Corbyn'in şifreleri: İngiliz İşçi Partisi 1983'te niçin kaybetti?

Bugün muhafazakârların destek verdiği Brexit'le boğuşan İngiltere'de, İşçi Partisi'nin politikaları Margaret Thatcher döneminden bu yana tartışma yarattı. İşçi Partisi, 1983 yılında kazanmasına kesin gözüyle bakılan bir seçimi, Thatcher'a kaybetti. O dönem, partinin 'daha sosyalist' manifestosu bundan sorumlu tutulmuştu. Peki o manifestoda ne vardı?

Google Haberlere Abone ol

Richard Seymour

İngiliz İşçi Partisi 1983’te neden kaybetmişti? Bu, aptalca bir soru. Hepsi Tony Benn’in suçuydu. Suçlu aşırı soldu. Aklını kaçırmış sol politikalardı. Hele o manifesto; tarihin en uzun intihar mektubu gibiydi. Bunların üzerinden yeniden geçmeye gerek var mı?

Anlamsız bir tutuculuğu çürütürken revizyonist* bir tutuculuk icat etmemek adına bu meseleyi dikkatle incelemek gerekiyor. Bu nedenle, eğer kendisine doğru düzgün bir şans verilseydi 1983’de Benn’in politikalarının kazanacağını iddia etmeyeceğim. İşçi Partisi’nin manifestosunun, 1982'de partiden destek alan programa sadık kalsaydı bile zafer kazanabileceğini de iddia etmeyeceğim.

1983’teki büyük resimde sağa doğru ciddi bir kayış vardı. Bu, işçi hareketi dahil tüm toplum üzerinde bir çekime yol açtı. Bu sırada 70’lerin ortalarında İşçi Partisi içinde Avrupa’dan ticaret sendikalarına dek pek çok konuda zaten görünür olan klikleşme (gruplaşma), gerçek bir ayrışmaya dönüşmüştü. Oyların yeniden dağıtılması - yani liberallerin yavaş yavaş toparlanmaya başlaması ve milliyetçi partilerin yükselişi- savaş sonrası İşçi Partisi koalisyonunun dağılmakta olduğunu gösteriyordu. Orta sınıf Londra liberalleri kültürel ve politik açılardan giderek uzaklaştıkları bir partiye destek vermekten memnun değildi. Bir işçi partisi ile bağlantılı olma fikri, git gide hizipçi ve geçmişe takılı kalmış olmakla ilişkilendiriliyordu. Bu nedenle ‘dörtlü çete’nin İşçi Partisi’nden ayrıldığı 1981’e gelindiğinde, merkezci bir alternatife duyulan ilgi çoktan büyümeye başlamıştı.

Altta yatan gerçeklik, savaş sonrası uzlaşmanın ekonomik temelinin çözülmeye başlamasıydı. İngiliz kapitalizmi baş döndürücü bir seviyeye erişmişti ve imalât kârları yere çakılmıştı. Sermaye sahipleri bunun için sendikaları suçladı. Sendikalar işçileri örgütlemese, maaşları düşürebilecek, işten çıkarmaları daha kolay yapabileceklerdi ve bu sayede uluslararası rekabete boy gösterebileceklerdi. Hem Tory’ler (Muhafazakârlar) hem de İşçi Partisi kendilerince farklı yöntemler kullanarak bu durumla baş etmeye çalışmıştı. Heath, Sanayi İlişkileri Kanunu ile sendikaların önünü kesmeye çalıştı ve 1926’dan bu yana gerçekleşen en büyük grevlerle karşılaştı. Wilson ve Callaghan daha geleneksel bir İşçi Partisi yaklaşımı benimsediler. Sendika liderleri ile ilişkilerini kullanarak, maaş artışlarını enflasyonun gayet altında tutacak bir ‘toplumsal sözleşme' uygulamalarını sağladılar. Sendika liderleri bunu kabul etti; ancak birkaç yıl sonra denetimsiz grevler başladı. ‘Hazin Kış'ın (winter of discontent) hikâyesi de işte böyle ortaya çıktı. Kaotik, zor yıllardı. İşçiler sadece geçim kaynaklarını savunmakta korumakta değil, 70’lerin başında tecrübe edilene benzer bir sınıfsal dayanışma kurmakta da zorlandılar. Örgütlü işçi sınıfının geri çekildiği ortadaydı.

