Kimdir gerçek vatansever?

Siyaset-üstü güvenlik politikaları ve dayandığı milliyetçi temeller toplumun bazı kesimlerini gönüllü neferliğe doğru iterken bu politikaları desteklemeyen toplum kesimleri üzerinde tam tersi bir etki yapar. Siyasetçilerin etki sahaları sınırlandığı için kendilerinin temsil edilmediğini hisseder, sistemin makbul bir parçası olmadıklarını düşünürler. Bu durum, mevcut politikaya itiraz eden herkesin işbirlikçi olarak ilan edilmesiyle perçinlenir.

Google Haberlere Abone ol

Burak Bilgehan Özpek*

Bu yazıyı yazmaya başladığım dakikalarda Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli partisinin grup konuşmasını yapıyordu. Pek manşete çıkmasa da, söylediği bir sözü oldukça dikkate değer buldum. Bahçeli, Türk milletinin bekasının siyaset üstü bir konu olduğunu iddia ediyordu. Türkiye siyasetini yakından takip edenler, Bahçeli’nin bu sözlerini 7 Haziran seçimlerinden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetine sunduğu desteği ve iki parti arasında oluşan fiili koalisyonu estetik hale getirme gayreti olarak yorumlayacaktır. Bunun haklılık payı olabilir ancak Bahçeli’nin ortaya koyduğu önermenin daha derin anlamları var. Üstelik, bu önermenin milliyetçi partinin genel başkanı tarafından dile getiriliyor olması bizleri aynı zamanda ülkemizdeki milliyetçilik ve vatan sevgisi anlayışı üzerine de düşünmeye sevk ediyor.

AKILLI VATANSEVER Mİ İTAATKÂR NEFER Mİ?

Devlet adamlarının meşruluklarını geleneksel bir otoriteden aldığı dönemde savaşlar hükümdarlar arasındaydı ve daha çok paralı askerler arasında cereyan ediyordu. Tebaa ile hükümetlerin birbirine pek ilişmediği bir dünyaydı bu. Ne var ki, 18'inci yüzyılda ulus-devletlerin oluşumuyla birlikte bu tablo değişti. Siyasi otoritenin meşruluk kaynağı gelenekler ve din olmaktan çıktı; ulusun kendisi oldu. Devlet ile vatandaş arasında bir sözleşmenin yapıldığı var sayıldı ve hükümet, ulusu daha güvenli kılmak, onun çıkarlarını savunmak için icat edilmiş bir makineye dönüştü. Bu durum devlet ile vatandaşın birbirlerine daha çok sırnaştığı bir hikâye doğurdu. Standart vergi ve zorunlu askerlik kanunu gibi uygulamalar, devletin güvenliği sağlama görevini ifa edebilmesi için vatandaşlardan talep edildi. Bunun karşılığında, altyapı, eğitim ve sağlık hizmetlerini üstlenme işi devlete tevdi edildi. Ancak, ulus-devlet ile vatandaş arasındaki ilişki her ülkede simetrik bir karşılıklılık ilişkisi içerisinde ilerlemedi. Şehirlerin kalabalık ve sermayeleşmenin yüksek olduğu ülkelerde, devletler vatandaşlar ile pazarlık yapmak ve taviz vermek zorunda kaldılar. Bu özelliklere sahip olmayan ülkelerde ise, devlet toplumdan istediğini kolayca aldı ve karşılığını vermek zorunda hissetmedi. Günün sonunda modern devlet, kanunları, karmaşık bürokrasisi ve coşkulu kalabalıklardan oluşan teknolojik ordusu ile karşımıza çıktı. Tek bir merkez, egemenlik sahası içindeki aktörlerden sorumlu hale gelmiş ve bu aktörlerin birbirleriyle olan ilişkisini düzenleme imkanına kavuşmuştu. Bütün bu güce ilhamını veren şey ise ulusal güvenlik ihtiyacıydı.

