Kudüs’ün Yahudileştirilmesi ne demek?

İsrail, Kudüs’ü sadece bir şehir, bir toprak parçası olarak işgal etmemiştir. İşgalin tarihi, kültürel, toplumsal, ekonomik ve demografik amaçları da vardır. Tarih, kültür, toplum, demografik doku tümüyle imha edilmektedir. Şehrin doğu kısmının 1967’de işgal edilmesiyle birlikte uygulanmakta olan Yahudileştirme planı, yaşamın her alanını kapsayacak genişliktedir.

Google Haberlere Abone ol

Faik Bulut

Birkaç gün önce, Trabzon’da kurulan Mescid-i Aksa Camisi maketine sırtını dayayan Portekizli bir kadın turist az daha linç ediliyormuş. Kadıncağız, etrafının neden ve niçin kuşatıldığının cevabını alamadan polis tarafından pasaport kontrolü yapılıp bölgeden uzaklaştırılmış. Meğer İsrail’in farklı dönemlerde (1950, 1967, 1980 ve 1996) ve farklı gerekçelerle (Hz. Süleyman’ın kurduğu mabedin bulunduğu kutsal mekân, Ağlama Duvarı’nın bulunduğu kutsal ve tarihi başkent, ezeli ve ebedi başkent) Kudüs’ü başkent ilan etme kararını destekleyen ABD Başkanı Donald Trump’ın son açıklaması üzerine, Trabzon’da protesto mitingi yapılmış ve Mescid-i Aksa maketi oraya kurulmuş. İsrail ile Amerikan yönetimleri, bu kararlarla, Kudüs’ün Yahudileştirilmesini genelde Arap-İslam dünyasına, özelde ise Filistinlilere zorla kabul ettirmek istiyorlar. İsrail’e olan kin ve nefretini adeta Portekizli kadından almaya niyetli linç yanlısı 100 kadar kişi ve benzerleri, sanırım bu noktada iki şeyi iyi bilmiyorlar.

Birincisi, dünyanın hemen her yerinde insanlar cami duvarlarına sırtlarını vererek ayakta durabilir, oturur ve hatta ibadethane içinde veya dış avluda namaz kılmanın yanı sıra uyuyabilirler de. Buna çok yerde tanıklık etmiş biriyim. Söz gelimi, Hz. İsa veya Mehdi’nin ineceği rivayet edilen dört kutsal mekândan biri sayılan Şam’daki Emevi Cami ile Kahire’deki El Ezher Camisi çevresi böyledir. Ayrıca hem fotoğraflarda görmüşlüğüm vardır hem de Kudüslü Filistinli dostlarım anlatmışlardır: Mescid-i Aksa’yı ziyaret eden turistler, adap erkân dairesinde duvara sırtlarını dayayarak bir şekilde dinlenebiliyorlar veya derin düşüncelere dalıp öylece kalabiliyorlar.

