Yurt dışı yasağının görünmeyen mağdurları: KHK’lı eş ve çocukları

Yurt dışına çıkış yasağının, ilgili KHK metinlerinde açıkça öngörülmemesine rağmen kamu çalışanlarının eş ve çocuklarını da kapsayacak şekilde uygulanması, kendini Anayasa Mahkemesi ve uluslararası denetim mekanizmalarından ari gören bir anlayışın aynı zamanda meşruiyeti kendinden menkul OHAL hukukunu bile tanımadığını göstermektedir.

Google Haberlere Abone ol

Levent Orhan 

Olağanüstü Hal ilanıyla birlikte 20 Temmuz 2016 tarihinden itibaren hayatımıza giren OHAL KHK’larıyla on binlerce kamu çalışanı meslekten ihraç edilirken, haklarında öngörülen tedbirlerden biri de yurt dışına çıkış yasağı idi. Yasağın uygulama şekline geçmeden önce, iç hukuktaki dayanaklarına göz atmakta yarar var. Bu konuda karşımıza ilk çıkan düzenleme anayasanın 23'üncü maddesi 4'üncü fıkrası ile Pasaport Kanunu’nun 23'üncü maddesi hükmü.

Anayasanın 23'üncü maddesinin 4'üncü fıkrasında her ne kadar, “Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hakim kararına bağlı olarak sınırlandırılabilir.” hükmüne yer verilmişse de, ilke olarak anayasaya aykırı olmaması gereken Pasaport Kanunu'nun 23'üncü maddesi, “Bakanlar Kurulu, harp tehlikesi veya memleket güvenliğine veya sağlık durumuna dokunan diğer olağanüstü haller dolayısıyla Türk vatandaşlarının yabancı memleketlere gitmelerini kısmen veya tamamen men edebileceği gibi, siyasî ve ekonomik mülâhazalarla sadece belli ülkeler için geçerli pasaport düzenlenmesine de karar verebilir” hükmüyle birlikte yürütme organına seyahat özgürlüğüne müdahale imkanı vermektedir.

Öte yandan temel hak ve özgürlükler arasında sayılan seyahat özgürlüğünün, olağanüstü hal koşullarında ne şekilde sınırlandırılacağı da, tüm temel hak ve özgürlükler gibi, anayasanın 13 ve 15'inci maddelerinde gösterilen ilkelere tabidir. Bu bakımdan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, “özlerine dokunulmaksızın, yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılabilir. Bu sınırlamalar anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı” olamaz. Aynı şekilde temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının durdurulması ise ancak, “savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde” mümkün olabilecektir.

15 Temmuz sonrası yaşanan süreçte seyahat özgürlüğünü sınırlayan ve durduran hükümler içeren KHK’ların, yukarıda belirtilen anayasal ilkeleri ihlal edip etmediğini denetleyecek en yüksek merci olan Anayasa Mahkemesi’ni de özel bir hükümle devre dışı bıraktığını biliyoruz. Aynı şekilde bütün KHK’lar bakımından anayasal bir zorunluluk olan meclis denetiminden geçme koşulunun da, mecliste grubu bulunan bir siyasi partinin temsil imkanının önemli ölçüde elinden alınmış olması, diğer parti gruplarınınsa böyle bir zorunluluktan haberdar değilmiş davranması sebebiyle ne derece sağlandığı tartışmaya açıktır.

Yine Anayasal bir zorunluluk olan “milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerin ihlal edilmemesi” koşulu üzerinden meselenin uluslararası hukuk boyutuna bakacak olursak, seyahat özgürlüğünü durduran KHK’lar, tıpkı iç hukukta Anayasa Mahkemesi’ni devre dışı bıraktıkları gibi, daha ilk günden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) askıya alındığını ilan etmişlerdi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi her ne kadar taraf devletlere böyle bir imkan sunsa da, sözleşmenin 15'inci maddesi bunu bir bildirim şartına bağlıyor ve ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu şartı da yerine getirmiyor. İşin garibi, meselenin detaylarına indikçe çok daha vahim bir tabloyla karşılaşıyoruz: Türkiye Cumhuriyeti Devleti Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin seyahat özgürlüğünü de düzenleyen ek 4 no'lu protokolünü imzalamış, onaylamış ve fakat AİHS’in öngördüğü denetim mekanizmasını çalıştırmak için gerekli olan onay belgelerini depo etmemiş.

Gerçekten de “Herkes, kendi ülkesi de dahil olmak üzere, her ülkeyi terk etmekte serbesttir” diyen ek 4 no'lu protokolü Türkiye 19.2.1992 tarihinde imzalamış; 23.2.1994 tarih ve 3975 SK (RG, 26.2.1994, 21861) ve 9.6.1994 tarih ve 1994/5749 sayılı Bakanlar Kurulu kararnamesiyle (RG, 14.7.1994, 21990) ile onaylamış gözüküyor. Fakat bu düzenlemelere rağmen, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’ne bildirim yapılmamış. Bu nedenle, Avrupa Konseyi’nin web sitesinde, Türkiye halen, protokolü imzalayan ve fakat yürürlüğe koymayan devletler arasında yer almaktadır. Genel kanıya göre, çıkarılan onay kanunu ve bakanlar kurulu kararı nedeniyle protokol, hukuksal sonuçlarını doğurur; fakat onay belgesinin depo edilmemesi, AİHS’in öngördüğü denetim sisteminin çalıştırılmasını olanaksız kılar.