Modern ulus-devletin yükselişi sadece kalabalık ve tahrip gücü yüksek orduların ortaya çıkmasını beraberinde getirmedi aynı zamanda ulusların birbirleriyle olan ilişkilerini de etkiledi. Savaşlar artık bütün ulusun sorunuydu ve olası bir savaş, geleneksel dönem ile kıyaslanmayacak ölçüde büyük yıkımlar ve mağduriyetler yaratabilirdi. Bu ihtimal, bütün ülkeleri benzer bir patikaya soktu ve güçlü ordulara sahip olma arzusu hızla yayıldı. Dolayısıyla, devleti yöneten hükümetleri lüzumsuz savaşlara girmekten alıkoyacak mekanizmaların ne olacağı sorusu sıkça sorulmaya başlandı. Vatandaşların iradesini yansıtan ve onları hükümete karşı koruyacağı düşünülen parlamento, hükümet tarafından saklanan gerçekleri gündeme getirecek basın kurumları ve alternatif politikaların avukatlığını yapacak sivil toplum örgütleri, ülkeyi yönetenlerin lüzumsuz savaş başlatma ihtimaline karşı birer fren mekanizması olarak düşünüldü. Bu düşünce, insanların hayatlarını ve refahlarını önemsedikleri ve bunu tehlikeye atacak savaşlardan kaçınacağı varsayımına dayanıyordu. Böylece, onları temsil eden kurumlar sayesinde savaşlar önlenmiş olacaktı.

Milliyetçilik bu noktada devreye girdi ve verdiği kararların sorgulanmasını istemeyen hükümetlerin en önemli icadı oldu. Zira, hükümetlerin aldıkları savaş kararlarının, biricik görülen ulusun güvenliği ve çıkarları için tek yol olduğu konusunda ikna olmaya hazır kitlelerle buluşmaya hazırlanıyordu. Milliyetçiliğin kitleler arasında hızlıca yayılmasıyla birlikte ulusal güvenlik söylemleri de basitleşti, duygusallaştı, sloganlaştı ve derinliğini yitirdi. Kendi ve öteki arasında yapılan siyasal ayrım ve tanımlanan ahlaki hiyerarşi insanları cezbetti ve milliyetçilik sadece ulusun güvenliğini düşünen bir kavram olmaktan çıktı aynı zamanda bu güvenliği sağlama metodolojisini de belirleyen bir şekle büründü. Bu metodoloji, güvenliği ve çıkarı savunmak için askeri yöntemlere kolayca başvurulmasını vaaz ediyordu.

Böylece, parlamentonun, medyanın ve sivil toplumun baskısı hükümetler tarafından ustaca savuşturulabildi. Hatta oluşan popülist atmosfer, bu kurumların vatandaş adına hükümete hesap sorması bir tarafa hükümetin politikalarını vatandaş nezdinde meşrulaştırma işini üstlenmesine bile yol açtı. Altın madeni bulunmuştu. Vatandaş ile pazarlık yapmak istemeyen siyasal iktidarlar ulusal güvenlik ve milliyetçilik vasıtasıyla taleplerini kolayca kabul ettirmenin yolunu bulmuşlardı. Ağır vergilerden veya uzun askerlik süresinden şikâyet eden vatandaşın yerini malını, mülkünü ve evlatlarının canını mukaddes vatana bağışlamak için birbiriyle yarışan vatanperver neferler aldı. Bu durum devletin pratiğini ve psikolojisini de değiştirdi. Ulusun güvenliğini sağlamak için vatandaşların fedakârlık yapmasını talep eden devlet, vatandaşların fedakârlıkta bulunmalarını sağlamak için ulusal güvenlik bahanesine sıklıkla başvurmaya başladı. Artık ulusun güvenliği ile siyasi iktidarın güvenliği birbirinden ayrıştırılamaz noktaya gelmişti.

Ne var ki, hükümetlerin sorgulanmamak için ortaya çıkarttığı duygusallık ve abartılı şekilde işlediği kendi-öteki ayrımı bir ikilem oluşturuyordu. Bir yandan, bütün devletlerin kendi güvenlik ve çıkarının peşinden gittiği ve bunun için güçlü ordular beslediği varsayımı benimsenmişti. Bu varsayım beraberinde, düşman bir çevrenin niyetlerine bigane kalmamayı ve karşılık verilmesi gerektiğini salık veriyordu. Öte yandan, dış politika alanı gücün doğasından bağımsız değildi ve milli hissiyatı inciten hadiselere karşı makul ve mutedil davranmayı dikte ediyordu. Diğer bir ifadeyle, milli duyguları kabartılan ve kendi rızaları ile devletin savaş makinesinin içine girmeye hazır olan kitleleri tatmin etmeye çalışmak hayal kırıklığıyla ve daha büyük ulusal güvenlik sorunlarıyla sonuçlanabilirdi.

