Öyleyse, ne yapmalı?

Bugün bedenlerimiz hür ancak ruhumuz neo-liberalizme teslim. İnsanlık tarihinin en tüketici toplumuyuz; fakat ruhsuzluğumuzla ne yediklerimizden ne de gezdiklerimizden keyif alabiliyoruz. Çareyi; aldığımız tatta değil, sosyal medyada paylaştıklarımıza olan ilgide arıyoruz. Bu yazıdaki reçeteyi uygulamak kolay değil. Ancak üstümüze yakıştıramadığımız sınıfımızı kabullenmek, geçmişin kinini geride bırakmak ve diğer ülkelerdeki insanlarla empati kurmaktan başka kurtuluş yolumuz yok!

Google Haberlere Abone ol

Mustafa M. Kubilay

İtiraf ediyorum yazının ismini koyarken Lenin’den esinlendim. Yine de 21'inci yüzyıl Türkiye’sinde olmayacak önerilerle karşınıza çıkacağımı sanmayın. Ne yapmalı? Bu soru cevapsız bir bilmece değil; hatta yanıtı gayet bilindik. Kendimize yakıştıramadığımız sınıfımızı kabullenmek, geçmişin kinini geride bırakabilmek ve diğer ülkelerdeki insanlarla empati kurabilmek şart. Bu reçeteyi uygulamak biraz zor, hatta çok zor; ancak imkânsız değil!

.

Öncelikle bir yazı dizisinin final bölümünü okumakta olduğunuzu size hatırlatmalıyım; bu nedenle ara ara ilgili yazılara atıflarda bulunacağım. “Üst Akıl” kimdir sorusuna cevap aramak üzere yola koyulmuştuk. Esas amacımsa yaşadığımız çağın neo-liberalizm olduğundan bihaber olan insanları sarsmaktı. Ulusal bir gazetede köşe yazarı değilseniz, hamasi nutuklar atıp kitleleri galeyana getirmekten hoşlanmıyorsanız, ısmarlama yazılarla bağış toplayıp birilerinin propagandasını yapmıyorsanız; bir yazar olarak mesajınızı insanlara ulaştırma güçlüğüyle karşılaşırsınız. Bu acı gerçeği aşmak adına itiraf ediyorum ki “üst akıl” fenomenini biraz abartarak önceki yazılarıma yansıttım; başka türlü bu yazıların tadına bakmıyorsunuz.

“Üst akıl”; ekseriyetle akademi, medya, polis, siyaset ve iş dünyasındaki kimisiyle günlük hayatta dahi karşılaşabileceğimiz birçok kişinin çıkar ortaklığından ibaret (“Üst Akıl” Korkumuz ve “Piyon” Olmanın Dayanılmaz Hafifliği). Peki ya ötesi? Hayal gücümüzdeki maskeli ritüeller yok, fakat küresel bir ağ şüphesiz ki var. Uluslararası finans karteline dayanan; hedge fonlar, yatırım bankaları ve vergi cennetleriyle iplerimizi ellerinde tutan; medya ve teknoloji şirketleriyle iç içe, saydam olmayan ve sandıkta seçilmişlerden daha etkili küçük bir grup insandan bahsediyorum (“Üst Akıl”: Hedge Fon, Banka, Vergi Cenneti ve Bitcoin İmparatorluğu). Bu insanların bir de son büyük projeleri var: Bitcoin (Bitcoin: Merkez Bankalarını Özelleştirmek!).

.

Tam olarak kafamda canlandıramadım diyorsanız; üstteki fotoğrafa bakmanız yeterli. Bu kare Ninja Kaplumbağalar çizgi filminden; resimdeki her bir kötü karakterin karşılığı var. Gördüğünüz en güçlü vücut, ABD. Karnındaki Krang ise onu yöneten, peşine düştüğümüz “üst akıl”. Shredder’sa; Krang’in yani üst aklın emrindeki, ABD’ye kıyas daha az muktedir ikinci adam olan AB. Şapşal kötü kahramanlar Rocksteady ve Bebop ise Kanada ve Japonya; yani fazla pisliğe bulaşmayan, ancak safı belli olanlar. Böylece gelişmiş ülkeler grubu G7’yi tamamladık.

Yoksa Siz Hala Anti-Emperyalistleştiremediklerimizden misiniz? isimli yazıda daha detaylı analizlerde bulunsak da bu görselle birlikte meselenin ABD ya da Batı değil; neo-liberalizmi temsil eden üst akıl olduğunu bir karede özetlemiş olduk. Unutmayalım bu grup organize bir yapı değil; yalnızca çıkar ortaklığından ibaret. Ben ve bu yazıyı okuyan sizlerin üzerinde çıkarları olan ve kaybetmemek için gerektiğinde suç işlemeye hazır insanlar grubu. Öyleyse, Ne Yapmalı?

