Hakikatin Patolojisi III: Seks, diyalektik, antinomi ve polemik

Descartes’ın çıplaklığı, Kafka’nın çekingen girişkenliği, genç Nietzsche’nin erotik savruluşu, Beauvoir’nın daim ve nahif arzusu, Camus’nün Faure’ü öpüşündeki “ortalıktalık”, Rimbaud ve Verlaine (Abélard ve Héloïse, Celan ve Bachmann) arasındaki şairâne tutku, Weininger’in kendi bedenini keşif yolculuğu ya da Oscar Wilde’ın, yaşamının son anına kadar Walt’un öpücüğünü dudaklarında hissedişindeki sarsıcı gizem..

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Dizlerimi çözen acı tatlı varlık

Baş edilmez Eros, sarsalar beni (Sappho)

“Özne” yeryüzüne düşeli beri; hakikatle olan ilişkisini, Eros’tan kaçarak/kaçınarak ve “erostik” olana çekince ile kurgulamaya çalışmakla ne büyük bir hataya düşmüştür (Abyssus Abyssum Invocat)! −Yaşamları boyunca hiç seks yapmamış olan: Herbert Spencer (ki kendisi skolyozdan muzdariptir) ya da Immanuel Kant (ki kendisi aşırı sistemcilikten ve çalışkanlıktan muzdariptir) gibi spekülatif örnekler göz ardı edilecek olursa (ya da belki bunlar “sahibinin sesi” akademisyenler için “edepli filozoflar”a şahane örnekler olabilir; bkz: eşcinsel Foucault okumayınız, bakir Kant okuyunuz)−; filozof (ve elbette şi’rin muzibi, yine bir filozof olarak şair), ölümün ve çılgınlığın öznesi olduğu gibi erotizmin de öznesidir. “Lesbos sâkini” Sappho’dan “Paris kaçkını” Rimbaud’ya, “mahfuz şehrin bekçisi” Schopenhauer’dan, “coşkungezer” Nietzsche’ye, “tutkunun dili” Héloïse’den “hürlüğün mâhiri” Beauvoir’ya, “talihsiz başlangıç” Kafka’dan “zarif depresif” Anne Sexton’a, “poetik Savurgan” Sylvia’dan “mahpus öpücük” Oscar Wilde’a (…) değin erotik, yeryüzünün anlamı ve dinamik hakikatidir. Gel gelelim bugün, ölümün ve çılgınlığın yerleştirildiği pejoratif söylem-birliği, erotik olanı da içine hapsetmekte ısrarcı gibidir. Öyleyse “kurtartılmış hakikatler” ya da Hakikatin Patolojisi serisini, erotik olan ile; yani hayata ve ölüme içkin bir nosyon olmasıyla bir “diyalektik” ve bir “antinomi” olarak bahsedeceğimiz seks ile nihayetlendirmek, mâhir bir tamamlayıcı olarak benim tarihsel ödevimdir. Lütfediniz ki, birlikte olsun…

Sevgim yalnızca birkaç sözcük bilir:

Kanına yakın olmak ne güzel! (Gottfried Benn)

Evvelâ –elzemdir ki belirteyim− erotiğin ereği üremek/çocuk yapmak değildir (tıpkı yürüyüşün ereğinin varmak, durmanın ereğinin dinlenmek, koşmanın ereğinin spor yapmak/sağlıklı olmak, okumanın ereğinin ders çıkarmak/felsefe edinmek olmadığı gibi). Bahsi geçen tüm bu eylemler tarihsel ve kendi-için eylemlerdir. Örneğin birisi size “çocuk yapmanızı” salık verdiğinde (bkz: Litvanya Reisi; “en az üç çocuk”); ona, Wittgensteinvâri bir edâyla “başkalarının derinlikleriyle oynama!” demek eylem etiğinin ivedi lüzûmudur. Lâkin bizler; derd üstü-murad üstü bir coğrafyanın hür –mü hür− bireyleri olduğumuzdan (örneğin bazı kent belediyeleri, erotiği desteklemek adına kentin her yerinden duyulabilecek şekilde; bazan Perlman, bazan Paganini ve bazansa Heifetz çalıyorlar), bu türden endişelere kapılmak için oldukça yeteneksiz ruhlara sahibiz. Öyleyse −bu yeteneksizliğimizle övünç de duyarak−, “eylem”i “tarihsel olan”da fark edip, hakikati kendisine yönelmiş erekselliği ile kavramak için artık aceleci davranabiliriz.

