Tahir Elçi, son 30 yılda olanların hem şahidi, hem sanığı, hem de en önemli avukatıydı

Musa Anter’in “Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi? Değil!.. Sanığıyım. Mahkûmuyum.”  şeklinde meşhur bir sözü vardı. Tahir Elçi de son otuz yılda yaşananların hem canlı şahidi, hem sanığı hem de en önemli avukatıydı. Kürt halkının belleği ve seçkin bir temsilcisiydi aynı zamanda.

Google Haberlere Abone ol

M. Neşet Girasun*

1970 yılında Türkçeleştirilerek Hisar ismini alan Hebler Köyü, Cizre’nin 15 kilometre uzağında, heybetli Cudi Dağı’nın eteklerinde kurulu, maddi imkânları kısıtlı bir köydü. Hebler, güvenlik gerekçesiyle 1992 yılında boşaltıldı. Çeyrek asırdır kesintisiz bir şekilde “boş” olan köyün girişine dahi aynı gerekçelerle izin verilmemektedir. Bağ-bahçeleriyle ve başta nar olmak üzere meyveleriyle Botan’da bilinen ve Kürt şiirinin usta isimlerinden Cegerxwîn’in “Şam Şekire Welat Şêrîntire” isimli şiirine “Çena te guhê Cûd û Şax û Hebler, Qirik eywan û taqa kesrewanî” dizeleri ile de konu olan Hebler, klasik/sert feodal yapının hakim olduğu bir yer olmaktan uzaktı, köyün birkaç önde gelen ailesinin daha çok seçim dönemlerindeki rekabet/mücadeleleri sebebiyle yaşanan gerginlikleri saymazsak, kendi yağında kavrulan barışçıl bir kültüre sahipti.

Öte yandan Hebler, Türkçe ile ilkokulda veya askerlikte tanışan, Kürtçeyi geniş olanakları ile kullanan, özellikle kış mevsiminin uzun ve soğuk gecelerinde dengbêj divanlarının kurulduğu; yaz aylarında ise, açık havada hitabet ve tiyatral yetenekleri iyi olan kişiler tarafından Kürtçe masal ve efsanelerin çocuklara anlatıldığı, kısaca Kürt folklorunun zengin, yalın ve geleneksel halinin yaşandığı bir köydü.

Tahir Elçi bu köyde, 1966 yılında doğdu. Tahir abinin, barışçıl ve sakin kişiliğinin, Kürt dili ve kültürüne hakimiyetinin, Kürt halkına bağlılığının, yurtseverlik bilincinin, mağdurlarla dayanışma içerisinde olmasının, ağır insan hakkı ihlallerinin yaşandığı davaları büyük bir sabır ve titizlikle takip etmesinin çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının şekillendiği bu köyden bağımsız olmadığını düşünüyorum. Türkan Elçi de “Nar Mahcubiyeti” başlıklı yazısında, doğduğu köyün Tahir abiyi nasıl etkilediğini daha çarpıcı ve edebi bir dille vurgulamıştı.

Ben doğmadan Cizre’ye yerleşen babam da bu köydendi. Tahir abi, ortaokulu ve liseyi okumak için Cizre’de yaşayan Ömer abisi ile birlikte yaşıyordu. Aynı köyden olmanın yanı sıra artık komşuyduk onlarla. Tahir abinin ismini ilk kez o zaman duydum ve onu tanıdım. 1987 yılında Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nde hukuk öğrenimine başladı ve avukatlık stajını burada tamamladı. Yakın ailevi ilişkiler ve sanırım köyümüzden çıkan ilk avukat olmasının verdiği gururla babam, Diyarbakır’a her gidişinde Tahir abi ile görüşmeye özen gösterirdi. Daha o zaman babamın, Tahir abinin lisede birlikte okuduğu ve üniversitede ev arkadaşı olan Cizreli Fen Fakültesi öğrencisi Abdullah Aksoy’un faili meçhul bir cinayet sonucu öldürülmesinin ve birkaç defa henüz öğrenciyken gözaltına alınmasının da etkisiyle “Tahir’in hayatı risk altında. Çok dikkat etmesi gerekir” dediğinin hatırlıyorum.

Tahir abi, ilk avukatlık ofisini Cizre’de, ilkokula başladığım okulun hemen yanındaki pasajda açmıştı. Bu sebeple okula giderken onu büroda çalışırken görürdüm bazen ve isminin yazılı olduğu avukatlık tabelası her seferinde dikkatimi çekerdi.

Cizre’de yaşanan yoğun çatışmalı sürecin eğitimimizi aksatması ve yaşanan diğer sorunlar sebebiyle 1993’te ailecek Diyarbakır’a yerleştik. Tahir abi, 1994 yılında halen çoğu Diyarbakır’da yaşayan onlarca avukatla birlikte gözaltına alındı. Avukatlarla birlikte gözaltına alınanlardan biri de babamdı. Gözaltına alınanlar 25 gün süren ağır işkencelere maruz kaldılar. Tahir abi bu soruşturma sebebiyle birkaç ay tutuklu kaldı. Daha sonra Avrupa İnsan Haklarına Mahkemesi’ne götürülen bu soruşturma süreci sebebiyle Türkiye’nin sözleşmede güvence altına alınan bir dizi hakkı ihlal ettiğine karar verildi. 'Elçi ve diğerleri/Türkiye davası' olarak isimlendirilen bu karar hâlâ AİHM’in avukatlık bürolarının aranması ile ilgili çerçeve kararlarından biridir. İlginçtir, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son çeyrek yüzyıldaki en önemli birçok kararında mağdur vekili olan Tahir abi, bu kararda başvurucuydu.