İNSAN OLMAKTAN ÖTE ORTAK NOKTAMIZ

İnsanoğlu olmamızdan sonraki en büyük ortak noktamız nedir? Çalışmak! Tabii aslında tam hepimizin değil, yüzde 99’umuzun ortak noktası çalışmak. Beyaz ya da mavi yaka hiç fark etmez, hepimiz çalışıyoruz. Öğrenciysek ileride çalışabilmek için ders çalışıyoruz; emekliysek de yıllarca çalışmış olduğumuz ve artık işe yaramadığımız düşünüldüğü için çalışmıyoruz. Hastalık, aşk acısı, masmavi gökyüzü ya da yalnızca canımızın istememesi önemli değil; biz yine her koşulda işe gidip çalışıyoruz. Çünkü çalışmazsak aç kalırız! Gerçekten öyle mi?

.

Yeryüzündeki yetişkin nüfusun yüzde 0,7’sini oluşturan 33 milyon insanın ortalama serveti; yetişkin insanların yüzde 73,2’sini oluşturan 3,5 milyar insanın ortalama servetinden 2 bin kat daha fazla. Örneğin banka hesabınızda 10 bin dolar varsa; o 33 milyon insanın her birinde ortalama 20 milyon dolar var. Soruyu tekrar anımsatıyorum, aç kalmamak için mi çalışıyoruz? Hayır, çalışıyoruz çünkü biz çalışmazsak diğer yüzde 1 çalışmadan yatmayı başaramaz.

.

Son iki paragraftaki “çalış” kökünden türemiş kelime tekrarına dikkat ettiniz mi? Tam 13 kez. Sıradan bir günün ya da tüm ömrümüzün özeti bu: çalışmak. Tabii yalnızca yüzde 99 için! En büyük ortak noktamız çalışmak ya da artık ismini koyalım emekçi olmak; gururumuzu acıtmayacaksa itiraf edelim: işçi olmak. Öyleyse, ne yapmalı sorusunun cevabının ilk kısmı: işçi olduğumuzun farkında olmak.

Bu gerçekçi bir hedef mi? Kesinlikle! Dolar kurunun uzun süre sonra patlayıp; i-Phone, yurtdışı tatiller, özel okul ve özel hastaneler döneminin sonuna yaklaşmamamızla birlikte ortaya çıkan kaçınılmaz bir durum. Tüketim yoluyla kendimizi bir an için işçi değil, varlıklı sandığımız günler yavaş yavaş sona eriyor. Bu gidişatın geçici değil yeni-normal olduğuna idrak edemeyenlerin ikna olması, en geç birkaç yıla patlak verecek olan ekonomik buhrana bakar.

BİRBİRİMİZE OLAN MUHTACİYETİMİZ

Türkiye’nin gidişatından hiçbirimiz memnun değil. Kaçıp yurtdışında yaşam hakkı elde etmek zor. Zaten Türkiye’de doğanlardan haz edilen bir dünyada da yaşamıyoruz. Kimsenin kimseye “Ya sev ya terk et” deme hakkı yok. Dolayısıyla yalnızca bu topraklara değil, birbirimize de muhtacız. Peki bu gerçeği kabullenmek yerine ne yapıyoruz?

Dini inancımızı ve etnik kültürümüzü siyasileştiriyoruz. Türkiye’de dini tercihler üzerinde kafa yorulup seçilmez; anne-baba tercihi büyük çoğunlukla devam ettirilir; bir nevi babanızla aynı takımı tutmak gibidir. Kendimizi Sünni, Alevi, Şafi olarak tanımlamaya başlarız; bir de üstüne bu ayrımlar neticesinde siyasi parti seçip oy kullanırız; icraatlarından memnun kalmadığımızda da verdiğimiz oydan pişmanlık duyarız. Halbuki siyasete bulanmış dinin tek bir amacı var, işçi olduğumuzu unutturmak. Bunun tek bir çözümü var; laiklik. Laikliği yalnızca çağdaş bir yaşam ve ibadet özgürlüğü değil; halkların ayık kalmasını sağlayan bir madde gibi görmek gerek.

