Mağdurun edebiyatından mağrurun iktidarına 28 Şubat

İlahiyat Fakülteleri bizden önceki yıllarda da imam hatip öğrencilerinden en başarısız, en sofularının gittiği bir yerdi. Biz ‘hiçbir yere gidemezsek, ilahiyat okuruz’ derdik. Aramızda şanslı olan Bilaller, Hilaller, Beratler de vardı elbette. Anadolu Kaplanı diye tanımlanan sermaye sahiplerinin ve Türkiye’nin batısındaki imam hatip derneklerinin desteği ve yardımıyla Avusturya’ya, Amerika’ya ve Avrupa’nın çeşitli yerlerine burslu gönderilen bu şanslılar, nedense daha sonra mağduriyet edebiyatının Nobel adayları oldular.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Mim Kurt / [email protected]

Dün itibariyle 28 Şubat’ı geride bıraktık. Bin yıl süreceği söylenen post-modern darbenin üstünden 20 yıl geçmiş. Yaşlanmışız. Geçmişin hayaletleri ise peşimizi bırakmamış; şimdi bir hortlağa dönüşüp herkesin boğazına sarılmış, 'mağduriyet, mağduriyet' diye bağırıyor. Bu geçen 20 yılda çok şey değişti elbette, hepsini anlatmam mümkün değil. Fakat başka bir 28 Şubat anlatısının elzem olduğu inancıyla ben de kendi 28 Şubat'ımı anlatacağım. Hatırladığım kadarıyla konuşma aralarında hicapla terennüm ettiğim bir iki kıssa dışında bu konuyu halka açık hiçbir yerde anlatmadım. Bunun nedeni, 28 Şubat mağduriyeti anlatısının devasa bir sosyal sermayeye ve iktidarın nimetlerinden faydalanmak için ‘gerekli’ bir dayatmaya dönüşmüş olması. Çok şükür buna hiç iltimas etmedim; kuzu postuna bürünmüş kurtların ve intikam hırsıyla ağzında salyalarla herkesin üstüne saldıranların safında yer almadım. Bu bahiste günahsızım, ilk taşı ben atabilirim!

28 Şubat 1997 kararlarına Mardin’de bir imam hatip öğrencisi olarak yakalandım. İmam hatipe ‘gönderilmiş’ olmam kişisel bir tercih değildi. Biz yoksul Kürt çocuklarının kişisel tercihi falan olamazdı. Aileden gelen bir dindarlığın ve köyde yaşayan ailemin parasız yatılı imkânı nedeniyle benim için öngördüğü bir rotaydı imam-hatip. Babam kendi halinde bir köy imamıydı 1990’lı yılların başında. Bir yıl boyunca köyden şehre taşımalı eğitimden sonra nihayet şehirde kalabileceğim bir imkân olarak karşıma çıkmıştı Mardin Parasız Yatılı İmam-Hatip Okulu. 11 yaşındaki bir çocuğun her gün üç kilometre yürüyüp okula varmasından iyiydi. Yani Erbakan’ın iddia ettiği gibi ‘kimsenin arka bahçesi’ falan değildik; yoksulluk ve Kürtlük benim gibi on binlerce çocuğun önünde yatılı bölge okulları (YİBO) ve yatılı imam hatip okulları dışında bir seçenek bırakmıyordu. Yüce devletimiz ve onun hayırsever milliyetçi-mukaddesatçıları, Kürdün eğitimden faydalanması için taşraya yatılı imam hatipler ve bölge okulları açmıştı bol bol. Yoksul Kürt çocukları burada eğitilecek, sınıfsal öfkeleri bilenecek ve devletin ideolojik aygıtı camiler yoluyla Kürdün üstüne salınacaktı. Bize o yıllarda söylenen, ‘Hepimiz din kardeşi ve aynı ümmetin çocuklarıydık’. Değilmişiz, zamanla anladık. Türkler bu kardeşlikte büyük ağabey, ‘kodumu oturtan’, lafından çıkılmaması gereken ve hikmetinden sual olunmayan rehberler; Kürtler ise din/ümmet içinde Kürtlüğünü gizleyebilme imkânı bahşedilen ama ümmetdaşlarının sahip olduğu her imtiyaz için boynunu bükmesi beklenen, sadakatini ispat etmesi umulan zavallılar imiş. Bu geçen 20 yılın imam-hatip, ilahiyat ve sosyoloji bakiyesi bunu gösterdi.

