Deniz burada bitiyor…

Maliyetsiz doğrularımızla teğet geçtiğimiz, katarlara teslim ettiğimiz pek çok örnek verilebilir: Çözüm süreci, 2010 referandumu, 16 Nisan referandumu ve akşamı, 7 Haziran - 1 Kasım seçimleri, istikşafi görüşmeler, 2015 Meclis Başkanı seçimi, Cumhurbaşkanlığı adaylıkları, dokunulmazlık oylamaları… Köprü üstünde karşılaşan inatçı keçiler anlatısının seyrinde olduğu gibi, doğrularımızın bu hadiselerin makus seyrindeki belirleyiciliğini görmezden gelmek mümkün mü?

Google Haberlere Abone ol

Yılmaz Ruhi Demir

“Bakınız çok enteresan”, içinden çıkamadığımız şeylerin içinden çıkmak için gereken şeyler zuhur etmiyor, beklenen çare ve çözüm çıkıp gelmiyor bir yerlerden bir türlü. Peki neden? Medya ellerinde, sermaye onlarda, yargının durumu belli. Şüphesiz doğru ve şüphesiz bunlar tarihin gördüğü en cesur tespitler. Ötekinin durumunu tahlilde bizden cesuru da yok hani. Öyle ki bu cesarette iktidarız ve iktidarımız bununla sınırlı. Kendimizin tahlili konusunda muktedir olduğumuz ise pek söylenemez.

Günaşırı yeni bir düzenleme çalıyor kapıyı. Her defasında Schindler gibi, kendimizi müstakil kurtarma operasyonları içinde buluyoruz. Seçim düzenlemesi, istismar yasası, ittifak tasarısı, tamtam sesleri… Her biri bir takım düzenlemelerle trenlere bindirilip götürülenlerimiz ve götürülen şeylerimiz arasından elini yakalayabildiklerimizi tutup bu yana çekmeye çalışıyoruz, Schindler gibi. Fakat olmuyor galiba? Ancak ve ancak şahsi, öğretilmiş ve hatta dayatılmış doğrularımızın müsaade ettiği kadarına uzanmaya çalışıyoruz ve bir süre sonra sürüklenip götürülenlerin katarında buluyoruz kendimizi. Peki ya üstünde durduğumuz zeminin sağlam olduğuna, kendi doğrularımıza duyduğumuz o toz kondurulmaz görkemli inanç yüzünden oluyorsa bunlar?

Geçtiğimiz günlerde “Yüzleşme ve Korkularımız”ı söyleşmek üzere Mine Söğüt ile buluştuğumuz bir ortamda sökün etti bu duygular aslında. Söğüt her defasında artık kötümserliğinin bir gerçekçiliğe tekabül ettiğini söyledikçe, kötü şeyler duyunca incinen ‘ama iyi şeyler de olmuyor mu?’cu arkadaşlarımızdan bir miktar homurtu yükseldi. Ve ben tam burada ayağa kalkmak ve sorarak cevaplamak istiyorum: Hayır, olmuyor!

Evet Sevilay Çelenk sevgiyle gülümsüyor, Murat Sevinç sevgiyle yazıyor, Aydın Selcen hepimize sevgili nükteler mayalıyor, Ali Topuz önce dövüyor sonra seviyor, ama hayır, iyi şeyler olmuyor. Bu sürdürülebilmiş kötülüğün çok büyük nedenlerinden bir tanesi ise pekala biziz. Ümit Kıvanç’ın tek cümle ile izah ettiği gibi bugün bizim halimizi başka yerlerdeki benzer süreçlerden farklı kılan, iktidarın değil muhalefetin karakteridir.

Adorno "Yanlış bir yaşam doğru yaşanmaz" derken artık hiç şüphe yok ki bizim türümüze sesleniyordu: Hakikat kumkumaları, nöbetçi peygamberler, iflah olmak bilmez olumlayıcılar, çılgın apolojistler, şefkatli teori otomatları, jenerik kanaat önderleri, hijyenik mahalle sakinleri, doğrucu Davut’lar… Dar anlamda “Biz” yani.

Marx ise şeyleri yanlış adlandırmayı dünyanın kaosuna ortak olmakla açıklıyormuş –‘açıklıyordu’ ev sahipliğinden soyunuyorum yüksek müsaadenizle –. Muhalif türümüzün ayırt edici bu özelliği -ev sahipliği ve yanlış adlandırma huyu- ise kendi kaosumuzun rahminden başka hiçbir şey değil. Ve kaosumuz karadır. Her şey mükemmel derecede kristalize olmuştur. Örneğin artık tabii ki barış yanlısı iken elbette bir savaşın karşısında durmayabilirsiniz. Çünkü bizde doğru olanı (Barış) söylemek bir bakıma maliyetsizdir. Yanlış (Savaş) olanı söylemek ise öyle değildir.