Bir de etnik kültürümüzü politikleştirip yarattığımız siyasi milliyetçilik var. Öncelikle bir konuyu açıklığa kavuşturalım: Türkiye ve diğer birçok memleketi emperyalizmin vahşi pençesinden kurtaran ulus devlet oldu. Ancak biz sıradan vatandaşların düşmanı günümüzde İngiliz, Alman, Fransız, Rus ya da Amerikan emperyalizmi değil ki! Diğer ülkelerle aramıza duvar örmekle düşmanın tankını topunu engelleyebiliriz; fakat üstümüze hem yurtiçinden hem de yurtdışından bir nevi zehirli gazla saldıran neo-liberalizmi durduramayız. İşçilerini haftada 70 saat çalıştıran, sigortasını yatırmayan, asgari ücretin altında ücret ödeyen; bir de arsızca devletten yani bizim cebimizden vergi kaçıran “milli” bir patron; isyan ettiğinizde sizi bastıran “milli” bir polis; sesinizi duyurmayan “milli” bir medya ve size sırtını dönmüş “milli” bir politikacının yardım eli uzatması mümkün mü?

Siyasi milliyetçilik, içinde bulunduğumuz sömürü düzenine karşı hiçbir işe yaramadığı gibi; ayrışarak zayıflamamıza da yol açıyor. Halbuki Türklük, Kürtlük ya da Araplık bir siyasi akım değil yalnızca kültürümüzün bir parçası; anadilimiz, halk danslarımız, edebiyatımız ve ananelerimiz… Yapılması gereken milli kültürümüzden ve dini inançlarımızdan vazgeçmek değil; onları siyasi tercihlerimize bulaştırmamak. Yakut Türkleri ya da Malezyalı Müslümanlardan önce, en çok bu ülkede birlikte yaşadıklarımıza muhtacız. Tek bir toprağa ve birbirimize muhtaçsak ayrım yapmaksızın bizi bir arada tutacak tek ortak payda vatanseverlik.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk milliyetçiliği ile amaçlanan bu olsa da 1980 sonrası dönemde bu başarılamadı. Vatansever paydada nasıl buluşulabiliriz?

Vatandaşlığı esas almayan her türlü soydaşlık ve din kardeşliği politikaları terk edilmeli. Bu politikaların sayısız tutarsızlıklarından birkaç örneği de hemen belirteyim. Arkasında Rusya ya da Çin gibi boyumuzdan uzun ülkeler olduğunda Çeçen ve Uygur halklarını unutuveriyoruz. Soydaş olanı nitelerken Sünni olanları dahil edip Şiileri yok sayıyoruz. Hatta soydaş tanımı yaparken ülkenin yüzde 20’sinin Kürt kökenli olduğunu unutup; Kuzey Irak’taki Türkmenleri dost, Kürtleri düşman görüyoruz. Halbuki Atatürk Cumhuriyeti vatandaşlık bağı üzerine kurulmuştur. Uluslararası bir konuda insaniyet söz konusuysa din ve soy ayrımı yapılmaz. Suriye’de açlıktan ölmek üzere olan bir Türkmen ya da Sünni çocuğu doyurup; az ilerideki Arap, Kürt ya da Alevi başka bir çocuğu açlığa terk edebilir misiniz? Ya da nüfusu Hristiyan olan ve ırk olarak Türkiye’yi oluşturan hiçbir kökenle ilgisi bulunmayan Zimbabweli çocukları? Soy veya dini birliğe dayanan her tip oluşum toplumda ayrışmaya yol açar ve nihayetinde neo-liberalizme (eskinin emperyalizmine) hizmet eder. Öyleyse, ne yapmalı sorusunun cevabının ikinci kısmı: vatanseverlikte birleşmek.

.

Peki bugünün Türkiye’sinde bu gerçekçi bir hedef mi? Siyasi İslam’ın tüm dünyadaki en başarılı uygulayıcısı AKP oldu. AKP’nin bu ülkeye en büyük hizmetiyse; ülkeyi devraldığı günden çok daha kötü bir yerde bıraktığında (er ya da geç bu olacak) siyasi İslam’ı nefret edilen bir ideoloji olarak gelecek nesillere bırakmak olacak. Peki ya siyasi milliyetçilik? Bugünün Türkiye’sinde meclisteki 3 parti Türk (bir yenisi daha geliyor), 1 parti ise açık Kürt milliyetçisi. Önümüzdeki 5-6 yıllık süreçte iyice derinleşecek olan iç asayiş ve dış güvenlik sorunlarının; tüm partilerce pompalanan milliyetçilikle hiçbir şekilde çözülemediğine tanık olacağız. Tek çıkış yolunun vatansever payda olduğunda şaşırtıcı bir fikir birliği gerçekleşecek. Yani bir süre daha sabırlı olmamız gerekmekte.

AYNI KADERİ PAYLAŞMAK

Ülkemizdeki kötü ekonomik gidişat ya da biraz daha alt kalemleriyle; yüksek işsizlik, artan hayat pahalılığı, adaletsiz vergi sistemi gibi sorunların Türkiye’ye özgü olduğunu mu düşünüyorsunuz? Öyleyse hemen aşağıdaki görsele hızlıca bir göz atalım.

.