İkincisi, Kudüs’ün Yahudileştirilmesi ne anlama gelmektedir? Büyük olasılıkla Trabzon’daki bu öfkeli kalabalık gibi Türkiye’nin birçok yerindeki dindar kesim arasından çok az insan, buradaki Yahudileştirmenin tam anlamıyla neyi hedeflediğinin farkındadır. Onlara göre Kudüs, Müslümanların kutsal bir mekânıdır; Müslümanların üçüncü kıblesidir. Yahudileştirme, İslam dininin elden gitmesi demektir. Evet, bir yere kadar doğrudur. İsrail’in Yahudileştirmesinin bir maksadı da İslam dünyasının simgesi haline gelmiş olan Mescid-i Aksa ile Kubbet-ül Sahra gibi iki kutsal mekânın önemini azaltmaktır. Nitekim “Filistin Celladı” diye bilinen eski Başbakan Ariel Şaron, hürmetsizlik ederek askerler ve korumalar eşliğinde bu kutsal mekanı kirletmişti. Keza bağnaz Yahudi şeriatçıları, hükümetlerinden cesaret alarak birkaç kez aynı mekâna zorla girdiler veya girme teşebbüsünde bulundular ki, bu da ciddi arbede ve protestolara yol açtı. Bütün bunlardan daha önemlisi şudur: İsrail yönetimi, 1996 yılından itibaren Hz. Süleyman’ın kurduğu mabedi (tapınağı) bulmak üzere Hz. İsa’nın defnedildiğine inanılan Kutsal Mezar Kilisesi’nin altından başlayarak Mescid-i Aksa ve Kubbet-ül Sahra’ya doğru yerin dibinde tünel kazmaktadır. Geçen ay, bu tünelde İsrail kabinesinin toplanması istendi. Maksat, Hz. Süleyman’ın Mabedi’nin bulmak değildir. Zira o tapınak, MÖ 587/586 yılında Babil Kralı Nebukadnezar’ın Kudüs’ü ele geçirmesiyle birlikte yerle bir edilmişti. Başta hahamlar olmak üzere Yahudiler topluca Babil’e sürgüne gönderilmişti. İkinci bir seferde, Kudüs yine tarumar edilmiş, Yahudi dini mekânlarından neredeyse eser bile kalmamıştı. Babil sürgününden döndükten sonra yeniden inşa edilen mabet, bu kez Romalı komutan Titus tarafından MS 70 yılında tekrar yıkılmıştı. Dolayısıyla İsrail yönetiminin, Hz. Süleyman Mabedi’ni bulması tarihi gerçekler karşısında hikâyedir, boş ve yanıltıcı bir efsanedir. Bir Yahudi devletinin kurulması gayesiyle Siyonist Kongre’yi toplayan Theodor Herzl, Almanca kaleme aldığı “Yahudi Devleti” isimli kitabında, ne Kudüs ne de Filistin’den söz eder. Dünyanın boş bir alanında (Sina Çölü, Uganda, Arjantin gibi) topraklarda kurulmasını önerir. Ancak bahsedilen Kongre’de bu tez kabul edilmez. Çünkü Yahudi hahamları, düşünürleri ve Siyonist öncüleri (Bondcular), bu efsaneye dayanarak kurulmuş; “Yeruşelayim, Yeruşelayim, şana ha ba” (Kudüs, Ey Kudüs. Bu yıl kavuşamadık gelecek yıla inşallah) denilerek dünyanın dört bir yanındaki Yahudi toplulukları insan kaynağı olarak Filistin’e göçmeye razı edebildiler. Böylece Filistin halkının toprakları ve tüm hakları gasp edildi. Yetmemiş olacak ki; bu kez, iskân (zorla yerleşme) sömürgeciliğine dayalı bu Siyonist işgal, Filistin halkının kültürü ve tarihini yok etmeyi de hedefliyor. Geçen hafta, Kudüs tartışmalarının olduğu ve Trump kararının aleyhine oy kullanıldığı BM Genel Kurulu görüşmeleri sırasında konuşan İsrail temsilcisi, eline aldığı antik bir sikkeyi göstererek Yahudi milletinin bölgedeki tarihinin çok eski olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu! Madalyonun diğer yüzüne bakarsak, İsrail temsilcisi, “Burada Filistinlilerin tarihi yoktur ve dolayısıyla Kudüs üzerinde hakları da olamaz” demek istiyordu.

İsrail’in dünya âlemden, özellikle Arap ülkelerinden istediği ikinci önemli şey ise, kendi devletinin “Bir Yahudi devleti olduğunu” herkesin kabul etmesidir. Gerek Kudüs’ün gerekse İsrail devletinin Yahudiliğinin kabul edilmesi; 1948’deki işgal sırasında kendi topraklarında kalan Filistin toplumunun ya asimile olmayı kabullenmesi veya şimdiki topraklardan göçüp Gazze, Batı Şeria yahut komşu Arap ülkelerinin topraklarına gitmesi anlamını taşıyor. Kudüs’te yaşayan Müslüman ve Hıristiyan Filistinlilerin de, bu başkentten çekip gitmeleri (tehcir veya gönüllü sürgün) amaçlanıyor. Türkiye’deki kimi İslamcı kalemler, “Filistin meselesi değil, Kıble meselesi olduğu” için Kudüs’ün başkent ilan edilmesine karşı çıkabiliyorlar. Evet, Müslümanlar açısından Doğu Kudüs, hem birinci kıble hem de kutsal mekânları barındırır. Müslümanların kutsal saydıkları şehrin bu bağlamda simgesel önemi büyüktür. Fakat bütün mesele bundan ibaret midir? Filistin topraklarında yer alan Celil, Taberiye, Akka, Hayfa, Lut, Beytüllahim, Eriha, Gazze ve Batı Şeria’nın işgal edilmesi ve kurtarılması, acaba bir insanlık ve prensip meselesi değil midir? Kudüs olmayınca, sayılan şehirlerin işgaline göz mü yumulacaktır?

