Sofistler, bugün 'etüt merkezi' açabilseydi Gargantua kayıt yaptırır mıydı?

Gargantua (1534) kitabı yazılalı handiyse beş yüz yıl oldu, biz hâlâ “yarış atı” -Orwell’in deyişiyle bataklık atı- üretme çiftliklerini tartışıyoruz, ne garip. Türkiye’deki hatırı sayılır bir kolejin genç Türkçe öğretmeni okulunun seçkinliğinden, öğrenci ücretlerinin hayli yüksek oluşundan söz ediyor kurslardan, etütlerden ve özel derslerden başını kaşımaya zamanı olmadığını -bu arada çok para kazandığını da elbette- söylüyor çevresindekilere...

Google Haberlere Abone ol

Hasan Öztürk[email protected]

2017-2018 öğretim yılının hemen başlarında, ‘sınav cenneti’ ülkemizin telaşlı günlerine tanık olduk. Lise ve üniversite okuyacak öğrencilerin gireceği sınavlardaki öncekilerine göre büyük değişiklikler, gündemi bir süreliğine değiştirdi. Sınavlardaki değişikliklerin ayarlama çalışmaları sürdüğünden ülkenin gündem maddelerinde aralıklarla yer bulmaya devam ediyor aynı konu. Geçmiş yılların -en azından çeyrek yüzyıl- deneyimiyle bakınca bu sınav sorunun ülke gündeminden düşmeyeceğini de söyleyebiliriz doğallıkla. Sınavlar, yalnızca aday öğrencilerle sınırlı değil, yani “aşı kampanyası” ya da ne bileyim “paralı askerlik” gibi bir konu değil eğitim, öyle ki toplumun hemen tamamı bir anda sorunun içinde buluveriyor kendisini. Sınavlara yönelik büyük-küçük ya da olumlu-olumsuz her tür müdahale; öğrencileri, anne babaları, bürokrasiyi/iktidarı ve varlığını sınav ekonomisine bağlamış öğretim -eğitim değil- sektörünü karşı karşıya getiriyor. Öyle bir ortam doğuyor ki kimin ne istediği ve kiminle aynı kulvarda yürüyeceği belli olmuyor çok zaman. Son çare, “keşke, ortada bu ölçüde büyütülmüş bir sorun olmasaydı da bu nahoş durum ortaya çıkmasaydı” temennisi güneşin altında buz, yok olup gidiveriyor.

Şimdi, bu sınav konusu ile Sofistler arasında ilişki nasıl kuruldu diye sorulabilir. Sorun gerçekten büyümüş, kökleri çok derinlerdedir de ondan derim. Adına ister “dershane” ister “etüt merkezi” isterseniz “özel öğretim merkezi” ya da başka bir şey deyiniz, fark etmez. Sınav, adaylar kadar belki onlardan çok bu tür işletmeleri ilgilendiriyor. Sözünü ettiğim birimler kapatılmış, onların statüleri ya da adları değiştirilmiş olsa da onlar bir biçimde canlılıklarını koruyorlar, korumaları gerekiyor kendileri açısından. Bunun iki nedeni var bence: Birinci neden ‘kutucuk karalama’ ölçeğinin, öğrencileri ölçme ve değerlendirmede her dönemin başat ölçüsü olmasıdır. İkinci neden ise sınavların kışkırttığı yarış ortamında ‘özel öğretim hakkı’ savunucusu aktörlerin ekonomik kazanç kaygılarıdır.

Kel başa şimşir tarak sözünü başka türlü okuyun isterseniz, böyle bir gereksinmeye böyle bir çözüm işte. Bellekleri zorlayan bir bütçe dönüyor sınav sektörünün arkasında, muhterislerin gözünde eğitim geri sıralardadır, asıl konu duygusal. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesi, ‘eğitim’ harcamaları kayıtlarda bellidir, istendiğinde bakılabilir. Peki, Maliye Bakanlığının gücü yeter de -yeteceğini sanmıyorum ya- sınav sektörünün arkasında (yaprak test, test kitabı, deneme sınavı, özel ders, resmi ve gayrı resmi kurum eğitimi) dönen parayı belirleyebildiğini bir düşünün, Milli Eğitim Bakanlığının ‘eğitim’ harcamalarından pek de geri değildir bu miktar. Basit bir örnekle somutlaştırayım. 2017 Türkiye’sinde ortalama on beş liradan satılan bir kültür kitabı (öykü, roman, deneme vb.) bin adet basılır o da tamamıyla satılmaz. Yine aynı yılda öğrencilere, indirimli tarifeyle yaklaşık otuz liradan satılan “yardımcı kitap” veya “test kitabı”, satıştan önce ülke genelindeki branş öğretmenlerine birer tane hediye edilir. Yaklaşık bir milyon öğretmenin olduğu bu ülkede sektör için önemli branşın öğretmen sayısı, hediye kitaplar ve arkasındaki satıştan beklentiyi hesap edebilirsiniz. Bu benim söylediğim, sembolik/minik bir örnek olabilir ancak. Peki, “özel öğretim” gerekçesiyle bu büyük bütçe oluşuyorsa şimdi soralım, Milli Eğitim Bakanlığının ‘eğitim’ harcamaları nereye gidiyor o zaman onlar dolgu malzemesi midir sektörün ekonomi yolunun önü açılsın diye? Bilenler biliyor zaten, sorun çok bilinmeyenli denklem türündendir bu nedenle ucu Sofistlere uzanıyor işin.