“Gençlerimiz İşsiz” son dönemde en sık rastladığımız gazete manşetlerinden. Görsele detaylı baktığımızda Türkiye’den zengin, fakir ya da aynı grupta birçok ülkenin benzer sorunlarla karşılaştığını gözlemliyoruz. Çünkü yaşadığımız tüm bu sıkıntılar Türkiye’ye özgü değil; sistemik ve küresel. Üstelik bu sıkıntılara neden olan üst akıl ve neo-liberal politikalar tüm bu ülkelerde ortak.

Peki ya bizim mücadelemiz ortak mı? Haklarımızı savunan ulusal çapta dahi ne bir siyasi parti var ne de bir sendika. Halbuki iş dünyası, biz sayıca üstün olan çalışanlara göre çok daha örgütlü; çünkü onlar sınıflarını biliyor. Sadece yerel çaptaki TÜSİAD, MÜSİAD ve TİSK gibi işveren örgütleri değil; aynı zamanda Davos ve Bilderberg gibi toplantılarda, mevcut düzenin nasıl daha uzun süre bizlere yutturulabileceği konuşuluyor.

Hatta öyle ki, kimi zaman bizim için mücadele ediyor görünümü veren; ancak tam tersi istikamette üst akla hizmet edenler de oluyor. Aşağıdaki kare 2017 yılında Almanya’nın Koblenz kentindeki “Popülist Milliyetçi Partiler” dayanışma toplantısından. Resimdeki kişiler 75 yıl önce birbirlerine karşı insanlık tarihinin en kanlı savaşını vermiş ulusların modern faşistleri: soldan sağa Petry (Almanya), Le Pen (Fransa), Salvini (İtalya) ve  Wilders (Hollanda). Esas amaçları Ben Değil, Ali Koç Söylüyor: Kapitalizm Çökebilir isimli yazıda belirttiğimiz gibi; vergi vermeyen zenginlerin ve işçi haklarını ihlal eden şirketlerin gündeme gelmesini engellemek; uluslararası terörizm, AB karşıtlığı ya da göçmenler vasıtasıyla gerçekleri maskelemek.

.

Halbuki işin sırrı emekçilerin küresel dayanışmasında. Yunanistan 10 yıldır ekonomik buhranla yüzleşmekte. Milliyetçi kinimizle “oh olsun” diyebilir ve hatta pragmatik bir biçimde oradan kaçan yatırımlar bize gelebilir diyebiliriz. Mesele şu ki, bu tatlı senaryo gerçekleşse bile; o yatırımlar Türkiye sarsıldığında da bizden daha ucuz ve o zamana istikrarı yakalamış bir başka ülkeye gidecek, mesela Mısır’a. Mısırlılar da çok sevinmesin; belki sonra Suriye’ye. Sermaye istediği hareket kabiliyetine sahip; biz insanlar sahip değiliz. İşçi olduğumuzun bilincinde, dini ve milliyetçi ayrımlara aldanmamış ve örgütlü küresel bir dayanışmayla neo-liberalizmi köşeye sıkıştırabiliriz. Ne yapmalı sorusunun cevabının 3. kısmı: küresel dayanışma.

Bu gerçekçi bir hedef mi? Kitlesel neo-liberalizm karşıtlığı ilk olarak 1999’da Seattle’da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü protestosunda yapıldı. 2011 yılına kadar kendisini küresel zirvelerdeki basit şiddet olayları olarak gösterdi. Ancak zaman içerisinde ABD’de Occupy Wall Street ve Avrupa’da Yunanistan, İspanya ve Britanya’da sürpriz seçim sonuçlarıyla ülke politikalarına etki edebilir hale geldi. Buna rağmen küresel dayanışma hâlâ zayıf; yeni bir küresel finansal kriz yaşanmadan (en geç önümüzdeki 10 yıl içerisinde); uluslar üstü bir dayanışmayı başarmak mümkün olmayacak. Fakat rüzgâr artık karşımızdan değil arkamızdan esiyor.

Emperyalizm uzunca yıllar bedenimizi esir almıştı. Bugün bedenlerimiz hür ancak ruhumuz neo-liberalizme teslim. İnsanlık tarihinin en tüketici toplumuyuz; fakat ruhsuzluğumuzla ne yediklerimizden ne de gezdiklerimizden keyif alabiliyoruz. Çareyi; aldığımız tatta değil, sosyal medyada paylaştıklarımıza olan ilgide arıyoruz.

Bu yazıdaki reçeteyi uygulamak kolay değil. Ancak üstümüze yakıştıramadığımız sınıfımızı kabullenmek, geçmişin kinini geride bırakmak ve diğer ülkelerdeki insanlarla empati kurmaktan başka kurtuluş yolumuz yok!

(Bu yazı Rhetorica'da isimli blogdan alınmıştır)