Meselenin siyasi yanı budur. Peki, kültürel düzlemde Kudüs’ün Yahudileştirilmesinin sonuçları nelerdir?

İsrail, Kudüs’ü sadece bir şehir, bir toprak parçası olarak işgal etmemiştir. İşgalin tarihi, kültürel, toplumsal, ekonomik ve demografik amaçları da vardır. Tarih, kültür, toplum, demografik doku tümüyle imha edilmektedir. Şehrin doğu kısmının 1967’de işgal edilmesiyle birlikte uygulanmakta olan Yahudileştirme planı, yaşamın her alanını kapsayacak genişliktedir. İşgalin ilk anlarında Filistinlilerin yoğun yaşadıkları Doğu Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yakın El Şeref, El Mağariba ve El Nemamıra mahalleleri yıkılmıştı. Bunların yerine daha sonra Yahudi yerleşim yerleri inşa edilmeye başlanmıştı. Buldozerlerle yıkım yaklaşık bin evi kapsıyordu. Yıkılan binalar arasında tarihi önemi olan okullar da bulunuyordu. 28 Haziran 1967’de İsrail parlamentosu Knesset, Doğu Kudüs’ün Yahudilerin yaşadıkları Batı Kudüs ile birleştirilmesine karar verdi. Bunun üzerine “İsrail’in ezeli ve ebedi başkenti birleştirilmiş Kudüs” planı hazırlanarak, buna uygun imar ve inşa faaliyeti başladı. Bu uygulama, 1947’deki Birleşmiş Milletler kararı ve daha sonra bu şehir hakkında alınacak birçok karara aykırıydı. Bu siyasetin, uzun vadeli bir projeyi öngördüğü zamanla ortaya çıktı.

Kültürel açıdan Doğu Kudüs’ün nasıl Yahudileştirilip, her türlü kültür varlığının nasıl imha edildiğine bakalım: Kudüs’te yaşayan Filistinliler (ki kendilerine göstermelik belli imtiyazlar tanınmıştı), anadilleri Arapça yerine İbranice konuşup yazmaya mecbur ediliyorlardı. Söz gelimi okullarda İbranice birinci resmi dil olarak dayatılmış; müfredatlar İbranice yazılmıştı. Bu dayatmayı reddeden Filistinli öğrenciler, İsrail’in açtığı devlet okulları yerine, eğitim/öğretim dilini Arapça veren özel veya belediye sınırları dışında kalan beldelerdeki resmi okullara gitmeyi tercih ettiler. İstenilen sonucu alamayan İsrail yönetimi, şehirdeki Filistinlilerle daha fazla sıkıntı yaşamamak amacıyla bu kez, devlet okullarında Ürdün eğitim sistemine göre Arapça hazırlanmış müfredatın uygulanmasına mecburen izin verdi. Belirtmekte yarar var; devlet okullarının yetersizliği karşısında öğrencilerin yarıdan fazlası, hâlâ özel okullarda eğitim görüyor.

Sağlık kurumlarına el atan İsrail yönetimi, 1980’lerin başında kentteki en önemli hastanesini kapatmakla işe koyuldu. Resmi sağlık kurumlarına gidecek Filistinli Kudüslülerden sağlık sigortası belgesi istedi. Bu, bahaneydi. Emekli Sandığı benzeri Kubat Holim isimli kuruma kayıt yaptırıp prim ödemelerini şart koştu. Hastanelerin yerine özel sağlık kuruluşları devreye girdi. Böylece sağlık alanındaki bütün işlem ve faaliyetler İbranice yapılmaya başlandı. Gerektiğinde ikinci dil olarak Arapça tercümesi yapılıyordu bu muamelelerin.

