'1 Mart Tezkeresi meclisten geçseydi!'

Kürt referandumundan sonra Türkiye referandum öncesi koşullara dönebilmek için Irak ve İran'la işbirliği yapıyor. Bir yandan da 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden duyulan pişmanlık dillendiriliyor.

Google Haberlere Abone ol

Selin Nasi

Kuzey Irak Kürtlerinin bağımsızlık referandumu Ankara, Bağdat ve Tahran'ı birleştirmiş görünüyor. Her ne kadar Türkiye ve İran, bir süredir Suriye'de işbirliği yapıyor olsa da, bu üç ülkenin ortak çıkarlara sahip olduğunu söylemek güç. Hatta Türkiye'nin son 10 yıldır İran'ın bölgede -ve tabi Irak üzerinde- nüfuz alanını genişletiyor olmasından rahatsızlık duyduğu da malum.

Referandumun otomatik olarak bağımsız bir Kürt devleti doğurmayacağı ancak Erbil-Bağdat arasında IKBY sözcüsü Safeen Dizayee'nin tabiriyle “anlaşmalı boşanma” sürecini başlatması bekleniyordu. Önümüzdeki dönemde gerek Kürt siyaseti içindeki rekabet gerekse Bağdat merkezi yönetimi ve uluslararası devletlerin IKBY bağımsızlık taleplerine yönelik alacakları tutum bu sürecin gidişatını belirleyecek.

Ankara,Bağdat ve Tahran ise askeri seçenekleri de masaya koyarak referandum öncesi koşullara geri dönülmesi için işbirliği yapıyor.

Türkiye içinde ise bir süredir, bu kırılgan koalisyona tezat bir başka tartışma sürüyor. Deniyor ki, ABD’nin 2003 Irak Savaşı’nda kuzeyden cephe açmasına izin verecek olan- 1 Mart Tezkeresi meclisten geçmiş olsaydı, bugün IKBY ile yaşanılan sorunların önü alınmış olacaktı. Tezkerenin geçmemesinden ötürü pişmanlık duyanlar aynı zamanda, Türkiye'nin geçmişte iki kez-1. ve 2.Körfez Savaşı sırasında-kaçırmış olduğu fırsatı bu kez değerlendirmesi gerektiğini ve 1926 Ankara anlaşmasından doğan hakları olduğu iddiasıyla, Musul ve Kerkük'ün alınmasını savunuyor.

Bir tarafta Irak'ın toprak bütünlüğünü korumak için mücadele verilirken, öte tarafta topraklar üzerinde hak iddia etmenin  tutarsızlığını bir kenara bırakalım; 2003'te meclisten geçmeyen tezkereyi o günün koşullarını bir kez daha anımsayarak analiz etmekte fayda var.

Türk kamuoyunun büyük bir kesimi, ABD’nin hiçbir uluslararası meşruiyeti olmayan savaş kararına şiddetle karşı çıkıyordu. George W. Bush başkanlığındaki ABD yönetimi Irak'ta Saddam rejiminin neden alaşağı edilmesi gerektiğine dair dünya devletlerini ikna edememişti. BM Silah Denetim Komisyonu Başkanı Hans Blix'in sunduğu raporda Irak'ta kitle imha silahları bulunduğuna ilişkin herhangi bir kanıt yoktu. Başkan Bush BM desteğini alamayacağını anlayınca Irak'a operasyonu "gönüllüler koalisyonu" ile yürütmeye karar verdi. ABD'nin Irak'taki başarısızlığına mukabil o dönem kendisine destek veren müttefikleri İngiltere Başbakanı Tony Blair, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ve İspanya Başbakanı Jose Maria Aznar, savaşa katılmanın bedelini ağır seçim yenilgileriyle ödediler.

Dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök, Irak'a müdahale kararına ilişkin Türkiye'nin “kötü ile daha kötü arasında seçim yapmak” zorunda olduğunu söylemişti. Doğrusu, ne ordu ne de henüz dış politikada tecrübesi olmayan hükümet Irak'a savaş açmaya hevesliydi. Türkiye'nin savaşı tek başına önleyecek gücü olmadığını biliyorlar; ABD'yi karşılarına almak istemiyorlardı.

Bazıları için Kuzey Irak'taki gelişmeleri kontrol etmenin tek yolu sahaya inerek ABD yanında operasyona destek vermekten geçiyordu.

Ancak geriye dönüp bakıldığında, tezkere geçtiği takdirde Türkiye'nin bölgedeki gelişmeleri tümden kontrol altına alacağını, savaşın gidişatını kendi lehine değiştirebileceğini iddia etmek fazlasıyla hipotetik ve iyimser bir çıkarım sayılır.

O dönem Mutabakat Muhtırası şekillenene dek, Türkiye ve ABD arasında operasyona dair yetki alanlarını belirlemek adına oldukça çetin müzakereler yapıldı. Yine de operasyon belli başlı riskler barındırıyordu. Tezkerenin geçmesiyle birlikte yaklaşık 80 bin Amerikan askeri ve 250 savaş uçağı, Türkiye'nin 13 havaalanı ve 5 limanında görev yapmak üzere konuşlandırılacaktı. Yabancı askerlerin suça karıştıkları takdirde, Türk yargısına bağlı olup olmayacakları gibi bazı noktalar belirsizliğini koruyordu.

Bunun yanında, Pentagon Türk askerinin Kuzey Irak'ta hareket kabiliyetini sınırlandıran birtakım maddeler üzerinde ısrar ediyordu, örneğin, Kuzey Irak'ta yalnızca meşru müdafaa durumunda ateş açma yetkisi verilmesi gibi. Diyelim ki, bölgede PKK unsurlarıyla karşılaşıldı, müdahale etmek için karşı tarafın saldırması mı beklenecekti? Ayrıca, ABD Iraklı Kürtlere uçaksavar füze bataryası vermeyi planlıyor ve bu ağır silahların ne zaman geri toplanacağına dair bir tarih de belirtmiyordu. Zaten uçuşa kapalı olan bir  bölgede bu  füzeler kime karşı kullanılacaktı?...

Kuşkusuz, ABD'nin Irak'ı işgali etnik mezhepsel dengeleri alt üst ederek, Ortadoğu'da sonu gelmez bir şiddet sarmalını da tetiklemiş oldu. Ancak 1 Mart tezkeresi TBMM'den geçmiş olsaydı, Türkiye bir Müslüman devlete savaş açmış olacak, Ebu Gureyb olsun, Telafer ve Felluce'de Sünnilerin katledilişi olsun, savaş sırasında yaşanan utanç verici olayların suç ortağı olacaktı.

Körfez Savaşı ve Arap Baharı'ndan alınacak bir ders varsa o da proaktif bir dış politikayı siyasi maceraperestlikten ayıran ince bir çizgi olduğudur. Arkanızda uluslararası kamuoyunun sağlam desteği olmadıkça birtakım tarihsel iddialarla toprak talebinde bulunmak, öteden beri Türkiye'nin imparatorluk mirasından tedirgin olan Ortadoğulu devletleri daha da uzaklaştırır.

Bölgede güç dengeleri değişirken, Türkiye'nin oyun dışı kalmamak adına stratejilerini gözden geçirmesi gereken kritik bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla, sahayı doğru okuyabilmek, bölgesel ve küresel dengeleri mümkün olduğunca iç siyasetten bağımsız, objektif değerlendirebilmek önem taşıyor. Bu anlamda akıllı diplomasi yöntemlerine dönmek, içgüdüsel tepkilerden ve gerilimi misliyle tırmandıran hamlelerden uzak durmak faydalı olacaktır.