NEO-LİBERALLERİN ZAFERİ

Ne İşçi Partisi’nin ne de Muhafazakârların sahip olduğu ama Thatcher’ın sahip olduğu şey, İngiliz kapitalizminin krizlerine bir cevaptı. Thatcher’ın muhafazakâr seçkinler tarafından ilk başta küçümsenen liderliği, tam da bu yerleşik yapının Heath’in madencilere karşı koyamamasıyla yaşadığı kriz sayesinde mümkün oldu. Thatcher bunun intikamının alınması ve bir daha yaşanmamasını garanti almak noktasında kararlıydı. Tam anlamıyla karizmatik denemese de ikna edici bir politikacıydı. Tutkuluydu ve iyi konuşuyordu. Onun alâmeti farikası, neo-liberallerin karmaşık teorik dilini, geleneksel değerler ve yerel öykülerle harmanlayan yalın hikâyelere dönüştürebiliyor olmasıydı. Ayrıca, düşmanının zayıf noktasını bulmuştu ve desteği nereden azaltabileceğini görüyordu. Devamlı mücadele etmekten, grev yapmaktan ve hiçbir yere varamamaktan bunalmış işçilere alkışlanacak türden bireysel çözümler önerdi. Bu çözümler ulusal yeniden doğuşa dair bir fanteziyle süslenmişti. “Bugünlerde çile, yarınlarda zafer” diyordu...

Bununla birlikte, Thatcher 1979 genel seçimlerini yüzde 44 ile kazanmış olsa da, bu zafer bölünmüş bir İşçi Partisi karşısında bile parlamento çoğunluğunu yeniden kazanması garanti değildi. Kemer sıkma politikası bir anda hızla popülarite kaybetmesine yol açmıştı. Artan işsizlik, isyanlar ve kabine düzeyinde ciddi bölünmeler Thatcher hükümetini devirebilir gibi görünüyordu. Bu arada pek çok İşçi Partisi üyesi dahil toplum içinde kayda değer bir azınlık, sola ve Tony Benn’in fikirlerine yönelerek sağa doğru daha geniş bir kaymaya kafa tutuyordu.

Tony Benn’in gücü, ideolojik netliğe duyulan ihtiyacı, kişinin kendi fikirlerine güvenmesinin önemini ve siyasi liderliğin gerekliliğini okuyabilmesiydi. O, sahip olduğu enerji ve özgüvenin büyük kısmını, kurallara bağlı kalmayan Hristiyanlığından alıyordu. Dahası, sola yönelimi görev sırasında edindiği tecrübeden kaynaklanıyordu ve bu nedenle, hakkında daha olumlu haberler çıksın diye bunu feda edecek değildi. Politikanın böyle yapılması gerektiğini savunan Kinnock gibilerden hoşlanmıyordu.

CORBYN’İN ŞİFRELERİ BENN’DE GİZLİ

Neticede, İşçi Partisi’nin tabanında bir hareketlenme olmadan hiçbir yere gidemeyeceğini anlamıştı ve her fırsatta bunu sağlamaya çalıştı. Parlamentonun, değişimin yaşandığı son yer olduğunu savunuyordu. Parlamentoda bir sonuç elde edilse bile, bu sadece halk baskısı sonucunda oluşuyordu. Sıradan insanlara ve demokrasinin en radikal sonuçlarına ilerletilmesine mutlak güven duyuyordu. Benn’i anlamadan bugün Corbyn’in politikalarını anlamak zor olur. Benn karizmatik ve ikna ediciydi; müesses nizamın büyük çoğunluğu ondan sanki şeytanmışçasına korkuyordu. Bugün bile İşçi Partisi’nin sağ kanadı için korku ve nefret uyandıran bir isim. Şu çok açık ki, politik açıdan radikalleşmeseydi, İşçi Partisi liderliğine gelmek kaderinde vardı.

