhauer bilmenin epistemik bir sıyrılma olması nedeniyle erotik bir eşik olduğunu vurgulamak istiyorum. Bunca lâf kalabalığının ulaşacağı yer işte burasıdır (yazar ağzındaki baklayı nihayet çıkarır): Sevişmeye cüret etmek, Schopenhauer’un yaşadığı ve bize yaşattığı epistemik (coşkun) kırılmayı keşfetmekle mümkündür. Peki Schopenhauer aslında ne yapmıştır ve bu nasıl bir kırılmadır?

Desipere est juris gentium…

Tarihin en eski çağlarından beri insan soyunun epistemik arzusu daima “yeni”ye yönelmiş görünür. Oysaki “yeni”, başına gelerek nitelediği her şeyi anlam olarak aşağı çeken ve çoğu zaman çökerten bir ifadedir (bkz: Platonculuk/Yeni Platonculuk, Kantçılık/Yeni Kantçılık, Türkiye/Yeni Türkiye gibi). Schopenhauer’un karamsar coşkusu, “yeni”ye olan bu iştahı köreltmiş, “eski”nin diriliğini ise (kendi yüceliğinden) yüceltmiştir. Bu kırılma, tarihsel yazgının dönüşümüne sebebiyet verecek kadar büyüktür – ki ardı kesilmeksizin, Nietzsche’nin, Rimbaud’nun, Kafka’nın yeryüzünde beliregelişleri bunun apaçık ispatıdır. Bu kırılmayı kavramanın erotik olanla bağı ise oldukça mühimdir: Aklın tanrısallaştırıldığı, Tanrı’nın rasyonelleştirildiği koca koca asırların ardından, “kör bir istenç”in ortaya çıkarak insanı “çırılçıplak” bırakması, erotiğin yüzyıllardır kayıp olan anlamını kendisine iade eder. En açık ifadeyle söylersek: Schopenhauer insanı çıplak/çırılçıplak bırakmıştır! Ve tarih bize şunu her zaman fısıldar: Otoritenin en korktuğu şey, çıplak insan bedenidir. Neden? Otorite, siz uyurken giysilerinizi parçalayan kurnaz terzidir. Sizin muhtaçlığınız, onun varlık nedenidir. Peki ya çıplaksak?

In girum imus nocte et consumimur igni…

Ezcümle, işte bu sebepledir ki, Schopenhauer bilmeden sevişmek; soyunmadan ve hatta yeryüzünün bütün kıyafetleri bedenine yığılmış hâlde, zarâfetten, nezaketten ve coşkudan uzak –hatta şaraba su katmadan içmeye varacak bir incelik yoksunluğuyla– (Vinum aqua miscere) sevişmek gibidir. Hoş, politik özne size böylesi sevişmeyi bir buyruk gibi sunar, Camus’nün Faure’ü öpüşündeki ulu ortalığı, Beauvoir’nın 1952’de Chicago’daki, Nietzsche’nin 1882’de Luzern’deki çıplaklıklarını ise “ahlaksızlık”la suçlar. Siz onlara kulak asmayınız sevgililerim: Schopenhauer biliniz, Beauvoir’yı seviniz, Sartre’ı öpünüz, Woolf’ü kucaklayınız.

Kaba, biçimsiz ve pek tabii “akıllı” ağbilerin sıradan, çirkin ve gürültülü seslerini bastırmak için; içinizden gelişigüzel bir Rimbaud şiiri tekrar ediniz:

İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi

Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;

Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi

Hanza kadırgaları takamazken peşine. (Sarhoş Gemi, Çev:Sabahattin Eyuboğlu)

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun…