Düşlerinin ve gerçeğin peşinden giden 'akademinin mavi çiçekleri'

Wajda’nın Mavi Çiçekler filmi, öğretim üyesi Strzeminski’nin mevcut rejimin sanat anlayışı ile uzlaşmak istemeyince başına gelenleri anlatır. Yaşadıkları, tıpkı Barış Akademisyenlerinin yaşadıklarının resmi gibidir. Üniversiteden atılır, yani mekansızlaştırılır, yaşamını idame ettirmek için gereken gelirden mahrum bırakılır, eserleri adeta suç nesnesi muamelesi görür, meslektaşları selam sabahı keser, uzaklaşırlar,..

Google Haberlere Abone ol

Ayşen Uysal

Uzunca bir aradan sonra, Dokuz Eylül Üniversitesi’nden açığa alınmamdan tam beş ay sonra, Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin (TSBD) aralık ayı başında ODTÜ yerleşkesinde düzenlediği Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde, akademi üzerindeki baskılara dair bir konuşma yaptım. Beş aydır ilk defa bir kampüse adım atmıştım ve hafızam beni yanıltmıyorsa bunca aydır ilk bilimsel konuşmamı yapmıştım. İtiraf etmek gerekirse tuhaf duygular yaşıyor insan. Öncelikle, bir yerlerde her şeye rağmen hiçbir şey olmamış gibi “bilim” yapılmaya devam edildiğini görmek insanın içinin burulmasına neden oluyor. Yapılmasın demek değil niyetim, zaten hepimiz bilim yapmaya devam etmek için mücadele ediyoruz. Vurgulamak istediğim “bunca zulüm yaşanmıyormuş, hiçbir şey olmuyormuş gibi” kısmı. Bu manzara karşısında “demek ki üniversitelerde doldurulamayacak bir yerimiz yokmuş” diye düşünüyor insan. Devlet seni “Barış Bildirisini imzaladın diye” tarumar ederken, bazılarına hiç dokunmayabiliyormuş, hatta “yürü ya kulum” diyebiliyormuş, onu görüyorsun. O “dokunulmayanlar” da yanı başına bile bakmadan yürüyebiliyormuş! “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” misali. Orası gerçekten “bahar bahçe” mi, yoksa sadece bir yanılsama mı? O ayrı bir tartışma. Ben “yaprak döken” tarafın bir mensubu olarak o tarafa dair bir şeyler söylemek/yazmak istiyorum.

Akademinin bu “ikili” hali, ama aslında “çoklu” hali demek daha doğru, bana iki şeyi çokça düşündürdü. Bunlardan ilki, Ernst Fraenkel’in, 1941’de yayınlanan İkili Devlet (Dual State) kitabı. Fraenkel bu kitapta Nazi Almanya’sında eş zamanlı olarak mevcudiyet gösteren, iç içe geçmiş ikili devlet yapısına vurgu yaparak, normlar devleti ve tedbirler devletini birbirinden ayırır. “Normlar devletinde takibata uğramayan nüfus çoğunluğu için kurallar ve yasalar geçerlidir”, buna karşılık “tedbirler devletinde ise bunun aksine hukuki bağlayıcılık olmaksızın şiddetli terör ve kör bir keyfilikle, düşman olarak tanımlanan nüfus gruplarının üzerine gidilebilmektedir” (Fraenkel’in yaptığı bu tartışmalar için ayrıca bkz. C. Dams & M. Stolle, Gestapo Nazizim Döneminde Tahakküm ve Terör, İletişim Yayıncılık, 2017). Günümüz Türkiye’si üniversitelerine dair de benzer bir analizi yapmak mümkün. Öyle ki, bir yanda sivil ölüme mahkum edilmiş binler, diğer tarafta idari görevlerine, derslerine, konferanslarına, “kongre turizmlerine” hiçbir şey olmamış gibi devam eden “şimdilik” on binler. “Şimdilik” vurgusu da Nazi Almanya’sına atıfla, zira o dönemde tedbirler devletinin zulmünü yaşayanlardan “diğerleri” ya haberdar değildi ya da bilerek sessiz kaldılar. Yangın onları sardığında ise, artık onlar için yapılabilecek bir şey kalmamıştı... Bugün Türkiye üniversiteleri her iki kategoriyi de barındırıyor: bihaberler ve bilerek suça ortak olanlar.

