9 ay 10 günlük hapislik böyle başladı

3 Şubat günü teslim oldum. Adliyeye gittim, orada yıllarca beraber çalıştığımız arkadaşım benim teslim kağıdımı hazırladı, beni polise teslim etti, oradan hapishaneye, askerlere teslim edildim, bayağı ince bir aramadan sonra onlar da infaz koruma memurlarına beni teslim etti ve hoop, A-6 koğuşuna girdim. Uzun bir maratonu bitirmişim gibi bir koğuşa girmek beni sevindirmişti. 9 ay 10 günlük hapislik böyle başladı.

Google Haberlere Abone ol

Aydın Öztürk

1

Memur masama kurulmuş, sıkıntılı bir şekilde sağa sola laf yetiştiriyor, ara sıra ekrana bakıyordum. Bir şey olsa da şu sıkıntımı bitirse dersiniz ya, öyle bir gündü, yani her günkü gibi. Oturduğum masadan müdür odasını dar bir açıyla görüyordum. Orada kır saçlı bir adam başını önüne eğmiş bir şeyler anlatıyordu. Herhalde bir işini hallettirmek için almıştı bu boynu bükük hali, diye düşündüm. Az sonra dikkatim dağıldı, başka şeylere kaydı. Derken iri yarı adam, (az önceki, boynu bükük gibi duran kır saçlıydı bu) içeri girmesiyle beraber, kemer hizasına gelecek şekilde kimliğin ön yüzünü bana gösterdi, kimliğin üzerinde büyük kırmızı puntolarla POLİS yazıyordu. Nedense birazdan adamın 'ben özel Ajan Co, başkan adına buradayım' diyeceğini sandım, ama onun yerine TEM'den geldiklerini ve Aydın Öztürk'ü aradıklarını söyledi, ben dilimin döndüğünce, o aradığınız benim, diyebildim, nedense bir bardak su çekti canım, can işte. Adam bunu der demez, kamerasını açtı, beni çekmeye başladılar, her şeyi kayıt altına alan devletimizin güzide bir uygulaması idi bu. Üzerime zimmetli bilgisayarımda bir arama yapıldı, sonra motorumu aradılar, iş yerinden alındım, eve götürüldüm, evin önünde park halindeki İsveç marka arabam arandı (evet o ara hem motorum hem arabam vardı, çoğu kez hangisiyle işe gitsem diye içinden çıkamadığım kararsızlıklar yaşardım, şu an böyle bir kararsızlık yaşayacak bir şeyim yok şükür, evden çıktığım gibi bulduğum ilk dolmuşa ya da otobüse biniyorum, fakirlik güzel bir şey bence, neyse) sonra eve geçtik, evdeki pc kopyalandı, telefonum da keza, o sırada nedense Amerikan filmlerindeki polis sahneleri gözümün önünden geçti ve 'susma hakkımı kullanıyorum sayın yargıç' diyesim geldi, ama ortamda yargıç yoktu, bu yüzden polis amcalara dedim, susacağım dedim, iyi sen bilirsin, böyle yaparsan bu akşam bizimlesin dedi, hemen savcıyı aradı ve susma hakkımdan bahsetti ona, savcı da bu akşam misafir edin, deyivermiş, ‘susma hakkından’ bahsetmenin böyle bir maliyeti olduğunu bilseydim vallahi bu fiyakalı cümleyi kurmazdım, neyse, oradan merkeze gidildi, daha sonra TEM şubeye, epey kibar olan TEM çalışanı, ifadelerimi özenle kaydetti, örgütü eleştirdiğim bir takım paylaşımlarımın da olduğunu bu yüzden örgüt propagandasından ceza almayacağımı düşündüğünü söyleyerek beni teselli etmeye çalıştı. İyi niyetli polis, örgütü de eleştirdiğim paylaşımımı epey aradı ama bulamadı, şansızlık işte. İfadeden sonra tekrar merkeze geçtik, nezarethanedeki ilk gecemi uyuyarak geçirdim (başka nasıl geçirilir gece, demeyin, uykusuz da geçirebilirsiniz, o çok zordur) sabah çabuk oldu ama beni alıp savcıya götürmelerini çok bekledim, içeride zaman çok yavaşlıyor arkadaş, polis amcalara söylediklerimi savcı beye de söyledim, savcı bey, ‘benim devleti benimsemediğim’ şeklinde çok ağır bir ifade kullandı sorgusunda, ben durumun öyle olmadığını, devletin kötü uygulamalarını eleştirdiğimi ama eleştirilerimin keskinliği yasalara dokunuyorsa, eleştirilerimde yumuşamaya gidebileceğimi belirttim, (bayağı pazarlığa girişmişim sanki, şimdi düşünürken öyle görünüyor bana) yazar olduğumu, her olay hakkında yazmanın benim mizacımın bir parçası olduğunu, ülkemizin kanlı bir evreden geçmesi sebebiyle bu duyarlığımı ülkem için kullandığımı demiş oldum, en yakın zamanda kitabımı ona hediye edeceğimi de ekledim, (o sıralar önüme her gelene kitabımdan bahsetmek gibi bir garip haller vardı üstümde) bunu kayıtlara geçirdi

2

(savcıya bir kitap borçlandım yani), gel zaman git zaman buradaki ifadem de bitti, beni hakîme sevk etti, sevk yazısında tutuklanmam gerektiği ile ilgili bir takım taleplerde bulunmuştu savcı, sonunda hakim karşısındaydım, uzun bir suçlama yazısı okudu, devlet büyüklerine hakaret, örgüt propagandası yapmak minvalinde epey suç saydı, ben hepsini anladım dedim ve savunmaya geçtim, uluslar arası ve ulusal yasaların güvence altına aldığı eleştiri ve ifade hürriyeti kapsamında bu görüşleri yayımladığımı, amacımın hakaret olmadığını bu yüzden salıverilmemi talep ettim. En zorlu ve beni terleten aşama ise kararın okunduğu andı, bir cümle bu kadar mı zor ve karmaşık olur arkadaş, şöyle başladı ve devam etti cümle: Şüphelinin terör örgütü propagandası yapmak yönündeki isnatlar konusunda belirgin bir kanaat oluşturabilecek, suçun maddi unsurlarının oluştuğu yönünde bir hükme varmamızı destekleyecek ..... cümlenin bu aşamasında kötü hayallere dalmış olmalıyım, çünkü cümlenin gramerini kaçırmış, nereye gidiyor bu cümle diye tedirgin olmaya başlamıştım… Ve devam etti cümle : …durumunda olunmadığı kanaatine varılmıştır. Yükleme yapılan bu vurgu hayallerden uyandırmıştı beni. Cümle böyle bitti, ortasını kaçırmıştım cümlenin ve anlamını çözmek için etrafı seyretmeye başladım. Sonra okuduğu şeyden başını kaldırdı ve seni tutuklamayacağım dedi, şiddeti açıkça teşvik etmediğin için serbestsin. Teşekkürler, dedim.. Çıktım ve kapıda bekleyen sevgilim (Evet, o zamanlar sevgilim de vardı) gülümsediğimi görünce bana sarıldı. Özgürdüm.

Buraya kadar, sanırım ‘yara’nın sıcak olması nedeniyle acıyı pek hissetmediğim dönemi anlatmış olmalıyım. Anlatıma karışmış şakacılık bundan olmalı. Tahliye olduğum gibi iş yerine geldim. Her şey normale dönüyordu ya da ben öyle sanıyordum. Geçmiş olsun dileklerini kabul ettim ve masama geçtim. Az sonra müdür beni odasına çağırdı ve yaşadığım kısa süreli mutluluğu sonlandıracak bir haber verdi. Uzattığı kağıdı okudum, hakkımdaki soruşturma sonlanana kadar görevden uzaklaştırıldığım belirtiliyordu (devlet işlerinin gecikmeli işlediğini kim söylemiş, yalan, her şey çok hızlı icra ediliyordu). İmzaladım ve pılımı pırtımı toplayıp iş yerinden çıktım, artık uzun bir tatil yapacaktım.

Maaşın üçte biri kesilmişti, haliyle ek ders ücreti de. Maaşın tamamına ve ek ders ücretine güvenip çektiğim banka kredilerini nasıl ödeyebileceğimi inceden inceye düşünmeye başlıyordum. Olsun özgürdüm ya. Gerisi halledilirdi.

3

Birkaç hafta tembellik edip bol bol uyudum, kedimle (kendimle değil, kedimle) zaman geçirdim.

Yavaştan iş aramaya başladım. Motor kurye, damacana su satıcılığı (tanrım çok ağırdılar, üstelik adres bulmakta da epey zorlanıyordum, olaylar Bodrum’da geçiyor bu arada, ve yine bu arada ben hiçbir yeri Bodrum’u sevdiğim kadar sevmedim) gece bekçiliği, bulaşıkçılık gibi işlerde çalıştım, ama beden o kadar tembeldi ki (on yıldır memurdum, öncesinde de beden işi gerektiren bir işte pek çalışmamıştım) üç beş günde ‘istifa’ edip ayrılıyordum. Bekçilik yatıp uzanarak yaptığım bir iş olduğu için iki ay dayanabildim.

Günler aylar böyle geçti. Bir gün 29 Ekim Cumhuriyet bayramı geldi. O günün akşamında bir kararname çıktığını duydum. Baktım. Tanrım müdürüm ihraç edilmişti. Ne kadar iyi adamdı, çocukları vardı, eşi hamileydi, şimdi ne olacaktı, diye endişelendiğimi hatırlıyorum. Listeye devam ettim. Aa, üniversite arkadaşım da ihraç edilmiş, o da evli ve çocuklu. Ona da biraz üzüldükten ve çevremdekilerle üzüntümü paylaştıktan sonra listeye devam ettim. Uzaktan tanıdığım başka isimlere de rastlıyordum, ama bu ikisi kadar bende bir üzüntü yaratmadılar, çünkü onları ‘uzaktan’ tanıyordum. Listede aşağı inmeyi sürdürdüm. Adımla karşılaştım, hayret! İsmimin karşısında çalıştığı kurum ve sicili de inceledim, evet bu bendim. Artık tam olarak işsiz ve beş parasızdım. Kendimi bildim bileli içimde kıvrılıp böyle zamanları bekleyen depresyonum ve aşırı kaygılarım için çok uygun bir zamana böylece girmiş oldum. Tanrım ne olacağım ben, borçlarımı nasıl ödeyeceğim.. İçimdeki müzmin umutsuzluk, karamsarlık çok güçlü bir biçimde tetiklenmişti. Ama hayatın sürprizleri biter mi hiç? Birkaç gün sonra duruşmam oldu (TMK’dan yargılanıyordum) ve duruşmada 2 yıl 4 ay 3 gün’lük bir ceza aldım. Bir de hapse girecektim (Bu hükümde beni en çok üzen şey yaptığım şakaların bile ‘örgüt propagandası’ için gerekçe haline getirilmesiydi, hakîme o kadar dil döktüm, o bir espri hakim bey, yok inanmadı, ‘PKK büyük bir güçmüş’ diye bir paylaşımdı bu, ve bunu sadece, HDP’nin tüm oylarını PKK zoruyla aldığını iddia eden anlayışla alay etmek için yapmıştım. Fotoğrafta İzmir’deki bir HDP seçim mitingi vardı. PKK İzmir’de bu kadar insanı mı toplamış yani, diye dalgamı geçmekti niyetim. Ama hayır, bu da örgüt propagandası sayıldı, o mahkeme heyetine bunun bir ironi (şaka yani) olduğunu anlatabilsem, ikna edebilsem, yattığım ceza gözüme görünmez belki, umarım bu yazıyı okurlar, ve esprime şimdi rahat rahat gülerler).

OHAL döneminde hapishanelerin durumunu haberlerde okuyordum ve ben oraya girecektim. Mahkemelerimizin hep geç karar verdiğini ve temyizin daha da geç işlediğini, hemen hapishaneye girmeyeceğimi düşünerek kendimi avuturken (istinaf mahkemelerinin yeni kurulduğunu hesaba katmamıştım) iki ay bile geçmeden bir gün kararın kesinleştiği tebliğ edildi. Artık yapacak hiçbir şey yoktu, on gün içinde teslim olmazsam yakalama kararıyla her yerde aranacaktım.

4

Gidip teslim oldum, her yere kar yağmıştı o günlerde, 4 Şubat doğum günümdü (resmiyette tabi, gerçekte buğdayların sarardığı bir zamanda doğmuşum, ninem öyle demişti) 3 Şubat günü teslim oldum. Adliyeye gittim, orada yıllarca beraber çalıştığımız arkadaşım benim teslim kağıdımı hazırladı, beni polise teslim etti, kelepçe çıkardılar, ne oluyor dedim, mecburuz dediler, ama kendim gelip teslim oldum, dedim, birbirlerine baktılar, tamam gidelim dediler, hastaneye götürüldüm, oradan hapishaneye, askerlere teslim edildim, bayağı ince bir aramadan sonra onlar da infaz koruma memurlarına beni teslim etti, ve hoop, A-6 koğuşuna girdim. Uzun bir maratonu bitirmişim gibi bir koğuşa girmiş olmak beni sevindirmişti. Kapı kirli bir gürültüyle zınk diye üzerime kapandı. 9 ay 10 günlük (rakam da epey manidar arkadaş, 9 ay 10 gün) hapislik böyle başladı. Hapis hayatını anlat, derseniz, ben, içerideyken kedim öldü, derim. Ölünce yanında olamadım ya la, diye sululaşmayacağım.

31 Ekim 2017’de Açık Cezaevi'ne çıkarılmam gerekiyordu, müddetnamede öyle yazıyordu, o gün çıkarılmadım, sonraki gün çıkarıldım, orada da 7 gün kaldım, yedinci günün son dakikalarında (16:59 gibi) kendimi dışarıda buldum.

Serbest olmak güzeldi ama kendimi özgür falan hissetmedim maalesef, hâlâ öyleyim, iş aradım, hâlâ arıyorum, bir sürprizle daha karşılaştım bu arada, hesaplarıma bloke konmuş. Hesaplarım ekside olduğu için çok takmadım ama bir insanın hesabına bloke konması, onun ekmek, su, akbil, umumi tuvalet gibi hizmetlerden yararlanması için gereken parayı kullanmasından yoksun bırakılması nasıl bir anlayıştır, onu bir türlü anlayamadım.

İşte böyle, hapisten denetimli serbestlik tedbiri kapsamında çıkarıldığım için, imza atmam, bireysel görüşmelere ve seminerlere katılmam ve ayrıca dört ay sürecek kamu yararına ücretsiz çalışmam gerekiyor, ve her gün 13:00-17:00 arası temizlik yapıyorum.. İş ararken de hukuki durumumu bir şekilde anlatıyorum ve ‘biz sizi ararız’ diye benden kurtuluyorlar..

İşte böyle dostlar, hayat çok güzel değil, hatta orta derece bile güzel değil, güzel bile değil ya hu, yuh olsun böyle hayata diyesim var (tamam arabeskleşmeye gerek yok şampiyon) hayat bazı zorlukları fazla abartmış bu topraklarda. Mutlaka kazanacağız diyecek kadar umutlu değilim maalesef...

Hadi şimdi siz anlatın, ben dinleyeyim.