Suudi Arabistan’ın varoluşsal krizi ve değişen güvenlik stratejisi

Parıltılı projeler ve iddialı vaatler bir kenara konulduğunda geriye eskisinden bozma kaba kuvvet temelli dört ayaklı yeni bir güvenlik stratejisi kalıyor... Suudi Arabistan böyle bir politikayla içinde bulunduğu krizden kolay kolay çıkamayacağı gibi, Orta Doğu’da kendini ve başkalarını yakacak yeni yangınları da körükleyeceğe benzer.

Google Haberlere Abone ol

Karabekir Akkoyunlu

Suudi hanedanında görülmemiş bir hareketlilik yaşanıyor. Uzun soluklu olacağı ve etkisinin geniş bir coğrafyada hissedileceği kesin görünen bu hareketliliği anlamlandırmak için Suudi politikasının temel yapı taşlarını ve bunların son yıllarda yerinden nasıl oynadığını gözden geçirmekte fayda var.

Suudi Arabistan’ın geleneksel güvenlik stratejisi birbiriyle bağlantılı dört ayaktan oluşur. (*) Eş zamanlı güdülen bu kademeli anlayışa göre Suudi rejiminin amaçları, 1) ulusal sınırlar dahilinde hanedan otoritesini iç ve dış tehditlere karşı savunmak ve mutlak kılmak; 2) Arap Yarımadasında Suudi hegemonyasını muhafaza etmek; 3) Orta Doğu’da İran, Mısır, İsrail, Türkiye ve (vaktiyle) Irak gibi kendinden daha güçlü ordulara sahip ülkeler arasında bir denge siyaseti yürütmek; ve 4) uluslararası sistemde ABD ile varılan petrol karşılığı silah ve güvenlik anlaşmasını sürdürmektir.

Stratejinin ayakları zaman zaman birbiriyle çelişmiştir. Örneğin ABD ile derinleşen ilişkiler ve Birinci Körfez Savaşı sırasında Amerikan askerlerinin İslam’ın kutsal topraklarına konuşlandırılması, Usame Bin Ladin önderliğindeki el Kaide’nin Suudi rejimini hedef almasına yol açmıştı. Yine de, 1979’daki İslam devrimi sonrasında İran’ın ABD’yle bağlarını tamamen kopardığı, Arap petrolünün ise altından değerli olduğu yıllarda yapısal şartlar Suudi önceliklerinin korunması için uygundu. 1982’de tahta çıkan Kral Fahd ve 1996’da vekaleten 2005’te ise resmen başa geçen Kral Abdullah dönemlerinde Riyad, ihtiyatlı ve öngörülebilir bir dış politikayla bu dört ayaklı stratejiyi sürdürmeyi başardı.

Son 10-15 sene içinde yaşanan yapısal değişiklikler ise rejimin geleneksel dış politika anlayışını her seviyede aynı anda sekteye uğratıyor ve hanedanı giderek derinleşen bir krize sürüklüyor. Birbirinden beslenen bu değişiklikleri şöyle özetleyebiliriz:

1) Düşen petrol fiyatları ile birlikte yavaşlayan büyüme sonucu içeride toplumsal huzursuzluk yükseliyor. Yakın geçmişe kadar petrodolarlarla hoş tuttuğu halkı ilk defa kemer sıkma politikalarına maruz bırakan hanedanın yozlaşmış imajı, özellikle petrol zengini Doğu (El Şarkiye) Bölgesinde siyasi ve kültürel baskı altında yaşayan Şii azınlık nezdinde patlayıcı bir öfkeye dönüşüyor. Büyük bir ayaklanmadan korkan rejim baskıyı daha da artırıyor: son iki yılda infaz edilen idam cezaları önceki senelerin neredeyse iki katı.

2) Yarımadadaki Suudi hegemonyası da Arap Baharı’ndan bu yana sallantıda. 2011’de Bahreyn’deki Şii çoğunluğun hak talep ettiği gösterilerin bizzat Suudi ordusunca bastırılmasından beri ada yönetimini Riyad desteğiyle elinde tutan Sünni Halife hanedanı diken üstünde. Yemen’de şiddetlenen vekalet savaşı ise Suud’un sadece yarımadadaki etkisini değil, krallığın iç güvenliğini de tehdit ediyor. Bu esnada Katar gibi ufak ve “yeni yetme” bir emirlik Suudi çizgisinden çıkıp bölgesel siyasette boyundan büyük işlere kalkışabiliyor.

3) Krallığın bir numaralı düşmanı İran, 2003’ten beri Orta Doğu’daki stratejik nüfuzunu artırıyor ve Suudilerin denge politikasını alt üst ediyor. Amerikan işgali sonucu Irak’ta “bedavaya” söz sahibi olan ve İsrail’le 2006’daki savaştan güçlenerek çıkan Hizbullah üzerinden Lübnan siyasetini de şekillendiren Tahran, Suudilerin tüm gayretine rağmen Suriye’deki müttefiki Esad rejimini devrilmekten kurtararak bölgesel konumunu iyice sağlamlaştırdı.

4) Bütün bunları bizzat etkileyen kritik değişiklik ise ABD’nin Obama döneminde bölgeye olan yaklaşımında yaşandı. 2000’lerin sonlarına doğru çıkarılmaya başlanan kaya gazı sayesinde dışarıya enerji bağı azalan Washington’da, özellikle Demokrat Parti içinde, Suudilere olan göbek bağının yarardan çok zarar getirdiğine dair kanı ağırlık kazanmaya başladı. Batı’nın Suriye’de hedefi Esad’dan yükselen cihatçılara çevirmesi ve İran’la nükleer program konusunda anlaşmaya varması da Riyad’ı dehşete düşürdü.

