Karakter kriz anında ortaya çıkar

Emrah, hayatının bir büyük kriz anında cebindeki vizeli pasaportunu herhangi bir Avrupa ülkesine kaçmak için kullanmak yerine, işlediği bir suçun cezasını çekmek üzere hapishaneye girmeyi tercih etti. Hâlâ içeriden dışarı gönderdiği mesajlarda, yaşadığı vicdan azabını, kendisini çoktan gömmüş kalabalığa değil, kazada ölümüne sebep olduğu insanların ailesine açıklamak için çırpınıyor.

Google Haberlere Abone ol

Barış Yıldırım - @yazilama

Emrah Serbes’in yaşadığı ve yaşattığı berbat talihsiz bir olay gündemimizi bir süredir meşgul ediyor. Umarım, bu meşgalenin en az etik, ceza hukuku, edebiyat gibi disiplinler kadar insan soyunun vazgeçilmez dedikodu ihtiyacı ile ilişkili olduğunu düşündüğüm için art niyetli sayılmam.

Yine de olan olmuştur ve hakkında konuşulacaktır. Konuşuluyor da. Pop-antropoloji kitabı Sapiens’e inanacak olursak “Dedikodu sıkça kötülenir ama aslında kalabalık gruplar halinde işbirliği yapabilmenin temelidir.” Truman Capote’ye bakarsak, “Edebiyat dedikodudan başka bir şey değildir.” Öyleyse bir edebiyatçının başına gelenler neden fiziksel ve sanal fiskoslara neden olmasın ki?

Elbette, bu olayda en büyük zararı gören Emrah Serbes değil, üç üyesi artık yaşamayan bir aile. Onlar için üzüntümüzde tek yürek olmuş durumdayız. Bizi bölen, Emrah hakkında düşündüklerimiz. Benim de içinde olduğum bir grup -Emrah’ı yazar veya arkadaş olarak sevenler- onun bu süreçten adilane ama yıkıcı olmayan bir sonuçla çıkmasını istiyoruz. Diğer grup, Emrah’ı şu veya bu nedenle hiç sevmediği için, başına en kötüsünün gelmesini istiyor. Bu ikinci grup da kendi içinde ayrılıyor: Emrah’tan iktidara muhalif olduğu için nefret edenler ile onun söylemlerini, yaşam tarzını, edebiyatını veya kim bilir nesini beğenmeyenler. İlk alt gruba ne desek faydasız, belki ikincisi ile konuşabiliriz. Deneyelim.

'ŞOV YAPIYOR'

Emrah, kazayı üstlenmek üzere gittiği savcılıktan elinde kelepçelerle çıkarken “Yere batsın Emrah Serbes!” diye bağırdı. İçeriden yazdığı mektupta “İnsanlardan tek ricam var, beni unutsunlar, beni rahat bıraksınlar ve cezamı çekeyim,” diye ekledi. Fakat başa gelebilecek en büyük felaketlerden birini yaşayan bir adamın bu haykırışları “şov yapıyor” kinizmine gömüldü; Son Hafriyat’ta Red Kit’in kurbanlarını gömdüğünden daha derine.

Bu kinizmle başa çıkmak mümkün değildir. Çünkü akılla değil kinle çalışır. (Yunanca ‘kinizm’ teriminin içinde bizim ‘kin’ sözcüğümüzün bulunması ne kadar dakik bir tesadüf!) Nedensiz bir kindir bu. Birçok kişinin Emrah’a kin duymasının tek sebebi, yine birçok kişinin ona kin duymasından başka bir şey değil. Şov yaptığına inanıyorlar çünkü daha birçokları onun şov yaptığına inanıyor. Nedeni kendisi olmuş bir kin, biçime indirgenmiş bir kin. Belki olsa olsa hayranlık müessesesinin psikopatolojisiyle açıklanabilecek bir kitlesel histeri.

Denebilir ki: “Sen de eleştirdiklerinle aynı şeyi yapmıyor musun? Onlar, nedensiz bir kinle Emrah’ı samimiyetsiz bir sosyopat olarak gömüyorsa, sen de kişisel arkadaşlığından başka bir dayanak sunmadan onun vicdan azabını samimi ve sahici ilan ediyorsun.”