Ne var ki, günlüğünü ya da çeşitli röportajlarını okuduğunuzda Benn’in zayıflıkları açıkça ortaya çıkıyor. ‘İşçi Partisi ailesi’ konusunda duygusal olduğu ve partiye sadakatinin elini kolunu bağladığı görülüyor. Sadakati, kabilecilik ile karıştırmadan takdir etmek gerekir. Benn’in, İşçi Partisi’nin sırtına basarak kendi siyasi kariyerlerini yüceltmeye çalışan Jenkins ve benzerlerine duyduğu öfke mantıklı görünüyor. Ayrıca, özellikle Callaghan’a olan sadakati de günlüklerinde görülebiliyor; hem lidere hem de partiye duyduğu duygusal bağlılığı ortaya koyuyor. Ve bu bağlılık onu politik olarak zayıflatmış.

Zaman zaman, gerçeklikle çelişen bir iyimserlik de yaşıyordu. 1981’de başkan yardımcılığı için yaptığı kampanya başarılı geçmişti ama delege oylarını Denis Healey’e kaybetti. Seçimden sonra Healey’i destekleyen birkaç milletvekili saf değiştirdi. Benn ise kurnazca asıl kazananın kendisi olduğunu söylemeye başladı. Bu doğru olsaydı, komik olabilirdi. Halbuki Healey’den desteğini çeken vekillerden yalnızca bir tanesi Benn’i destekliyordu. Benn’in aldığı oy, parti içinde kendisine karşı baskıyı düşününce olağanüstüydü. Burada karmaşık olan husus, ticaret sendikası delegelerinin rolüydü. İlk ve ikinci turda Healey sendikanın oylarını aldı. Bu kısmen blok oyu yansıtıyordu. Öte yandan, görüşme turları devam ederken, Benn'e destek veren sol kanat sendika liderleri, sendika üyelerinin Healey’i desteklediğini utanarak fark etti. Taşımacılık ve Genel İş Sendikası TGWU Benn’den yana tavır alırken, sendika üyeleri Healey’i destekliyordu.

Daha derinde yatan gerçeklik şuydu: Aktivistler sola kaymışken ve Benn onlar üzerinde heyecan verici bir etkiye sahipken, aslında İşçi Partisi hareketi daha geniş kapsamda sağa kaymıştı. Benn, kendisine bağlı olanların parti içindeki bölünmeye ve işçi hareketinde yaşanan geri çekilmelere karşı koyma becerisini gözünde büyütmüştü. Aynı şeyi özgüveni için de söylemek mümkün: Gittikçe sağa yaklaştığı ve kendi içinde bölündüğü belli olan bir seçmen grubuna radikal sosyalist bir program önerme özgüveni... Elbette bu tavizsiz güçten ve özgüvenden etkilenmemek mümkün değil. Tarih, çoğu zaman kendine güvenen, ideolojik odağı sağlam, militan azınlıklar tarafından yazılır. Benn’in espriyle karışık tanımladığı üzere, kilise militanları yazar tarihi. Wilson bu nedenle onu ‘sakalsız peygamber’ diye adlandırmıştı. Ama dini benzetmelerden devam etmek gerekirse, inananları her zaman bir ‘diriliş’** beklemez. Gerçek inananlar çoğu zaman izole kalır, eziyet çeker, acılarla dolu bir dünya tecrübe eder. Erken dönem 80’ler bağlamında, radikal sosyalist fikirlere oy verecek geniş bir kitle olduğu, toplumun neredeyse dörtte birinin bu eğilimde olduğunu söylemek mümkün. Fakat kilit politikalarının birçoğunun gerçekten popüler olmasına rağmen bu gündeminin tamamı için bir çoğunluk elde etmesi söz konusu değildi.

Ancak 1981’de işler farklı olabilir gibi gözüküyordu. İşçi Partisi anketlerde öndeydi, Muhafazakârlar zayıftı ve popülariteleri düşüktü, ekonomi kötü durumdaydı. Callaghan hükümetinin felaketi, Benn’e ve müttefiklerine çökmüş durumdaki savaş sonrası sistemi toparlamaya çalışmanın hiçbir anlamı olmadığını gösteriyordu. Sosyal demokrasi radikalleştirilmeliydi; yoksa kazanımları ortadan kaybolacaktı. Ve sistemi dönüştürmek için tutarlı, pozitif bir program sunmak solun göreviydi. İşçi Partisi’nin, büyük ölçüde Benn’in fikirlerine dayanarak 1982 yılında yarattığı programın özünü bu oluşturuyordu. Parti kongresinde program ezici bir çoğunluk tarafından onaylanmıştı. Onay veren 6,42 milyon oya karşılık, 224 bin ret oyu çıkmıştı.