Merhum Erbakan, ‘İmam-hatipler arka bahçemizdir’ buyurmuştu, ama biz kimsenin arka bahçesi falan değildik. Hiç olmadık. Olmayı kabul etmedik. 28 Şubat üstümüze ansızın çökmüş, başka bir okula nakil olup katsayı belasından kurtulacak imkânı bulamamıştık. 28 Şubat kararlarının vurduğu ilk nesil bizdik. Şaşkın ve öfkeliydik. İlahiyat Fakülteleri bizden önceki yıllarda da İmam-Hatip öğrencilerinden en başarısız, en sofu öğrencilerin gittiği bir yerdi. Biz imam-hatipliler, ‘hiçbir yere gidemezsek, ilahiyat okuruz’ derdik. Çoğumuzun gönlünde başka bölümler, başka okullar yatardı. 28 Şubat bunu değiştirdi. Katsayı meselesi nedeniyle 1999’dan başlamak üzere ilahiyat fakültelerine birkaç yıl boyunca imam-hatiplerin en zeki, en haşarı, en zıpır öğrencileri gitti. Çoğumuz Boğaziçi, ODTÜ gibi en iyi okullara gidebilecek puanlar alıp, katsayı kesintisi nedeniyle taşra ilahiyatlarında aldık soluğu. Başörtüsü yasakları kadın arkadaşlarımızın başında Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktaydı. Saçını kazıtan, örgü ipinden peruk takan, saçından/kolundan tutulup sınıfların ve okulların dışına atılan, ikna odalarında duygusal şiddetin her türlüsüne maruz kalan çok kişi tanıdım o yıllarda. Bazı arkadaşlarımız okulu bıraktı, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Bir daha haber alamadık.

Aramızda şanslı olan Bilaller, Hilaller, Beratler de vardı elbette. Anadolu Kaplanı diye tanımlanan sermaye sahiplerinin ve Türkiye’nin batısındaki imam hatip derneklerinin desteği ve yardımıyla Avusturya’ya, Amerika’ya ve Avrupa’nın çeşitli yerlerine burslu gönderilen bu şanslılar, nedense daha sonra mağduriyet edebiyatının Nobel adayları oldular. İşsiz kalan, üniversite okuyamayan, evde ‘kısmetini beklemeye mahkum edilen’, veya küçük bir köy camisinde imam olan yığınlar üzerinden alabildiğine bir mağduriyet siyaseti yürüdü. Elde edilen kazanımlar ise başka mecralara aktı. Hilaller Kaplan kesildi, Bilaller, Aslan… Bizim ise sırtımıza semer vurup binmek; koyun gibi gütmek istediler. Davanın erleri biz, erbaşları onlardı. Ben o semeri çabuk attım sırtımdan. Kürdün sırtı kolay semer tutmuyor, belki de ondan. Kürtlükten mütevellit doğal bir direnme veya sisteme bir türlü entegre olamama hali. Analize muhtaç, ama yeri değil. Geçelim.

İmam hatipler ve ilahiyat fakülteleri, 28 Şubat’ı takip eden birkaç yılda apansız boşaldı. İlahiyat fakültelerinde kontenjanlar yarı yarıya düşürüldü. Kimi okullara öğrenci alınmadı, kapılarına kilit vuruldu birkaç yıl. Malumunuz, halkımız kurnaz, kendine zarar verecek yerden uzak durur, güçlünün yanındadır, çabuk adapte olur. Bu nedenle bugün çocuklarını imam hatiplere kaydetmek için sıraya girenler, o günlerde çocuklarını o okullardan almak için sıradaydılar. İmam hatipler köylerden deli, meczup çocukları toplayıp açık kalmak için çabaladı birkaç yıl. Okuduğum okulun müdürünün köy köy dolaşıp muhtarlarla anlaşarak okula öğrenci getirtmeye çalıştığını hatırlıyorum. Tabii kendi çocuklarından erkek olanını fen lisesine, kız çocuğunu ise imam hatipe gönderdiğini de. Kadınlar, dindar olsun; erkekler müdür…

Sonra AKP geldi. Arkasına kitlelerin haklı öfkesini almıştı. Liberal Müslüman, demokratik değerlerle uyumlu, ABD ve AB’nin İslam ülkesi modeli olarak bir sürü dindarın, Kürdün, liberalin ve bilumum mağdur ve mazlumun desteğini aldı. İlahiyat fakültesi üçüncü sınıftaydım, umutlanmıştım. Sonunda dindarlar hem kendilerinin hem başkalarının mağduriyetlerini çözecek, adalet tecelli edecekti. Etmedi. Uzun uzun analiz kastırmaya gerek yok. Bir zamanların mağdur ve mazlumları, birkaç yıl içinde o kadar zalimleştiler ki ben bir daha ne 28 Şubat’tan, ne de mağduriyetten bahseder hale geldim.