Orwell’in Faşizm Kehanetleri’nde ifade ettiği, dış dünyayı değiştirmeye soyunan fikirler ve çıkışlar yerine kendi siyaset prestijini yerleştirecek şeyler söylemek tam da buna karşılık gelir aslında. Önünde mikrofon ya da sahne bulan kimse barışa karşı değil, barış yanlışlanamaz. Çünkü artık cepheler de barış için kuruluyor. Barış temsilleriyle isimlendiriliyor.

“Barış mı? Tabii ki!”

Ve fakat savaş öyle olmayabilir? Savaşın yanlışlanması bir miktar maliyet doğurabilir, doğuruyor da. Bugün hiç yutkunmadan, hiç duralamadan savaşın, savaşların her şartta yanlış olduğunu tek bir fire vermeksizin söyleyebiliyor muyuz? Barış tam bize göre, çok hoş bir şeyken, en genel savaşlar ya da belirli bir savaş ilginç muhtelif nedenlerle bizi pek de ilgilendirmiyor olabilir. Çünkü kendi doğrularımızın doğruluğunda tabii ki bir yanlışlık yoktur, çok şık kanaatlerimizin en doğru yolunda yürüyoruzdur, ne gam. O savaşın enzimi bu doğrunun sübstratına da uyuyordur örneğin. Ve bununla da tutarlılığımızın prestijini yaşıyoruzdur.

Maliyetsiz doğrularımızla teğet geçtiğimiz, katarlara teslim ettiğimiz pek çok örnek verilebilir: Çözüm süreci, 2010 referandumu, 16 Nisan referandumu ve akşamı, 7 Haziran - 1 Kasım seçimleri, istikşafi görüşmeler, 2015 Meclis Başkanı seçimi, Cumhurbaşkanlığı adaylıkları, dokunulmazlık oylamaları… Köprü üstünde karşılaşan inatçı keçiler anlatısının seyrinde olduğu gibi, doğrularımızın bu hadiselerin makus seyrindeki belirleyiciliğini görmezden gelmek mümkün mü?

Doğruları, kırmızı çizgileri, töreleri, imanları, şartları, koşulları, alerjileri, sürekli incinmeye hazır değerleriyle kötülüğün yeniden üretilmesine katkı sağlayan muhalif türümüzün, bunu tespiti neden imkan bulamıyor? Her bir hadisenin tartışmasında, aynıların aynı yere geçmesiyle noksanlaşan, yoksunlaşan, yoksullaşan muhalefet türümüzün...

Hülasa, yanlışları söylemeye cesaret edemeyenlerimizin bazen önerdiği, sık sık ise dayattığı steril doğrularla ne yapabilir, nereye varabiliriz? Örnek vermek gerekirse, geçen yıla kadar ittifaklara burun kıvıran, muktedir karşısında bir araya gelmeye kendi prestijlerinin, kendi doğrularının ikbalince bir muhafazakarlıkla karar veren türümüz, yeni düzenleme ile artık müttefik olmaya kalktığında, katran ve tüye bulanıp şehir merkezlerinde ibret olsun diye yasa marifeti ile sergilenebilecekler. Bunun gösterdiği tek bir şey varsa o da geçmişten sadece ve sadece iktidarın ders çıkardığıdır. Ne hikmetle ne de felaketle öğrenen türümüz ise birbirine tenezzül etmek için mutlak çöküşün ertesi gününü bekliyor gibi. Çünkü herkes kendi doğrusunda, kendi kanaatlerinin o parlak yıldızında, kendisinin ev sahipliğinde buluşmak ön şartı ile başlıyor cümleye.

Bugün artık doğrularımıza duyduğumuz imanın kimseyi ama kimseyi, sadece zamanı gelince ‘ben demiştim’ gibi bir sahte-özne olma durumundan bir adım öteye bile götürmediğini görmek bu anlamda iyi bir başlangıç olabilir. Söz gelimi barış sürecini doğru bulmayan ya da buna mesafe ile yaklaşanların, süreç savaşa dönüştüğünde otomatikman geçtikleri haklılık pozisyonunda, ortaya çıkan savaşı düşününce haklı çıkmakla övünülecek çok şeyleri olmasa gerek.

Türümüzün haklı çıkmış olmaktan gelip ‘oh olsun’a varan durumundan ise bahsetmeyeceğim bile. Murat Belge, Ilıcak ve Altan’lar örnekleri bu muhalif-yargıç pozisyonunun son zamanlarda şiddetlendiği konulardan.