Bu ikilemi aşmak için devletler iki farklı yola başvurdular. Bunlardan birincisi dış politika alanını ideolojilerden ve rekabetten arındırmak şeklinde oldu. Böylece, karar alıcıların popülist ve duygusal bir baskıdan arındırılması ve daha rasyonel karar alması amaçlanıyordu. Tek bir parti veya kurum, teknokratlar vasıtasıyla ulusal çıkar ve güvenliğin ne olduğunu tanımlıyor ve bunu tartışmaya açmıyordu. Siyaset kurumundan beklenen, dış politika ve güvenlik alanına girmemesi ve alınan kararı destekleyerek sadakatlerini ispatlamalarıydı. İster tek parti, isterse çok partili sistem içinde olsun güvenlik politikasının ve dış politikanın bu şekilde yalıtılmış olması alınan kararın en rasyonel ve ideolojik-romantik etkilerden arınmış bir şekilde olacağını varsayıyordu.

Bir önceki grup toplantısında Bahçeli’nin başvurduğu, “ülkenin bekasının siyaset üstü olması” söylemi tam olarak bu anlayışın bir sonucudur. Bu anlayışa göre siyaset kurumu güvenilmezdir ve rasyonel karar alma sürecine dahil edilmemelidir. Zira, toplumsal gruplar, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler kendi bencil çıkarları peşinden koşan ve ülkenin salahiyetini arka plana atmaya eğilimli, bencil bir tavır gösterecektir. Oysa, devleti yönetenler ülke sevgisi konusunda daha ahlaki bir noktada konumlanmıştır ve her türlü siyasi ikbal hesaplarını bir tarafa bırakacak ve ulusun menfaatine kendisini adayacak kadar asil duygularla bezenmiştir. Dolayısıyla, milliyetçiliği kullanma tekeli de buna karşı oluşabilecek lehte ve aleyhte duygusal refleksleri sınırlandırma tekeli de güvenlik ve dış politika kararlarını alan elite aittir.

Yukarıda bahsettiğimiz ikilemi aşmak için devletlerin başvurdukları ikinci yol ise aslında birincisinin yarattığı sorunlardan ders alarak geliştirilmiştir. Buna göre, dış politika ve güvenlik tartışmalarını siyasetin ve kamusal tartışmaların dışında tutmak faydadan çok zarar getirmektedir. Öncelikle, dış politika kararları rasyonel olduğu kabul edilen insanlar tarafından alındığı zaman kendiliğinden rasyonel bir dış politika kararı haline gelmez. Zira, kişilerin rasyonalitesi objektif değildir ve mutlaka kişisel yargılardan etkilenir. Bu durum ise onları, sübjektif ve akıldışı olmakla itham edilen siyasi aktörlerle aynı kategoriye sokar. Ulusu daha güvenli hale getirmek için formüle edilen dış politika adımının objektif gerçekliği kavraması ve buna göre tepki vermesi sanıldığı kadar etkili bir yol olmayabilir. Zaten siyasi tarih, milliyetçiliği kullanan ve karar alma sürecini siyasetten izole eden hükümetlerin sürekli olarak kazandıkları vakalarla dolu değildir. Romantik liderler, yükselmek isteyen bürokratlar, kurumsal statülerini pekiştirmek isteyen devlet kurumları ve geliştirilen politikalar sayesinde devlete mal satmak isteyen savaş sanayisi şirketleri devletleri ister istemez ulaşılması hedeflenen mutlak objektiflikten uzaklaştırırlar ve umulan akılcı dış politika gerçekleşmez.

Bununla birlikte, karar alma sürecini siyasi tartışmalara kapatmanın, denetlenmeyen ve dolayısıyla yozlaşmaya müsait bir karar alıcı profili ortaya çıkartması da gayet muhtemeldir. Bir sorunu siyasi bir mesele olarak değerlendirmek yerine onu ulusal güvenlik meselesi olarak ele almak, hükümetleri sorgulanamaz ve siyaset-üstü yapılar haline getirir. Dolayısıyla, hükümetlerin sorgulanmamak ve denetlenmemek için siyaseten çözülebilecek bir konuyu güvenlik perspektifiyle çözmeye çalışmasına şaşırmamak gerekir. Güvenlik perspektifi ise daha fazla kaynağın ve daha olağanüstü yetkilerin hükümetlerin eline emanet edilmesi anlamına gelir. Dahası, hükümetler (veya karar alıcı kurumlar) bu kaynak ve yetkileri kullanırken yapılan eleştiri ve itirazlar da güvenlik sorunu olarak değerlendirilir. Bu sesler bastırılır ve kriminalize edilir. Günün sonunda denetimsiz kalan karar alıcının ise yozlaşıp yozlaşmaması kendi vicdanına kalmıştır ki bu durum siyaset bilimi için tatmin edici olmaktan uzak bir teminattır.