İHTİYACIN GEREĞİ OLAN SADECE SOFİSTLER DEĞİL

İsa’dan önceki beşinci yüzyılın, Yunan Aydınlanması olarak adlandırılması bir yana bu dönemin, on sekizinci yüzyıl Aydınlanmasının prototipi olduğu da yazılıp söylenenlerdendir. Önceki, göksel/mitsel güçler yerine insanın ve insan aklının öne çıktığı bir dönemdir bu dönem, aynı zamanda bir demokrasi çağı da denilebilir bu zamana. Yaşamın her alanında olduğu gibi eleştiren, görüş belirten insanın yönetimde söz sahibi olmak istediği ortamdır yeni dönemin, öncekilerden farkı. Sınırların dışından ülkeye gelen düşünür, şair ve sanatkâr türündeki kültürlüler, özel dersleriyle Yunan halkının varlıklı kesiminin eğitim seviyesinin yükselmesine katkı sağlar o dönemde. Felsefe tarihçisi Frank Thilly’nin, “Tiyatro binaları, hallerinden fazlasıyla memnun insanların alkışlarıyla çınlamaktadır.” (Felsefeye Yolculuk) cümlesi, dönemin kültürel panoramasıdır. Toplumsal yaşamda eskisinden apayrı bu yeni dönem demokrasiye yöneliş, katılımcı ve nitelikli kişilerin çoğalmasıyla olumlu sonuçlar verecek bir oluşumdur. Sofistler, böyle bir ihtiyacın gerektirdiği eğiticilerdir. Kendisini, yönetimin herhangi bir aşamasında görmek isteyenler, konuşarak/ikna ederek kendilerini kanıtlamak zorundadırlar bu nedenle retorik (etkili ve güzel konuşma ustalığı) eğitimine gereksinimleri vardır.

Protogoras, Gorgias, Hippias, Prodikos vb. seçkin eğiticilerin oluşturduğu Sofistler, ülkenin her bir yanını dolaşarak para karşılığı özel dersler vermişlerdir. Sofistlerin ücretli dersleri arasında matematik, müzik, astronomi gibileri vardır ancak öncelikli olan kuşkusuz “hitabet” dersidir çünkü yönetime bir biçimde katılmanın yolu sözün etkili biçimde kullanılmasına bağlıdır. Kaynakların yazdığına bakılırsa derslerin karşılığında para almak bir yana Sofistler, işlerini görev gereği değil de aşkla sürdürmüşlerdir. Protogoras’ın, “eğer benimle işbirliği içinde olursanız, şimdi olduğundan daha iyi bir insana dönüşürsünüz” garantisi, paralı ders ortamının hayli kızıştığını gösterir. Göksel/mitsel güçlerin ve geleneğin dayatmalarına kuşkuyla bakmayı ve onları tartışmayı başlatmış, buna karşılık “para peşinde koşan” kişiler olmakla da suçlanan Sofistlerin, ücretli derslerinden ne kazandığı bilinmez ama onların bu, “işe yarayan bilgi” odaklı eğitim etkinliğinin demokrasi kültürüne katkısı açıktır. Neyse ki sorunumuz sofistler değil burada.