Prensipte İşçi Partisi’nin 1983 programını belirleyen şey, kongreden de onay alan bu gündem olacaktı. Lider olarak Michael Foot, partinin demokratikleştirilmesini sağlamanınbir yolu olarak, manifestoya neyin gireceğine parti üyelerinin karar vermesini vaat etmişti. Ne var ki daha ılımlı solda yer alan Foot, gündemin temel maddelerine katılmıyordu. Dahası, sağ kanat İşçi Partililerin ve politikacıların desteğine de bel bağlamaktaydı. Program uygulanmaya başladıktan sonra, asıl politikalar hakkında bir taslak hazırlanması ve sunumu, partinin sağ kanadının kontrolüne geçti.

Callaghan, Healey, Hattersley gibi sağ kanattan vekiller programa yönelik koordineli eleştirilere başladı. Gwyneth Dunwppdy ve ‘solun çekici’ John Golding gibi isimler, ajandanın temel öğelerini ortadan kaldırmak için sıkı girişimler başlattı. Gölge kabineden sızan bilgiler, programın sadece ‘yol gösterici’ olduğuna ama gelecek hükümetler için bağlayıcılığı olmadığına işaret ediyordu. Foot tüm bunlar olurken sessiz kaldı. Hazırlanan pek çok kamusal plan zayıflatılmıştı. (Mesela Healey, Ulusal Komite’yi [NEC] Polaris’i ortadan kaldırmamak konusunda ikna etmişti.)

Yine de programın çoğu, manifestoya girmeyi başardı. Manifestonun içeriği, savaş sonrası sistemin mekanizmalarını kullanmak yönündeydi. Daha radikal bağlamlarda kamusallaştırma, fiyat kontrolü, kamu harcamaları denetimi öneriyordu. Ve belgeye karşı bir heyecan duyulduğu açıktı. Kampanya süresince, normalde bu tip belgelerin iki katı uzunluğunda olmasına rağmen, 85 bin adet satmıştı.

SAVAŞLA GÜÇLENEN SAĞ

İşçi Partisi’nin iç hesaplaşmalarına ek olarak, 1982’de gidişatı değiştiren iki olay daha yaşandı. İlki Falkland Savaşı’ydı. İkincisiyse kısmen Güney Doğu Asya’da bulunan yeni büyüme olanakları sayesinde küresel ekonomide yaşanan iyileşmeydi. Hangisinin daha önemli olduğuna dair seçimbilim tartışmaları yapıldı. Benim kanaatimse, makro-ekonomik koşulların daha önemli olduğu yönünde.

Falkland Savaşı, partinin popülaritesinde kısa süreli bir düşüş yaşattı; kendi kabinesi içinde Thatcher’ın otoritesini sağlamlaştırdı. Diğer yandan, barışçıl kimliğiyle bilinen Foot’u, milliyetçi, ülkesine sadık, savaştan yana bir muhalif olarak imaj yenilemek zorunda bıraktı. Ne var ki, anket sonuçlarında muhafazakârlar lehine bir iyileşme çoktan başlamıştı. Kuzey Denizi'nden gelen petrol parasının üzerine oturan ve iyiye giden bir ekonomiyi yönetmekte olan hükümet kemer sıkma politikalarını geri çekebilmişti ve insanların daha zengin hissetmelerini sağlıyordu. Muhafazakârların en etkili olduğu bölge olan Güney İngiltere’de sürdürülebilir bir kapitalist büyüme başlatılmıştı.

Burada iki şey gerçekleşti. Öncelikle pek çok endişeli muhafazakâr eve döndü. İkincisi, pek çok endişeli orta-sol seçmen, İşçi Partisi’nden uzaklaşıp Liberal/Sosyal Demokrat koalisyona yaklaşmakta sakınca görmemeye başladı. Bu bağlamda içeriden bölünmüş, yönetim kanadı parçalanmış, bünyesinde soğuk savaşçı bir ekip tarafından sekteye uğratılan İşçi Partisi’nin seçimlerde ne elde edeceği az çok ortadaydı. Liberal/SD koalisyonu hem muhafazakârlardan hem İşçi Partisi’nden oy koparacaktı. Ama oyların büyük kısmı İşçi Partisi’nden geldi. Yaşanan tam olarak buydu.