Öncelikle, ispat yükü, yıllarca hapis yatacağını bilerek teslim olan birini, tarzını beğenmedikleri için samimiyetsizlikle itham edenlerin omzundadır. Öyle ya, günde üç öğün yargının vesayet altında olduğunu anlatanlar, bir anda “adalet”e sonsuz bir güven duygusuyla dolarak Emrah’ın olayın hemen ardından teslim olmayışını yadırgıyorlar. Muhaliflerin cadı kazanında fokurdadığı bir post-modern faşizm ikliminde, mahkemelerin kazayla ölüme sebebiyet vermiş herhangi birine nasıl davranacaksa ona da öyle davranacağından eminler! Sıradan insanların cezasız, iktidar yanlılarının ödülle kurtulduğu birçok edimin muhaliflere ağır cezalık suç olarak döndüğünü hiç görmemiş; mesela Sevan Nişanyan’ın binlerce kişinin işlediği bir imar suçunun tek mahpusu olarak yıllarca içeride kaldığını duymamış olmalılar.

Anlamak güç: Masumiyet karinesinin ayaklar altına alınmasının zararını en çok görenler, Emrah’ın alkol alışkanlığından yola çıkarak alkollü araç kullandığı yargısına zıplayıveriyorlar. Yaşam tarzından edime sıçramak bu kadar meşruysa, yargıçların keyfi kararlarına hiç itiraz etmeyelim.

KENDİ KENDİSİNİN PARODİSİ OLMAK

Bu tutarsızlıklar zinciri, hayat ve sanat kavşağında da devam ediyor. Edebiyatta veya televizyonda, büyümeyen ergen karakterlerin kural tanımazlıklarını hayranlıkla izleyenler, bu karakterlerden birinin yaratıcısı “Benim adım Emrah Serbes, sonunda T yok” dediğinde adap erkân müfettişi kesilip cıkcıklamaya başlıyor: “Canım burada da bu denir mi?” Sanatla hayat arasında açılan makasa hayıflananlar, bir yazar, karakterleri gibi davranınca bozuluyor. Oysa Emrah’ın karakterleri gibi davrandığını söylemek bile doğru sayılmaz. O, daha ziyade, eserlerinde kendisi gibi karakterleri kullanıyor. Bunu başka bir yerde¹ edebi bir eleştiri olarak dile getirdiğim için ekleyebilirim: Hatta fazlaca kullanıyor.

Elbette her yazar her zaman biraz kendini yazar, tabii ki Emrah Serbes, polis komiseri Behzat veya kardeşinin hayalini gerçekleştirmeye çalışan Çağlar değil; yazarının hayat yolundaki duraklarını sıkı sıkıya takip eden Müptezeller’in kahramanı bile değil. Fakat nerede nasıl davranacağını bilmeyi bilinçli olarak reddetme, sınırlarını tanımama hali, yalnızca onun birçok karakterinin değil kendisinin de başat özelliklerindendir. Çünkü Zehra Çelenk’in yazdığı ve onu tanıyan herkesin gayet iyi bildiği gibi, Emrah “parodik” bir kişiliktir. Kendi kendisinin veya bir şekilde ilgisini celbeden herhangi bir persona’nın parodisi gibi davranmaktan yüksünmez. Yeter ki edebiyatta veya hayatta bu bir yere denk düşsün. “Sonunda T yok”ta Yılmaz Güney’in “Şapkalı Âzem”inin yankısını duymayanlar, ortada Ahmet Hakan yüzeyselliğiyle “artistlik”ten başka bir şey göremiyorsa ne yapılabilir ki?

Eski bir arkadaş, bir zamanlar bir başka vesileyle, Emrah’ın da çok iyi bildiği bir dramatik yazım formülünü hatırlatmıştı: “Karakter, kendini kriz anında gösterir.” Emrah, hayatının bir büyük kriz anında cebindeki vizeli pasaportunu herhangi bir Avrupa ülkesine kaçmak için kullanmak yerine, işlediği bir suçun cezasını çekmek üzere hapishaneye girmeyi tercih etti. Hâlâ içeriden dışarı gönderdiği mesajlarda, yaşadığı vicdan azabını, kendisini çoktan gömmüş kalabalığa değil, kazada ölümüne sebep olduğu insanların ailesine açıklamak için çırpınıyor. Faili olduğu edimin sorumluluğunu üstlenmek bir karakteri karakter yapan asıl şeydir. 6 gün değil aylar, yıllar sonra bile yaptıklarının altına imza atamayan karaktersizlerle dolu bir dünyada, çağdaş yazınımızın güçlü bir kalemini harcamak için bu ne acele?

Emrah Serbes yalnızca dostumuz, arkadaşımız değil, onu bu yüzden savunmuyoruz. O çok kötü bir şeye neden olmuş çok iyi bir insan. Tanısaydınız bunu bilirdiniz. Tanımıyorsanız da, hiç değilse kanaatinizin distopik sosyal medya çağının yargısız karakter infazlarından birine su taşımadığına emin olun.

1 “Gezi’nin ilk gerçek romanı Deliduman ve Emrah Serbes’in yazımı için bir felaket senaryosu”, Birikim, Sayı: 305.