Yakın zamanda, sınav sistemine her dokunuşun “okul” dışındaki kaynaklara yönelişi engellemeye yönelik olduğu açıktır. Sofistler gibidir, okul dışındaki sözü edilenler, onlar da bir ihtiyaçtan doğmuştur ve “özel eğitim” adı altında desteklenmişlerdir de. Neydi bu ihtiyaç? Aileler çocuklarını nitelikli okullarda okutmak istiyorlardı ve devletin okullarındaki eğitimi yeterli görmüyorlardı. Vaktiyle adı “dershane” olan kurumlardaki öğretimciler -eğitimciler değil- parmakla gösteriliyordu, Sofistler gibiydiler yani sayıca azdılar, seçkindiler ve çok kazanıyorlardı, devlet okullarının öğretmenlerini tanımıyorlardı bile. Bakmayın siz, sonraları sektör büyüdükçe büyüdü de işler ayağa düştü. Sofistlere benzeyen bu öğreticiler varlıklarına varlık katıyorlardı ama işlerini de aşkla yapıyorlardı açıkçası, “işe yarar bilgi” öğretiyorlardı sadece. Vaktiyle devletin okullarında öğretmenlik yaptığında öğrenciler ve velilerle ilişkileri, okul müdürünün uyarısını gerektirmeyecek kadarken sektörün öğretimcileri olduktan sonra her biri halkla ilişkiler uzmanı düzeyinde donanımlı olmuşlardı, görevini aşkla yapmak bu işte! Bırakınız sevk ya da rapor almayı, yakınlarının cenazelerine bile gidememişlerdir. Ucu kırgınlıklara -hadi düşmanlık demeyelim- varan sektör rekabeti, öğrenciler ile velilerin aldığı hizmeti çoğaltırken devletin okullarını neredeyse ‘gereksiz’ bir konuma düşürmüştü. Kendini var eden sektörün sağladığı iş olanaklarını ve ödediği vergileri de göz ardı etmemeli elbette.

Herkes işini yapsın, diyordu sektör yani devletin okulları eğitim versin: öğrencilerin kılık kıyafetiyle ve saç tıraşıyla, davranışlarıyla uğraşsın, okulda anma programları düzenlesin, öğrencileri değişik kutlama törenlerine götürsün, türlü yarışmalar için öğrenci yazıları seçip göndersin, kitap okuma saati uygulasın, yarışmalar ve şiir dinletileri düzenlesin, yıl sonunda tiyatrolar sergilesin, duvar gazetesi hazırlasın, ulusal bayramlar için halka açık etkinliklerde aktif görev alsın, Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı düşünen, sorgulayan, eleştiren öğrenciler yetiştirsin, hafta başı ve hafta sonu gerekirse hafta içi gür sesle İstiklal Marşı söylesin, üstelik de müfettişlerin sırat köprüsünden ayağı kaymadan geçebilsin vs. vs… Peki ya devletin okullarının dışındaki öğretimciler kadrosu ne yapsın: hiçbir eğitim etkinliğinde yer almadan “işe yarar bilgi” öğretsin, sadece test çözsün, deneme sınavı yapsın ve kazansın, arabasının modelini değiştirsin, tatile gitsin, yazlık alsın, ödeme taksitlerinde kolaylık sağlamak isteyenler birkaç randevuyla gelsin yanlarına. Ülkenin sözlüğünde “nitelikli insan” olmaz da sınav ve onun gereği puan “amentü”ye dönüşürse öğrenci ile velinin seçeneği başka ne olsun. Suçlanacak kimse yok, sınav kazandırma işini de birilerinin üstlenmesinden doğal ne olabilir ki… Sorun çok boyutlu ancak işin özü burada.

Çocukluğunda kar kütüğü yuvarlayanlar bilir, yumurta büyüklüğünde kartopuyla başlarsınız önce, yuvarladıkça büyür önünüzdeki kütle ve yalnız başınıza çeviremeyeceğiniz büyüklüğe gelir sonunda. Kocaman kütleyi yamaçtan aşağı yuvarlayabilirseniz ardından neşeyle bakarsınız yoksa çevirirken ansızın parçalanırsa önünüzdeki kütük, altında kalma riskiniz de vardır; şimdi sektörü küremeye çalışanların durumu da buna benzerdir. Kentin ortasındaki bir yerde çirkin görüntüsü olan gecekonduları yıkmak isteyen yerel yöneticiler kendilerince haklıdırlar elbette ancak onlara karşı bedenleriyle direnen yoksullar da haksız değildirler çünkü kaşla göz arasında oraya mancınıkla atılan taşlar değildir onlar. Kolluk kuvvetleriyle gecekonduları yıkmaya gelenlere nostaljik şarkının sözleriyle sormazlar mı “Daha önceleri neredeydiniz?” diye.