Görüleceği üzere sorumlu hükumet, sözü edilen KHK’larla AİHS’i askıya aldığını ilan etmemiş olsaydı bile, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik ve laik bir hukuk devleti gibi görünüp ve fakat asla öyle davranmama konusundaki akıl almaz mahareti sayesinde, hiç değilse seyahat özgürlüğü bağlamında uluslararası platformlarda büyük ihtimalle yine hesap vermeyecekti.

Bütün bu açıklamalardan sonra, KHK’larla öngörülen seyahat yasağının nasıl uygulandığına bakacak olursak, muhreç kamu çalışanları haklarında uygulanan yasağı bildiklerinden ve bu nedenle uluslararası bir seyahat planlamadıklarından genel olarak bir sorunla karşılaşmamaktalar. Ne var ki, eş ve çocukları, haklarında açılmış bir soruşturma ya da bir dava bulunmadığı inancıyla olağan yurt dışı programlarına devam etmek istediklerinde, pasaportları üzerine tahdit konulduğunu, eş ya da anne babaları hakkında alınan yurt dışı yasağı kararının kendilerini kapsayacak şekilde uygulandığını görmekteler. Önceden planlanmış bir seyahat için yola çıkanlar havaalanlarından çevrilmekte ya da uçaktan indirilmekteler.

Oysa yurt dışına çıkış yasağının, ilgili KHK metinlerinde açıkça öngörülmemesine rağmen kamu çalışanlarının eş ve çocuklarını da kapsayacak şekilde uygulanması, kendini Anayasa Mahkemesi ve uluslararası denetim mekanizmalarından ari gören bir anlayışın aynı zamanda meşruiyeti kendinden menkul OHAL hukukunu bile tanımadığını göstermektedir.

Gerçekten de uygulamanın KHK anlamında bile bir hukuki dayanağının bulunmaması öyle tuhaf bir keyfiliğe yol açmaktadır ki, yasağın doğrudan ilgili kişileri hedef alan bir idari işleme dayanmaması nedeniyle ortaya çıkan hukuka aykırılık bir iptal davasıyla idari yargı yoluna taşınamamakta, zira idari yargı mercileri ortada kesin ve yürütülebilir bir idari işlem göremedikleri için yapılan başvuruları esasa dahi girmeden reddetmektedirler. Öte yandan yasağı uygulayan kamu görevlileri, olan biteni bir tutanağa bağlamayı da reddettiklerinden, konuyu ele almakta zaten ürkek davranan idari yargı mercileri, eyleme dayalı olarak açılacak herhangi bir tam yargı davasında işin esasına girseler bile muhtemelen bunu memurun meslekten ayrılabilir şahsi kusuru olarak göreceklerdir.

Hukuka aykırı uygulamanın hiç değilse tespiti amacıyla hukuk mahkemeleri nezdinde yapılacak başvurularsa, bir çoğu öğrenimini yarıda bırakmış, iş bağlantıları ya da devam eden tedavileri nedeniyle başka ülkelere gidip gelmek zorunda kalan çok sayıda mağdurun hukuki kaderini, malum iş yükü nedeniyle nasıl ve ne şekilde işleyeceği öngörülemeyen bir yargılama sürecine terk etmek anlamına gelecektir. Nitekim, konuyu yargıya taşıyanlarla yaptığımız görüşmelerde, bugüne kadar dava yoluyla olumlu bir sonuca ulaşmış tek bir örnekle bile karşılaşmadığımızı belirtmek gerek.

Meselenin hukuki yönü bu olmakla birlikte, bazı mağdurların, kendisi görünmeyip, yalnızca sonuçları hissedilen bu hayali uygulamaya karşı buldukları çözüm en az meselenin kendisi kadar ilginç. Gerçekten de, hukuki sürecin detaylarını araştırırken gördük ki, kimi muhreç yakınları, idari sorumlulardan hukuka aykırılığın tespiti amacıyla bir tutanak talep etmek yerine, sadece gerekçesiz tahditin kaldırılmasını isteyerek pasaportlarına kavuşmuşlardır. İçlerinde ulaşabildiklerimizin bize aktardığı kadarıyla, il emniyet müdürlükleri bünyesinde yer alan pasaport şube müdürlüklerine yapılan yazılı bir başvuru ile, haklarında hiçbir soruşturma ve dava bulunmamasına rağmen, pasaportları üzerine konulan tahditin kaldırılması yönündeki taleplerin, yaklaşık üç haftalık bir inceleme süresinin ardından cevaplandırıldığını söyleyebiliriz. Hemen belirtmekte yarar var ki, bu kısa ve etkili yoldan olumlu sonuç alanların sayısı hiç de az değil. Diğer taraftan tahdit edilen yeşil pasaportunun yerine bordo pasaport alanlar olduğu gibi, bu yola başvuranlardan az sayıda da olsa ret cevabı alanlar bulunmakta.