İlahiyat fakültesinden mezun olduğum yıl öğrenci sayısı toplamda 80’e düşen okulum, takip eden yıl bir anda 800 öğrenci aldı. 400 birinci öğretim, 400 ikinci öğretim; okulun bina ve öğretim üyesi kapasitesinin 10 misli öğrenci kabul edilmişti. Böylece imam hatipler ve ilahiyat fakülteleri tekrar öğrenciyle dolup taşmaya, yeni okullar açılmaya başladı. İmam hatip ve ilahiyat mezunları 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında birkaç yıl hiçbir göreve atanmadı, devlet kurumlarının kapısından geçirilmediler. Fakat kısa bir süre sonra mezun olan yüz binlerce öğretmen adayından en çok atamalar ilahiyatlara verildi. İmam hatipler, bütçesi Milli Eğitim Bakanlığı’nı katlayan Diyanet’in merkez ve taşra teşkilatlarına en düşük puanlarla, veya sözleşmeli, hatta sınavsız alımlar yoluyla yerleştiler. Mezun olduğum Mardin İmam Hatip Lisesi 1990’larda şehirdeki tek imam hatip okuluyken, bugün Mardin’de imam hatip ortaokulu ve lisesi sayısı sayabildiğim kadarıyla 15’i geçti. Geçenlerde Mardin’de sohbet ettiğim bir imam hatip lisesi öğretmeni, yine köylerden öğrenci toplamaya başladıklarını, eğitim kalitesinin rezil seviyede olduğunu, okullar kapanmasın diye türlü türlü çaba gösterildiğini söyledi. Üstelik yeni bir konseptten de bahsetti laf arasında: ‘Proje İmam-Hatip’. Bilal’in projesi. Müdürler, liyakatlerinden çok sadakatleri test edilip doğrudan atanıyor ve öğretmenler özel olarak seçiliyor. Amacı tahmin etmek güç değil; ‘Dindar nesil’ yetiştirmek. Peki hangi dindarlık? Nasıl bir dindarlık? Hangi araçlarla? Hangi amaca ve ihtiyaca binaen? Ne şekilde? Bu soruları sormak yasak. Değilse din düşmanı, ahlaksız, hain ilan edilmen işten değil.

Çok şükür hiçbir zaman hiç kimsenin arka bahçesi olmadım. Ama bir süre bu insanlarla aynı bahçede, aynı mahallede bulundum. Onların şanslıları, seçilmişleri, sonra mahalleyi bırakıp rezidanslara taşındılar ama yakamızı bırakmadılar; mahalle ve mağduriyet edebiyatına devam ettiler. Yeni rezidanslarında, VIP hac ve umrelerinde, 5 yıldızlı otellerin iftar sofralarında VIP bir İslam yarattılar ama yoksul dindarları ömür boyu borçlandırıp TOKİ’den evler vadettiler. Adeta TOKİ’nin ‘vadedilmiş topraklarında’, taksiti ödenmemiş Osmanlı tarzı koltuklarda ecdat dizileri izletip insanlara şehzade rüyaları gördürdüler.

Beni en çok üzen şey ise bir zamanlar aynı mahallede yaşadığımız insanların neredeyse hiçbirinin bu rezalete ses çıkarmaması, bunu görmemesi, hâlâ iştah ve hevesle bu çirkinliği savunacak mideyi korumaları. Bu neyin hevesi, bu neyin iştahı ben anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Mahalleden taşınan ‘arkadaşların çoğuyla’ da görüşmeyi bıraktım. Selam sabahımın devam ettiği üç beş kişinin ise bu son zamanlarda militarizme döşediği dualar nedeniyle miatları doldu. Onlara sorarsanız ‘ben kavmiyetçiyim, onlar ise ümmetçiler’. Sınırları kendi ulus devletinin bile tamamını kuşatamayan, milliyetçilik, popülizm ve militarizme batmış bir ümmet anlayışının peşinden Kürde, Alevi’ye, bilumum muhalife kan kusturmaları yetmiyormuş gibi, utanmazlar da!

28 Şubat bin yıl sürecek denmişti, birkaç yıl bile sürmedi. Mağdur edebiyatı ise mağrur bir iktidar yarattı. O da sonsuza kadar sürmeyecek!