GARGANTUA VE GENÇLERİN EĞİTİMİ

Modern öykünün/edebiyatın kurucu isimlerinden Rabelais (1494-1553), adını yaşatacak Gargantua (İş Bankası, 2012) kitabında, zamanının pek çok sorununa, hikâyesinin kahramanı Gargantua’nın olağan dışı davranışlarını anlatırken alaycı bir dille değinir, yerle bir eder yerleşik düzenin normlarını. Yetiştiği çağda matbaa tekniği olmadığından bütün kitaplarını, “yedi bin batman” ağırlığındaki divitiyle yazan Gargantua’ya “Thubel Holofene adlı büyük bir sofist bilgin” özel öğretmen olarak tutulur. “Bu hoca ona alfabeyi öyle öğretti ki bütün harfleri tersine ezberden okuyordu. Bu iş beş sene üç ayda oldu. Sonra hocası ona Donatus’un kitaplarını ve Alamus’un Parabolis dörtlüklerini okudu. Bu da üç sene altı ay ve iki hafta” sürer. Daha sonra hocası ona “on sekiz sene on bir ay” süresince başka hocaların kitaplarını da okutur. Sonunda Gargantua, “Bunları öylesine iyi öğrendi ki sınavda hepsini tersine ezberden okuyordu ve annesine bir çırpıda dilbilimin bilim olmadığını ispatlıyordu.” Oğlunun öğrenim işlerinin iyi gittiğini gören baba Grandgausier, bütün zamanını bu işe vermesine rağmen oğlunun, “yine de bir yararını görmüyor, daha da kötüsü gittikçe daha densiz, daha sersem oluyor, alıklaşıp salaklaşıyor” olmasından yakınmaya başlar. “Grandgauiser bundan yakınırken Pepeligosse genel valisi Don Philippedes Marays dedi ki ona: Böylesi hocalardan böylesi kitaplar okuyacağına, hiçbir şey öğrenmemek daha iyidir çünkü bütün öğrettikleri saçma, bütün bildikleri koftur, bu adamlar güzelim soylu kafaları kısırlaştırıp gençliğin bütün çiçeğini soldururlar. Böyle olduğunu anlamak için günümüzdeki gençlerden sadece iki yıl okumuş birini alın, dedi. Eğer bu genç sizin oğlunuzdan daha aklı başında değilse, sözü sohbeti yerinde değilse, herkesin yanında nasıl davranılacağını daha iyi bilmiyorsa, ne isterseniz deyin bana, Brene farfarası deyin.”

Gargantua (1534) kitabı yazılalı handiyse beş yüz yıl oldu, biz hâlâ “yarış atı” -Orwell’in deyişiyle bataklık atı- üretme çiftliklerini tartışıyoruz, ne garip. Türkiye’deki hatırı sayılır bir kolejin genç Türkçe öğretmeni okulunun seçkinliğinden, öğrenci ücretlerinin hayli yüksek oluşundan söz ediyor kurslardan, etütlerden ve özel derslerden başını kaşımaya zamanı olmadığını -bu arada çok para kazandığını da elbette- söylüyor çevresindekilere. Ardından söz geliyor, bütün bu çok işlere karşılık adı geçen kolejin, “başkalarından ve devlet okullarından farklı olarak çocuklara ne kazandırdıkları” sorusuna. Bir an duralıyor genç öğretmen, düşünür gibi oluyor ve “Biz, başkalarından daha iyi danalar yetiştiriyoruz.” diyor. Kaldırımda karşılaştığı kadına yumruk atanları, sokakta yürürken bir elindeki telefonla konuşup da diğer elindeki tabancayla sokaktaki kedilere ateş edenleri, trafik kazası geçirmiş bir motosikletli genç yerde can acısıyla kıvranırken onun motosikletinin deposundaki benzini kendi motorunun deposuna çekmeye çalışanları anımsayınca, genç öğretmene “danalar, büyüdüklerinde ne olacaklar” diye sormak anlamını yitiriyor birden. Yaprak testler, deneme sınavları, konu anlatımlı kitaplar, soru bankaları, çek kopartlar, ortak dersler, etütler, özel dersler… Ortalık toz duman. Gargantua’nın babasının beş yüz yıl önceki yakınma nedeni beş yüz yıl sonraki genç öğretmenin yaptıkları değil miydi? Maskesiz bir yüzle ve içten gelen bir dille söyleyelim, beş yüz yıl sonra da “güzelim soylu kafaları kısırlaştırıp gençliğin bütün çiçeğini soldur”mayı sürdürecek miyiz? 'Gargantua’nin ‘özel öğretmen' programı ders olsun hepimize.