2015’te yaşamını yitiren Kral Abdullah’ın son yılları Suudilerin ivmeyi kendi lehine çevirme çabalarına tanıklık etse de, bu gayretler özünde yapısal değişikliklere uyum sağlamak değil tepki niteliğinde olduğu için sınırlı kaldı. İçeride ışıltılı vaatler ve projelerle toplumsal rıza tekrar satın alınmaya çalışıldı ancak ekonomideki yavaşlamanın önüne geçilemedi. Arap yarımadasındaki hegemonya direkt güç kullanarak tahsis edilmeye çalışıldı fakat bu, askeri kapasitesi sınırlı olan krallığı Yemen’de bataklığa sürükledi. Orta Doğu’da dengeler, İran ve İhvan karşıtı ittifaklarla yeniden tasarlanmaya girişildi. Bu girişim Mısır’da 2013 darbesiyle meyve verirken Suriye’de çöktü. İran’ın yükselişini ve nükleer anlaşmayı İsrail ile birlikte sabote etme girişimleri ise sonuçsuz kaldı… ta ki Trump seçilene kadar.

Salman bin Abdülaziz el-Suud 2015 yılında 80 yaşında tahta çıkarken, 30 yaşındaki oğlu Prens Muhammed bin Salman’ı (namı diğer “MbS”) savunma bakanlığına getirdi. Hırs küpü genç prens, ilk iş olarak Yemen’deki savaşı derinleştirip korkunç bir yıkıma yol açarak, rejimin önceki politikalarını zayıf ve yetersiz bulduğunu hanedana ve dünyaya ilan etti. Geçtiğimiz yıl Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesi yaşlı kral ve genç sadrazamı için Allah’ın bir lütfu gibiydi. Obama’nın iç ve dış politika mirasını yerle yeksan etmeye yeminli görünen Trump, daha göreve gelmeden İran’ı İslami terörün bir numaralı destekçisi belleyip nükleer anlaşmayı yırtıp atacağını ilan etti. Suudi kraliyet ailesiyle 20 seneyi aşkın iş bağlantıları bulunan emlakçı başkanın ilk yurtdışı seyahati de Suudi Arabistan’a oldu. Burada 110 milyar dolarlık silah anlaşmasına imza atan Trump, Riyad’a bölgede serbestçe at koşturmak için yeşil ışık yaktı.

Prens Muhammed bin Salman özellikle Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner ile yakın bir ilişki içinde olduğu biliniyor. Kushner, geçtiğimiz haftasonu onlarca üst düzey prens ve hükümet yetkilisinin yolsuzluk operasyonu kapsamında gözaltına alınmasından birkaç gün önce, gizlice Riyad’a uçmuş ve prens ile kapalı kapılar ardında saatlerce görüşmüştü. MbS, Trump’ın başkanlığının eşsiz ama ne kadar süreceği de belirsiz bir fırsat kapısı araladığının farkında. Haziran ayında amcasının yerine veliaht ilan edilmesinin hemen ardından ülkeyi ve bölgeyi altüst edecek girişimlere hız vermesinin arkasında yatan sebeplerden biri de bu.

Genç prensin ortaya attığı vizyon, uluslararası medya ve siyaset çevrelerinde heyecanla karşılandı. Ancak bu vizyona yön veren düşünce yapısının, Suudi rejiminin son yıllardaki tepkisel politikalarının hormonlu bir versiyonu olduğunu görmek güç değil. Yüz milyarlarca dolarlık yatırımlarla çölde yeni şehirler kurup petrol ihracatına bağlı ekonomiyi çeşitlendirmek küçümsenecek bir hayal olmamakla birlikte, krallık bu tür göz kamaştırıcı projeleri yıllardır hayata geçiriyor ve henüz bu şekilde yapısal problemlerine çözüm bulabilmiş değil.

MbS’nin Batı’da en çok ilgi gören “ılımlı İslam’a geçiş” vurgusunun ise Türkiye dahil çeşitli Müslüman çoğunluklu ülkelere giydirilmiş stratejik bir gömlek olduğunu ve derinlikli bir toplumsal reform fikrini içermediğini biliyoruz. Bu terim, bir yandan yabancı yatırımcıyı cezbetmek, diğer yandan da “radikal” İslam’a karşı Batı’nın bir numaralı askerî ve ekonomik partneri olduğunu ilan etmek için kullanılan bir işaret fişeği. Suudiler bu şekilde saatleri tekrar Arap Baharı ve İran nükleer anlaşmasının öncesine almak istiyorlar, fakat bu pek mümkün değil. Körfez Araplarının yüzü suyu hürmetine İran’la varılan anlaşmayı feshedip yeniden savaşı göze almaya ne Avrupa, ne Rusya, ne Çin, ne de Beyaz Saray dışındaki Washington ahalisi hevesli görünüyor.

Parıltılı projeler ve iddialı vaatler bir kenara konulduğundaysa geriye eskisinden bozma kaba kuvvet temelli dört ayaklı yeni bir güvenlik stratejisi kalıyor. İçeride yoğunlaşan baskı düzeni, Yemen’e reva görülen yıkım, Katar’a uygulanan tecrit politikası ve Lübnan’da piyasaya sürüldüğü muhtemel olan siyasi sabotaj girişimleri bu yeni yaklaşımın ayaklarını oluşturuyor. Suudi Arabistan böyle bir politikayla içinde bulunduğu krizden kolay kolay çıkamayacağı gibi, Orta Doğu’da kendini ve başkalarını yakacak yeni yangınları da körükleyeceğe benzer.

(1) Bkz. Hinnebusch, R. ve Ehteshami, A. (der.) The Foreign Policies of Middle East States, Boulder, CO: Lynne Reiner, 2014, s. 185.