Ahmet Şık’ın hiçbir koşulda farklılık göstermeyen tutukluluk durumunda yanlış olan nedir mesela? Tutuksuz yargılanmasının gereğini ifade etmek çok hoş ve doğru. Fakat neyi, hangi yanlışı tespit ediyor, hangi yanlışı menzile koyuyor? Rehin tutulduğunu söylemekten imtina ediyor musunuz bazen mesela? Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğu peki? HDP’li sanılmakla başlayıp terörist olmakla itham edilmeye varan bir korku seti bu tutukluluğun yanlış olduğunu söylemeye baskın mı geliyor? Esas olan tutuksuz yargılama, doğru. Çok doğru. Bundan daha doğru bir şey yok. Olmaz da…

Neyse ki kış lastiği yanlışında mutabıkız, ne şeref! Bunun o KHK’de yer alması yanlış oldu. Doğru olan, anayasamıza göre o lastiğin, kendisi gibi lastikleri ilgilendiren bir KHK’de yer almasıydı, yanlış oldu. Cesaretimiz yine göz kamaştırıyor.

“Olumsuzlamanın görkemi olmadan insan bir zavallıdır” diyor Cioran. Cioran bir muhalif muktedirlik sunmadığı için ‘diyor’ demekte bir beis görmedim yine yüksek müsaadenizle. Yanlışları söylemek tam da bu olumsuzlamaya denk bir tutum. Adorno ise “Gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir” derken bunu kastediyordu muhakkak. Sonuç olarak doğru olanı söylemenin yanlış olması söz konusu olmamakla birlikte, bunun neyi hallettiği ise gayet şüpheli. Yanlış olanları duymak ise pekala rahatsız edici. Zararsız, hoş, keyif verici düşünceler ile olumsuzlama arasında muhalif türümüzün geleceği bakımından bu anlamda bir fark olsa gerek.

Yanlışların mı yoksa doğruların mı öncelenmesi gerektiğine ilişkin tartışma, iktidarı küçültmek, onu devirmek mi yoksa iktidar olmak (muhalefette iktidar olmak dahil) üzere mi donanmış olduğumuzun cevabını da içeriyor böylece. Bir zihin dünyasının, türümüzün zihin dünyasının röntgenini çekiyor bu sorunsal. İktidara talip olmak ya da iktidarı talip olunacak bir şey, bir hedef, bir varış noktası olmaktan çıkartmak. Çatışmasızlığı iktidarının korunmasına bağlayanlar ile, çıkışın ancak kendilerinin iktidara gelmesine bağlayanlar arasında nasıl bir fark görüyoruz? Hangi doğrunun iktidarda olduğu mudur belirleyici? Yoksa iktidar hevesi kategorik olarak yanlış mıdır?

Cümleye "Artık yeni şeyler söylemek gerek" diyerek başlayanların, cümlenin devamına eşit bir payda yerine kendi önderliklerini sunuyor olmalarının, bir paralel iktidar alanı olarak muhalefetimizin içerdiği bir güç istenci, kronik yenilgilerimizin kronik yeniden üreteni olabilir mi? Sadece soruyorum.

Türümüzün farkında olmadığı son şey ise, artık muhafazakar denildiğinde kimin anıldığı. İktidarın mükemmel sözcük değişim oyunları gibi, siyasette de bir yer değiştirme söz konusu. Geçmişte siyaseten muhafazakar olarak bilinenler bu kampları çoktan terk ettiler. Kimi tartışmalarda buna adaptasyon ve entegrasyon gözüyle bakanlar olduğu gibi bunu pejoratif bir kullanımla pragmatizm ya da o mahut liberalizmle okuyanlar da var. Yani buradaki yanlışlıkta da bir mutabakat var denilemez, bunun analizi de analizi yapanın doğrularını dikte ediyor. Muhafazakarların terk ettiği bu kamplara ise görünüyor ki muhalifler, yani biz yerleştik. Evladımız gibi sahiplendiğimiz doğrularımızla orada oturan artık biziz. Doğrularımızın kamplarında, kendi küçük iktidarımızın bekçileri olarak, kampın dışında olan bitenlere bu kampın törelerini fısıldıyoruz. Mahallemizin aslında değerinin bilinmediğinden serzeniyor ve kararlı bir şekilde "Bizi yüz yıl sonra anlayacaklar" benzeri kibirli cümleler üretiyoruz. Dalgasız denize herkes kaptandı ve fakat artık dalgasız bir deniz yok gibi? Dahası, deniz burada bitiyor galiba.