4 bin yıllık (kimine göre 6 bin yıllık) Kudüs, sadece bir tarih şehri değildir. Aynı zamanda Arap dünyasında yansımalarını bulan bir kültür ve sanat şehri olarak da bilinir. Yüzyıllar boyunca adım adım kendine özgü kültürel kurum ve üst yapılarını kurmayı başarmış bir halkın eseridir. Filistinli Yazarlar Birliği, Kudüs Gazeteciler Federasyonu’nun yüz yıla yakın geçmişleri bulunuyor. Basın ve yayın faaliyeti Osmanlı döneminden bu yana hemen hiç aksamadan sürmüştür. Görsel sanatların (resim, heykel, fotoğraf) sergilendiği ciddi sergi salonları vardı. El Katıb, El Avdet gibi edebiyat ve şiir dergileri on yıllar boyu yayın hayatlarını sürdürüyorlardı. Ğadir-ül Atfal isimli çocuk dergisi, hemen bütün okullara dağıtılıp okutuluyordu. El Quds, El Fecr, El Manar, El Şaab, el Nahar gibi gazeteler de baskılara rağmen basın faaliyetlerine devam ediyorlardı. Filistin Ulusal Tiyatrosu (Hakavati) ve benzeri merkezlerle eskiden herkesin gözdesi sayılan sinemalar, artık faaliyetlerinin son demlerini yaşıyorlar. Sözü edilenlerin bir kısmı, Filistin Yönetimi’nin idari merkezi (ve geçici başkenti) Ramallah’a taşındı; bir kısmı ise İsrail’in ekonomik ve siyasi kuşatması sonucunda kapılarına kilit vurmak zorunda kaldı. Özete, Doğu Kudüs’ün kültür ve sanat hayatı can çekişiyor; o da öz yurdunda parya ve göçmen durumuna düşüyor.

Eski kentin turistik, tarihi yerlerine ve önemli sokaklarına sadece İbranice levha ve tabelalar asıldı. Gerekiyorsa bile Arapça ikinci dil olarak yazıldı. Bağlı olarak Mescid-i Aksa için “Tapınak Dağı”, Kubbet-ül Sahra yerine ise “Ömer Camii” denildi ki, bu isimler İbranice tanımlardır. Aynı düzlemde 2009 yılından itibaren İsrail yönetimi, Kudüs’teki ciddi hiçbir kültürel etkinliğe (Arapça şiir akşamları, Filistin halk oyunları ve edebiyat konuşmaları gibi) izin vermedi.

İmar açısından Doğu Kudüs, adeta bir inşaat istilasına uğradı. Özellikle son 25 yıllık süreçte yayılmacı bir politika izleyen Yahudi yerleşim birimlerinin inşaatına başlandı. Şehirde 65 bin yerleşim birimi yapıldı. Oysa 1967’deki işgalin ilk yıllarında, tek bir yerleşim birimi bile yoktu. Böylece birimlerde yaşayan Yahudi sayısı, 250 bin kişiyi geçti. Filistinliler azınlık oluverdiler.

1993'te imzalanan Filistin-İsrail Oslo Çerçeve Anlaşması’ndan birkaç ay önce İsrail, 1967’de işgal edilmiş bulunan Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin Kudüs şehrini ziyaret etmelerini yasakladı. Bu, Filistin yönetimine açık siyasi bir mesajdı. Kudüs, Yahudi şehridir; asla pazarlık konusu edilemez! Bu yasaklamayı, Ariel Şaron’un talimatıyla dikilen utanç duvarı izledi. Kudüslü olmayan hiçbir Filistinli, izin almaksızın duvarı aşıp şehre giremezdi.

Sözün özü; Doğu Kudüs, sadece bir askeri işgalden ötesine maruz kalmıştır. Şehrin Yahudileştirilmesi çok yönlü işgal, istila ve imha projesinden başka bir şey değildir.