1995 yılında bugün otel olarak kullanılan binanın üst katında, o zaman Diyarbakır Barosu Lokali olan yerde yapılan düğününde ortalıkta gezinen bir çocuk olarak bulundum. Gözaltı ve tutuklama sürecinden sonra 1994’te yerleştiği Diyarbakır’daki avukatlık bürosunda ortaokul, lise, hukuk öğrencisi ve avukat olarak birçok kez ziyaret ettim. Az bir farkla kaybettiği 2010 ve 2012’de seçildiği baro seçimlerinde İstanbul’dan gelerek manevi destek olmaya çalıştım.

5-6 yaşımdan itibaren bir kısmını da yukarıda belirttiğim birçok vesileyle yollarımız kesişti veya karşılaştık. Ama benim için en önemlisi 6 Kasım 2012’de Diyarbakır Baro Başkanı seçildikten sonraki İstanbul karşılaşmalarımızdan biriydi. Baro başkanı olduğu için artık tek başına avukatlık yapmasının mümkün olmadığını, büroda tek başına olduğunu ve eğer Diyarbakır’a gelirsem birlikte çalışacağımızı söyledi. O an, 1995 sonbaharındaki bir Cizre’den dönüşümü hatırladım. Dağkapı Meydanı’ndaki otogardan çıkar çıkmaz, henüz yirmili yaşlarındaki Tahir abinin, Eğilli İşhanı’nda bulunan avukatlık ofisinin penceresinden dışarıyı izlerken pos bıyıkları ile oynadığı gün gelmişti aklıma. Hayranlıkla onu izlemiş, avukat olmayı hayal etmiştim.

Tahir abi, birlikte çalışmayı teklif ettiğinde Diyarbakır Baro başkanıydı, Türkiye’nin ve dünyanın en saygın avukatlarından ve insan hakları savunucularından biriydi. Bu benim için inanılmaz bir teklifti. Ondan aldığım ilham ile hukuk fakültesini tercih etmiş ve avukat olmuştum. Üniversite öğrenciliği dönemi dahil 10 yıldır İstanbul’da yaşayan, burada düzenini kuran, işleri iyi sayılan 5 yıllık bir avukattım. Eşime dahi sormadan o an teklifini kabul ettim. O zaman başlayan ve öldürülmesine kadar 3 yıl süren iş ortaklığımız zaman içerisinde dostluğa, sırdaşlığa, kardeş ilişkisine dönüştü.

2013 yılında kardeşimi, 2014 yılında babamı zamansız bir şekilde kaybettim. 2015 yılında Tahir abiyi kaybettim. Tahir abinin kaybı en az ikisinin yarattığı tahribat kadar etkiledi beni. Babam ve kardeşimin yokluğunun yarattığı boşluğu doldurmaya çalışan ve acılarımın hafiflemesi için çok çaba harcayan birisiydi.

Tahir Elçi ile birlikte Diyarbakır adliyesinde

28 Kasım 2015’ten önce bitirdiğim birkaç dava dilekçesinde, davacı vekili olarak ikimizin isimleri yazılıydı ve o davaları 30 Kasım’da açacaktım. Ancak ölümünün üzerinden 3 ay gibi uzun bir süre geçtikten sonra dava açabildim. Çünkü dava dilekçesindeki ismini silemiyordum. İsmini silmeye teşebbüs ediyor ama yapamıyordum bunu. İsmini silersem ölümünü kabul ediyor, olağan hale getiriyormuşum hissine kapılırdım.

Onunla çalışamaya başlamadan önce edindiğim bilgi ve deneyimin fazlasını 3 yıllık süreçte ondan edindim. Tahir abi sadece bilgi ve deneyimi ile değil aynı zamanda nezaketi ile, konuşma üslubu ile, giyimi ile, tavırları ile, çalışma tarzı ile, soğukkanlılığı ile de çevresindekilere örnek olan birisiydi.

Musa Anter’in “Türkiye’nin 55 yıllık girdisinin, çıktısının yeminli, canlı bir şahidiyim. Hem yalnız şahidi mi? Değil!.. Sanığıyım. Mahkûmuyum.”  şeklinde meşhur bir sözü vardı. Tahir ELÇİ de son otuz yılda yaşananların hem canlı şahidi, hem sanığı hem de en önemli avukatıydı. Kürt halkının belleği ve seçkin bir temsilcisiydi aynı zamanda.

Tahir abi, uzun ve kıvırcık saçları sebebiyle, Hababam Sınıfı filminde Ömer karakterini canlandıran oyuncuya benzetiyordu henüz 4,5 yaşındaki oğlum Jîr Hêja’yı. Bu isimle çağırıyordu onu. Birkaç ay önce halen kullandığım avukatlık büromuza götürdüğümde “Baba, Tahir amca nerede? Neden büroya gelmiyor? Ben onu özledim” diyen Jir Hêja’ya bırakacağım en önemli miras, şüphesiz halen büromuzun girişinde asılı duran ve ikimizin isminin yazılı olduğu avukatlık tabelamız olacaktır.

*Avukat-Diyarbakır Barosu Yönetim Kurulu Üyesi