Elbette kampanyanın çok basiretsizce yönetilmesi de partiye hiç yardımcı olmadı. Kinnock ve Healey gibi üst seviye isimlerin kendi bildiklerini okumaları, bu sırada Foot’un muğlak, donuk konuşmalar yapması oy kaybına neden oldu. Partinin literatürünün berbat olması da ayrı bir sorundu. 2017 yılı kampanya yürütmenin önemini ortaya koymuş olsa da yenilginin yalnızca bu nedenle yaşandığını iddia etmek biraz güç. Aynı şekilde, sandıktaki hezimeti manifestonun zayıflığı ile de açıklamam mümkün görünmüyor. Yazılmış her manifestoda popüler olan ve olmayan yaklaşımlar bulunur.

BÖLÜNME, ÖRGÜTSÜZLÜĞÜ VE YENİLGİYİ GETİRDİ

İşçi Partisi manifestosunun güvenlik önermeleri zayıf olsa da ekonomik önermeleri güçlüydü. Bu yenilgiyi yaratan çok daha yapısal, büyük etkenler vardı: İşçi Partisi içindeki bölünme, örgütlü iş gücünün geri çekilişi ve makro-ekonomik iyileşme süreci. Manifestoya katılmayan pek çok insan, farklı şartlar altında bunu savunan İşçi Partisi’ne yine de oy verebilirdi. Manifestonun da etrafında dönen tartışmaların da aslında içeriği savaş sonrası koşulların politik ve edebi bir ifadesiydi. Ama seçim sonuçları geçici olarak solun yaşadığı ideolojik yükselişin, işçi hareketinin yaşadığı örgütsel ve yapısal dağılmayı telafi edemediğini gösterdi. Emekçi sınıfın geri çekiliyor olması, gerçekte İşçi Partisi’nin oy kaybına sebep olanın kararsız seçmenler değil doğrudan kendi tabanı olduğunu, İşçi Partisi’nin ana damarını oluşturan kesimin, fikirden uzaklaştığını gösteriyordu.

Yaşananların sonrasında Benn destekçilerine iyimser kalmak için pek çok sebep olduğunu söyledi. Britanya’nın insanlarına ilk kez net bir radikal sosyalist program önerilmişti. Sekiz buçuk milyon insan da bu programa oy vermişti. Bu gidilecek yönün yol haritasını oluşturmalıydı. Buradan bir şeyler inşa edilebilirdi. Thatcherizmin başarısızlıkları yeni fırsatlar yaratabilirdi. Elbette bu yöne gidilmedi ve bunlar yaşanmadı. Thatcher’ın madencilerle kavgası en büyük siyasi hatası olabilirdi. Bir iki taktiksel zafer o grevin bütün yönünü değiştirebilir ve İngiltere’nin siyasi hayatının geleceğini etkileyebilirdi. Ama İşçi Partisi’nin 1979’da bir seçim kaybını 1983’de bir hezimetle perçinlemesi, rüzgârın sağdan yana estiğini gösteriyordu.

İşçi Partisi’ne seçimi radikal sol fikirlerin kaybettirdiği söylencesi, Benn iyimserliğinin ters yüz edilmiş bir formudur. Tüm odağı ideolojiye ve liderliğe endeksliyor. İşçi Partisi’nin sağını ve merkezini hiç dikkate almadan, gerekli soruları sormayan bir polemik üretiyor. Ama şimdi, liderlik çok daha büyük tarihi süreçlere sırtını dayamış durumda. Ve bu süreçlere duyarsızlık, Corbyn’in mevcut sağ eleştirmenlerini 1980’deki mücadeleleri yeniden verecekleri soğuk hayâllere sürüklüyor.

Makalenin aslı Patreon.com'da yayımlanmıştır. (Çeviren: İdil Karşıt)

*Bir öğretiyi bazı amaçlar doğrultusunda gözden geçirmeyi savunan ya da onu asıl anlamından saptıran yaklaşım.

**Diriliş, Hıristiyanlıkta İsa peygamberin çarmıha gerildiği cuma gününü izleyen pazar gününde, ölümünün üçüncü gününde mucizevi biçimde hayata dönmesi olayıdır.