Son olarak, siyaset-üstü güvenlik politikaları ve dayandığı milliyetçi temeller toplumun bazı kesimlerini gönüllü neferliğe doğru iterken bu politikaları desteklemeyen toplum kesimleri üzerinde tam tersi bir etki yapar. Siyasetçilerin etki sahaları sınırlandığı için kendilerinin temsil edilmediğini hisseder, sistemin makbul bir parçası olmadıklarını düşünürler. Bu durum, mevcut politikaya itiraz eden herkesi dahili bedhah veya işbirlikçi olarak ilan edilmesiyle perçinlenir. Günün sonunda, ülkenin mücadele etmesi gereken dış düşmanın yanına bir de iç düşman etkilenir. İç düşmanlık olgusu ise ülkenin kaynaklarını zafiyete uğratır ve ulusal gücüne sekte vurur. Bir yandan, insanların sadece makbul vatandaş oldukları takdirde refaha kavuşabilecekleri bir sistem ortaya çıkar. İnsanların sadakatleri liyakatlerinin önüne geçer ve gerek bürokrasi gerek ekonomi alanı büyük oranda kafası çalışmayan yanaşmalar ile dolar. Öte yandan, sistemden dışlanan toplumsal gruplar barışçıl sokak hareketlerinden radikal silahlı hareketlere kadar geniş bir yelpazede tepki verebilirler. Güçlü ve bütüncül görülen ülkenin dış politikası bir anda kendi içindeki sorunlarla boğuşan güçsüz ve kırılgan bir hale dönüşebilir.

Dolayısıyla, milliyetçilik ve ulus-devletin bir arada olması kendi hükümetini veya hakimiyetini devam ettirmek isteyen partinin (veya kurumun) çıkarlarına, ahlakına ve aklına sınırsız bir güven duyulmasını gerektirmez. Hatta, milliyetçiliğin meşruluğunu aldığı ulusal güvenliği sağlama mecburiyeti, siyasetten arınmış ve özerk hale gelmiş bir güvenlik ve dış politika yapılanmasını sakıncalı bulacaktır. Gerçek vatansever için gaye güvenlik ise tek yol hükümetin ıslığını duyduğu an coşkulu marşlar söyleyerek bir bayrak etrafında toplanmak değildir. Gerçek vatansever, bir parçası olduğu ulusu korumak için iradesini kendi rızasıyla bir siyasi ve askeri elite terk etmeyi tehlikeli bulan kişidir. Bu yüzden gerçek vatansever, kuşkusuz hayır diyen biridir.

HAYIR DİYEBİLMEK

Neresinden bakarsanız bakın, “hayır diyebilmek” söz öbeğinin cazibesi inkâr edilemez. Bazı liderler kendi anti-emperyalist duruşlarını bazı muhalif gruplar ise otoriter bir yönetime karşı yaptıkları başkaldırıyı tanımlayabilmek için kullanır. İçinde hem ahlak hem de cesaret barındırır. Efendi ile köle, yani bir buyurgan ile bir itaatkâr, arasındaki hiyerarşik ilişki sona ermelidir. Bu ahlak dışı durum bitmeli ve köle hayır diyerek onurlu bir çıkış yapmalıdır. Ne var ki, bu söz öbeğinin muradını fayda açısından okumak da mümkün olabilir. Kölenin hayır demesi, sadece onun ahlakının değil aklının da bir kanıtıdır. Efendinin bu "hayır"ı bir meydan okuma olarak kabul etmesi ve mevcut durumu sürdürmek istemesi ise ahlaksızlığından değil akılsızlığından kaynaklanmaktadır.

Kölenin "hayır"ı, efendiye sunulmuş bir işbirliği önerisidir. Zira, ikisinin de eşit olduğu bir sistemin yaratacağı işbirliği, ikisinin de mevcut durumdan daha güvenli ve daha müreffeh yaşayabileceği bir dünya müjdeler.

*Doç, Dr. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi

Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü