Barış Metni Anti-Kürdolojinin reddidir

Farklı disiplinlerden 2000’den fazla akademisyen, cumhuriyet tarihinden beri sistematik olarak inkar ve imha edilen bir halka karlı işlenen suçların en vahşi biçimin sergilendiği sokağa çıkma yasakları döneminde, artık akademinin bu suçlara ortak olmayacağını dile getirerek Anti-Kürdolojinin 21.yüzyıldaki biçimini reddetmiştir. Bu reddetmenin, meydan okumanın ya da adına her ne diyeceksek, sonuçları barış metnin imza ve ilan edildiği günden beri tedirici olarak yaşanmaya devam ediyor.

Google Haberlere Abone ol

Tuncay Şur

Literatüre Malmisanij tarafından kazandırılan Anti-Kürdoloji kavramı, Kürtlerin kavmen mevcut olmadığını ve bu itibardan hareketle lisanlarının da olmadığı üzerine bina edilen resmi tarih anlatısına işaret eder. Anti-Kürdoloji, gayrı ya da yarı resmi bir kavrayış ve uygulama hali değil aksine bizatihi kurumsal düzeyde desteklenen ve işletilen bir politikadır. Anti-Kürdolojinin izini Osmanlı’nın son dönemlerine kadar sürebileceğimiz gibi (örneğin İttihat ve Terakki bünyesinde Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi Kürtlerle ilgili nüfus mühendisliği kapsamında birçok çalışma yapar) esas olarak Cumhuriyet Türkiye’si ile kurumsallaşan bir kavram ve uygulama biçimidir. Anti-Kürdoloji, erken Cumhuriyet döneminin Kürt coğrafyasındaki kolonyal idare biçimini “ilmi” olarak desteklemek için kurumsal yapılar tarafından yürütülen Türkifikasyon projesinin en önemli ayaklarından biri olarak da okunabilir. 1920 ile 1970 yılları arasında Kürtlerle ilgili yayınlanan kitapların hemen hepsi Kürtlerin mevcut olmadığı telakkisi üzerinden şekillenmiştir. Türk Ocakları, Halkevleri, Köy Enstitüleri, Türk Tarih Kurumu, Türk üniversiteleri ve benzer birçok kurumsal yapı Anti-Kürdolojinin resmi ayaklarını teşkil eder. Erken cumhuriyet döneminden itibaren Kürtlerin bir kavim olarak mevcut olmadıkları yönünde resmi idarelerin destek ve teşvikiyle onlarca yayın yapılmış, birçok Türk (Hasan Reşit Tankut gibi) ve Kürt (M. Şerif Fırat gibi)  'aydın' Kürtlerin namevcut olduklarını 'ilmen' ispatlamak için amansız uğraşlar içine girmişlerdir. Anti-Kürdoloji dâhilinde böylesi bir süreç yaşanırken, yine Malmisanji’ye ait olan bir diğer kavram Gizli-Kürdoloji ise devletin en resmi kurumları vasıtasıyla icra edilmiştir. Anti-Kürdoloji ile Gizli-Kürdoloji arasındaki paradoks şudur; bir yandan Türk devleti en resmi düzeyde Kürtlerin ve dillerinin ve kültürlerinin var olmadığını ispatlamak için ekseriyeti trajikomik birer vaka olan onlarca çalışma yürüttürürken öten yandan yine en resmi düzeyde “Kürt tehlikesi, Kürtçülük faaliyetleri, Kürt asimilasyonun ve gerekli görüldüğünde imhasının” yol ve yöntemleri konu edinen onlarca rapor hazırlamasıdır. Başka bir ifade ile resmi düzeyde inkar edilen bir halk ve ona ait kültür öğeleri aynı anda bir tehlike ve tedbir halini alıyor Türk devletinde.

Cumhuriyetin 94. yılında Anti-Kürdolojinin tek parti dönemindeki gibi işlemediği herkesin malumu ve fakat Anti-Kürdolojinin, içinde bulunduğumuz dönemi de kapsayacak biçimde, cumhuriyet tarihi boyunca farklı eklemlenme pratikleri vasıtasıyla devam ettiği de sarih bir hakikat olarak karşımızda duruyor. Anti-Kürdoloji ile akademinin alakası ve bu yazının da bağlanacağı esas mesele olan Barış Akademisyenleri tarafından imza ve ilan edilen 'Bu Suça Ortak Olmayacağız' metni esas olarak Anti-Kürdolojinin reddidir. Nasıl? Anti-Kürdolojinin yeniden ve yeniden üretildiği en önemli alanlardan biri akademilerdir. Türk akademisi sistematik bir biçimde 2000’li yılların ortalarına kadar açıkça Anti-Kürdolojinin en önemli üretim alanlarından biridir. 1990’ların ortalarına kadar resmi düzeyde benimsenin “Türk vatanında Kürt yoktur” tezi Türk akademisi tarafından da desteklenmiş ve dahi bu tezi “ilmen” ispat etmek için sayısız yayın yapılmıştır (bugün açıktan ırkçı akademisyen ve çevreler dışında sanıyorum bu tezin gülünçlüğü önemli ölçüde kavranmış görünüyor). 1960’lerin başında Türk bir sosyolog olan İsmail Beşikçi’yi hariç tutacak olursak, 2000’lerin başına kadar Türk üniversitelerinde münferit örnekler (ki onlar da Kürdolojiden bahsederken bir tür Ezop dili kullanmak zorunda kalmışlardır) dışında Anti-Kürdoloji varlığını sürdürmüştür. Türk üniversitelerindeki Anti-Kürdolojiyi besleyen ve teşvik eden bir diğer önemli kavram ise Barış Ünlü’ye ait “Türklük Sözleşmesi” kavramıdır. Resmi olmayan bu sözleşmenin sunduğu imtiyazlar silsilesi Türk olmayı ön gerektirdiği gibi, bu imtiyazları kullanmanın temel ve yeter şartı da “bazı” konulara dair “görmeme, duymama, bilmeme” halinin sergilenmesidir. Bu hal çoğu zaman bilinçsizce değil bilakis bilinçli bir biçimde performe edilir.

Dolayısıyla Türklük imtiyazı, Anti-Kürdolojinin yeniden üretilebilmesi için oldukça elverişli bir alan olup bu iki kavram birbiri ile yakında ilgili ve birbirini tamamlar niteliktedirler. Anti-Kürdoloji, 2000’li yıllarda AKP iktidarı ve Türk-Kürt kimliğindeki yeni konfigürasyonlar dahilinde farklı veçhelerde varlığını sürdürmektedir. 2000’den fazla akademisyenin imza ve ilan ettiği bildiri, cumhuriyet tarihinden beri Kürtlere karşı işlenen tüm cürümlerin, Türklük imtiyazının ve dolayısıyla üniversitelerde işletilen Anti-Kürdolojinin, Türkifikasyonun reddidir. Farklı disiplinlerden 2000’den fazla akademisyen, cumhuriyet tarihinden beri sistematik olarak inkar ve imha edilen bir halka karlı işlenen suçların en vahşi biçimin sergilendiği sokağa çıkma yasakları döneminde, artık akademinin bu suçlara ortak olmayacağını dile getirerek Anti-Kürdolojinin 21.yüzyıldaki biçimini reddetmiştir. Bu reddetmenin, meydan okumanın ya da adına her ne diyeceksek, sonuçları barış metnin imza ve ilan edildiği günden beri tedirici olarak yaşanmaya devam ediyor. Gelinen noktada,  barış imzacıları, AKP hükümeti tarafından “vatan hainliği” ve “terörist” olmakla suçlanıyor ve yargılanıyor fakat tıpkı Simon de Beauvior ve Jean Paul Sartre gibi entelektüellerin Eylül 1960’da Fransa hükümetine söyledikleri gibi, “Utanç verici bir teslimiyet halini aldığında makbul vatandaşlığın ne gibi bir anlamı olabilir ki? Hizmetin reddinin kutsal bir görev haline geldiği, ‘vatan hainliğinin’ korkusuz bir hakikat saygısı anlamına geldiği zamanlar yok mudur?”