Akademinin “ikili” halinin bana düşündürdüğü ikincisi şey ise izlediğim bir film: Les Fleurs bleues (Mavi Çiçekler). Dokuz ay önce Paris’te sevgili Bediz Yılmaz ile izledik bu filmi. Yeni vizyona girmişti ve o dönemde Fransa’da adından çokça söz ettiriyordu. “Mavi çiçek” ne anlama geliyor diye düşünebilirsiniz. Duygusal, romantik, hassas ve hatta naifliği, en çok da naiflikle iç içe geçmiş duygusallığı simgeliyor çiçek dilinde. İdeal olanın peşinden koşmayı da anlatıyor. Nitekim Andrzej Wajda’nın bu filmi de savaş ertesinde Polonya’da, Avant-garde ekolün temsilcisi ünlü ressam ve aynı zamanda Lodz Güzel Sanatlar Ulusal Akademisi öğretim üyesi Wladyslaw Strzeminski’nin mevcut rejimin sanat anlayışı ile uzlaşmak istemeyince başına gelenleri anlatır. Yaşadıkları, tıpkı bugünün Türkiye’sinde Barış Akademisyenlerinin yaşadıklarının resmi gibidir. Üniversiteden atılır, yani mekansızlaştırılır, yaşamını idame ettirmek için gereken gelirden mahrum bırakılır, eserleri yakılarak, ortadan kaldırılarak adeta suç nesnesi muamelesi görür, meslektaşları selam sabahı keser, uzaklaşırlar, Strzeminski’yi görünürlüğünü kaybetmiş gibi silikleştirirler. Üniversiteden atılmasından itibaren bir süre öğrenci desteğini koruyan ünlü ressam, başka mekanlarda onlarla buluşmalarına, derslerine devam eder, ancak her defasında iktidarın ve onunla işbirliği yapanların mekansızlaştırma çabaları devam eder. Nihayetinde başarılı da olur. Strzeminski’nin yalnızlaştırılmasına yönelik yapılanlar onun sanat/üniversite çevresiyle sınırlı kalmaz; komşuları ve hatta evine yemek yapmaya yardıma gelen kişiye bile sirayet eder. Sonunda, “kendi başlarına da bir şey gelmesin” diye bütün çevresi hızla çekilir, artık o bir sivil ölüdür. Filmin son sahnesinde artık o, yiyecek kırıntısı bile kalmamış, yapayalnız, yaşayan bir ölüdür. Oysa kızını, ailesini meslek aşkına ihmal etmiş, öğrencilerine kızından daha fazla zaman ayırmış, özel hayat nedir bilmemiş biridir Strzeminski. Çoğumuzun yaptığı gibi...

Filmden hareketle, ama en çok da kendi yaşadıklarımızdan hareketle, insan düşünmeden edemiyor: Diğerleri bu suça ortak olmasaydı, rejimin bu cinayeti gerçekleşebilir miydi? Şüphesiz devlet bu cinayeti tek başına işlemedi, zulmü tek başına icra etmedi; bizzat üniversite bileşenlerinin, diğer kurumların, sıradan yurttaşın işbirliği ile işledi, icra etti. Bunlar ya “ihbar” mekanizmalarını harekete geçirerek ya da “kendi konumlarını korumak için susarak ya da aktif müdahale ile” suça ortak olmasalardı, Strzeminski örneğinde somutlaşmış olan zulüm mağduru akademisyenler yaşayan bir ölüye dönüşmezdi. Bu işbirlikleri olmasaydı sivil ölüm ya çok sınırlı kalırdı ya da gerçekleşmezdi.

Film deyip geçmeyin, yaşananı ve yaşanmakta olanı resmediyor. Size gerçeküstü gibi gelebilir, ama değil, son derece gerçek. Üstelik de, siz dayanışmayı unuttuğunuzda, selamı kestiğinizde, bir telefon açmayı esirgediğinizde, başınızı kuma gömdüğünüzde daha da gerçek oluyor. Biraz cesaret, bolca dayanışma... Yoksa o binlere yenileri eklenecek... Susmanın, susarak suça ortak olmanın kimseyi kurtarmadığını insanlık tarihi tekrar tekrar göstermedi mi zaten?