POLEMİĞİN ÇEKİCİLİĞİ-BEDENİN "ORADALIĞI"

Yaşam nedir, haz nedir, altın Aphrodite'siz? (Mimnermos)

Descartes’ın çıplaklığı, Kafka’nın çekingen girişkenliği, genç Nietzsche’nin erotik savruluşu (duygudaşlık kotarıp, tasasız/özyoksun savruluşunuza mânâ bulasınız diye değil), Beauvoir’nın daim ve nahif arzusu, Camus’nün Faure’ü öpüşündeki “ortalıktalık”, Rimbaud ve Verlaine (Abélard ve Héloïse, Celan ve Bachmann) arasındaki şairâne tutku, Weininger’in kendi bedenini keşif yolculuğu ya da Oscar Wilde’ın, yaşamının son anına kadar Walt’un öpücüğünü dudaklarında hissedişindeki sarsıcı gizem... Etiğin bedende başlayıp bedende nihayetlendiği, “beden”in erişilebilecek tek gerçeklik olarak “orada-belirdiği”, −aynı zamanda− bir “polemik” olarak ve lâkin satır aralarına hakikatin sızıp bütün boşlukları incelikle doldurduğu tarihsel söylem… Çılgınlığı ve ölümü de içine alacak şekilde; yaşamı tümüyle kuran/kurgulayan bir hakikat olarak, genç Schopenhauer’un (ki bu bir oksimorondur, Schopenhauer bildiğiniz gibi 57 yaşında doğmuştur) da söylediği üzere, “her şeyin hakikî özü ve nüvesi” olan erotik-tarihsel birlik…

Ve belki de tam burada; son olarak, “beden”i aşan bir hakikati ayrı bir paranteze (Ad vitam æternam) almak gerekiyor: Sartre’ın, Beauvoir’nın ve Oscar Wilde’ın öpücüklerle dolu mezar taşlarını ve de elbette Abélard ve Héloise'in Paris, Pére Lachaise Mezarlığı’ndaki yan yana, zarifâne; sonsuza uzanışlarını… Hakikat böylelikle kendi boyunu bir kez daha aşıp, bir başka anlam ve kavrayışta kendisini yeniden kurup/kurguluyor. Ve tarihin yurttaşı olan bizler için de hakikat birdenbire eşsiz bir seyirliğe dönüşüveriyor.

HAKİKATİN PATOLOJİSİ İÇİN SONUÇ GİRİŞİMİ

Yıldızlar ateşböceği zannedilmekten korkmazlar. (Tagore)

Böylelikle hakikat “tarihsel olan”da, üç kollu bir hasta olarak karşımıza dikilmiştir. Bir kolunda bir skandal olarak ölüm, bir kolunda trajik olarak çılgınlık ve diğer bir kolunda bir diyalektik ve bir antinomi olarak –ve benim mübalağamla bir polemik olarak da− seks. Bir “bedensiz beden” olarak hakikat ve tarih, bu üç kolla öyle sarılıp sarmalanmıştır ki bizi; sıyrılış, ancak budala bir politikacının, sahtekâr bir din adamının, sahibinin sesi bir okulcunun ya da kandırılmış ve kandırmaya da muktedir olan bir anne-babanın peşine takılmakla mümkündür.

Ezcümle; tarihten yurttaşlarım:

Sevişiniz, çıldırınız ve ölünüz.

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun…

Hakikatin patolojisi I: Bir skandal olarak ölümHakikatin patolojisi I: Bir skandal olarak ölüm

Hakikatin patolojisi II: Trajik olarak çılgınlıkHakikatin patolojisi II: Trajik olarak çılgınlık