SONUÇ ALINABİLİR ANCAK...

Sınavlar ve bu sınavların ürettiği sorunların gündem dışına çıkabilmesi için bizim de Pepeligosse genel valisi Don Philippedes Marays gibilerine ve onları dinleyeceklere gereksinimiz var anlaşılan, durum bunu gösteriyor. Sınavsız bir dünya yok elbette ne var ki sınav, gençlerin hayatının anlamı değil de ayrıntısı olabilir onlar için. Neşter vurulması beklenilenin “gerekçeli sömürü” olduğu apaçıktır. Gerekçe sınavdır bu nedenle sineklere ateş etmeden öce bataklığı kurutmak gerekiyor anlaşılan. Bu toplumsal sorun, imza gücü veya yasaklama ile değil de paydaşları ikna yöntemiyle çözümüne gidilecek türdendir çünkü yargılamak değil de yanlıştan dönmektir yapılacak olan. Jean Jacques Rousseau, - Sofistlerin varlık nedenine vurgu yaparmışçasına- “İknanın kamusal gücün yerini aldığı eski zamanlarda belagat gerekliydi. Kamusal gücün iknanın yerini aldığı bugün belagat ne işe yarayacaktır?” (Dillerin Kökeni Üstüne Deneme, İş Bankası 2009) derken çok önemli bir ayrıntıya vurgu yapıyor bence. Konunun toplumdaki bütün paydaşlarından önce, eğitimin birinci derecedeki sorumluları, “güzelim soylu kafaları kısırlaştırıp gençliğin bütün çiçeğini soldur[an]” sektör zihniyetini onaylamadığına, gençlerin bütün zamanlarını kuşatan bilgileri “sınavda hepsini tersine ezberden oku”yacak kadar öğrenmelerinin gereksiz olduğuna ve gençlerin “daha aklı başında” ve “sözü sohbeti yerinde” olmasının, “herkesin yanında nasıl davranılacağını” bilmesinin önemli olduğuna öncelikle kendisini ikna etmelidir. Talkım-salkım tekerlemesine dönmemelidir bu iş, sonuca varılacak ise. Dönemleri belirlerken yalnızca “eğitim yılı” adını kullanmak, önemli bir başlangıçtır bence. Okul yöneticileri, kendilerinden beklenilenin akademik başarıyı gösteren listelerdeki sıralama yeri olmayıp nitelikli insan yetiştirmeleri olduğuna ikna edilmeli ve bu çabada desteklenmelidir. Devletin okullarına giderken, kendilerinden talep edilmiş küçücük miktarlık ödemeyi yapmamak için ekonomist oluveren buna karşılık hayli kabarık ödemeler yaptığı test merkezlerine gidince de bir anda eğitimci kesiliveren anne babalar ikna edilmelidir, “güzelim soylu kafaların” okulda aydınlatılması gerektiğine. Öğretmen ikna edilmelidir; koridor başlarında, bahçe köşelerinde, özel çay sohbetlerinde kendisinin de bir parçası olduğu sektöre öğrenci ayartmanın derdiyle okulunda herhangi bir üretkenlik göstermeden dersler de dâhil vaziyeti idare etmenin, kendisinden beklenilenin olmadığına ve ardından desteklenmelidir “güzelim soylu kafaların” yetiştirilmesi için uygulayacağı projelerde. Okulundaki herhangi bir öğretmen derse gelmediğinde bayram sevinci yaşarken anne babasının düzenli ödeme yaptığı sektörde öğretmenin derse geç kalışını bile şikâyet eden öğrenci de ikna edilmelidir “güzelim soylu kafaların” kendi akıllarıyla sorumluluk üstlenerek geleceklerine yön verebileceklerine, belleklerindeki “adamı olanın adam olmasına gerek yoktur” tekerlemesinin gerçeği yansıtmadığına, yansıtmayacağına.

Harold Bloom’un, “ ‘İkna’ kelimesi Latincede ‘tavsiye’ ya da ‘ısrar etme’ kelimelerinden türemiştir ve belirli bir eylemi yerine getirmenin ya da getirmemenin iyi olduğunu tavsiye etmek için kullanılır. Kelimenin kök anlamında ‘tatlı’ ya da ‘hoş’ vardır.” (Batı Kanonu. İthaki, 2014) sözlerini ilke edinmiş, “adamı olmayan adam” sorumluları yola çıktığında kervanlarına katılacaklar olacaktır zamanla.