Türk’ün Kürtlükle sınavı

Dürüst olmak gerekirse, Türkiye’de, Kemalist, İslâmcı, Milliyetçi, Ulusalcı vb kesimleri hızla bir araya getiren mucizevi grup Kürtler’dir. “Kürt Sorunu” vardır ve bu dile getirildiğinde, toplumun çoğunluğunun faşist bir tutum içine girdiği görülür. Sanırım, bu topraklarda kazanan hep faşizm oldu. Toprağın, köyün, şehrin efendisi Beyaz Erkek Sünni Türk (We are the BEST) olmak yetkin bir ayrıcalık olarak; toplumdaki yansıması ise otorite düşkünlüğü; baba figürüne duyulan ihtiyaç; ötekileştirme olarak beliriyor.

Google Haberlere Abone ol

Gülgün Türkoğlu #gulguntp

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurucularının, partinin ismiyle müsemma tutarlı bir yolda ilerlenmesini, samimi bir hedef olarak belirlediklerinden kuşku duymak gereksizdir. Bazılarımız -niyet okumadan- bu ismi duyar duymaz, hedefe kısa vadede ulaşmanın mümkün olmadığını hemen anlamıştı. Bu hızlı okumayı olanaklı kılan, partinin ismi için seçilen heybetli Adalet kavramıydı. Toplumsal karşılığı oldukça cılız olan, bir heybetli kavram.

O zamanlar bu kavramının tabanda yaygın bir karşılığı henüz yoktu; eksikti. Adalete muhtaç bırakılan gruplar, sınıflar, kısacası mazlumlar değişse de; sabit bir azınlık tarafından, sanki hep başarı ile tesis edilebilmişçesine dile getirilen ama aslında boş bir lâftı. Varoluş aşamasına geçişini, öncelikle eksikliği ile hissettirmesi zorunlu olan bu soyut kavram, yalnızca mahkemelerde duvarlara yazıldı diye aramıza bilfiil katılmayı reddediyordu.

Oysa şimdi, artık adaletten söz edebilir, eksikliğini haykırabilir, adalet temalı yürüyüşler yapabiliriz. Değişen nedir? Örneğin 1980 darbesini izleyen kıyım yaşandığında adaletin eksikliği hissedilmemiş miydi? Kuşkusuz ki evet, hissedilmişti. Ancak, artık Cumhuriyet kurulduğundan beri muktedir olan taraf da mazlum oldu. Böylece, onlarca yıldır süregelen kutuplaşma meyvesini verdi, eteklerde biriken taşlar hem döküldü hem de saçıldı. Artık, adaletin eksikliğini toplumun hemen her kesiminde hissediyoruz; yakarışlarımız, yalvarışlarımız güçlendi. Hakikaten acı çekiyoruz; hiç olmadığı kadar adaleti düşünüyor, somutlaşmasını talep ediyoruz.

Adalet, yaşama geçirilebilirlik bakımından en zor kavramlardan birisidir; çünkü bir çatı kavramdır ve ancak diğer bazı önemli kavramların dengede olması halinde tesis edilebilir. Mülkün temelinin adalet olduğu söylemi ise, eğer doğru anlaşılabilseydi, topraklarımızda, tüm dünyanın gıpta edeceği denli âdil bir sistemin hayata geçirilmesini olanaklı kılabilirdi. Batı Uygarlıkları için adalet, yalnızca hak ve hukuk alanı ile ilintili iken; bulunduğumuz coğrafyada mülkün/tüm varoluşun adil yaratılmış olması ile ilişkilidir. Mülk burada ev, arsa, araba anlamında değildir. Adalet gözetilerek, bir denge bir ölçü üzere yaratılmış olmak anlamındadır. Yaşamın kendisi, doğa hep bir denge hali içinde olmayı, bir ölçü üzere olmayı gerektirir.

Türkiye’de, olaylara bütünsel/kavramsal bir açıdan bakabilmeyi kolaylaştıracak sorgulayıcı bir eğitim verilmiyor; verilmesi tercih edilmiyor; soyut düşünebilmek toplumun geneli için henüz bir lüks. Her ne kadar, bilinç düzeyimiz, projektif aşamadan tamamen kurtulabilmişliği, süje ve obje ayrımının yetkinlikle yapılabildiği objektif bilinç düzeyine gelindiğini göstermiyor olsa da; düşünme faaliyeti çocukluktan kurtulup ergenlik aşamasına geçmeye başladı. Şimdilerde, hemen herkes özdeş olduğu, ait olduğu grupla yaşadığı çocukluk aşamasını terk etmek zorunda olduğunu hissediyor. Kapana kısıldık zira; nefes alamıyoruz. (Projektif bilincin ikinci aşamasına, sanat için geri dönmeliyiz elbette.)

İlk kez, toplu psikolojik bir kırılma yaşıyoruz; ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Üzerinde durduğumuz temelin sarsıldığını hissediyoruz. Bugüne değin, üzerinden aidiyetimizi belirlediğimiz “izm, ist, ci, cı” ekleri ile savunduğumuz görüşleri gerçekte ne denli anladığımızı sorguluyoruz. Belki de ilk kez, kendi görüşümüzün geçerli olan tek görüş olmadığını, karşı tarafın da saygı duyulacak bazı özelliklerinin, düşüncelerinin olduğunu/olabileceğini idrak ediyoruz.

İnsan bir kriz varlığıdır, çift kutuplu olmaktan kaynaklanan gerilim, toplumsal yapılanmaya da yansır. Her şeyin kökeninin diadlar olması ve onların karşıtlar biçiminde meydana çıkmalarına dikkat çeken ilk filozof Platon’dur. O günden beri, gerek düşüncenin gerekse de bir edim varlığı olarak insanın üstesinden gelmekte zorlandığı bir problem olmaya devam eder.

Bilinç, süjenin objeden ayrılmadığı durumlarda bulanıktır; diğer bir deyişle ayrım yapılmadığı için bilinç henüz bir zaman varlığı değildir. Ayrım yapıldığında bilinç çift kutupludur ve kriz zorunludur. İnsan seçme özgürlüğü ile krizi dengeye çevirir ve oluşun doğası gereği denge yine bir krize dönüşmek zorundadır.

Bu sancılı, çatışmalı bölgeden kaçınmak için kişi özdeşliği tercih edebilir ki bunun toplumsal yansıması aidiyettir. Sosyalist, devrimci, dinci, tutucu, feminist, Marksist, Hegelci, vitalist, ateist, materyalist vb.

Tutulan, ait olunan tarafla “sorunsuz” birlikteliğin temelinde “toptancı” bir yaklaşımın olması çok önemlidir. Herhangi bir sorgulama yapılmaz; düşüncenin polarizasyonuna, eş deyişle kutuplaşmasına neden olacağı için hiçbir eleştiri kabul edilmez. Aynı mantıkla “karşı kamp” haksızca, acımasızca, onursuzca, iftira ve yalanlarla da olsa eleştirilmeli, küçük düşürülmelidir. Çünkü karşı taraf ile ilgili olumlu bir ifadenin, kişinin kendi içinde zorunlu bir kırılma başlatması riski vardır.

Örneğin, din felsefesi ile ilgileniyor isem, tasavvuf geleneğimizin engin kaynağından bir damla su içmek istemişsem “şuursuz bir zikir budalası” “aklını kullanmaktan mahrum bir dinci” olmakla yaftalanırım. Eğer ateist isem, hiçbir ahlâk kodunun geçerli olmadığı bir nakıs kişi olmakla.

Ya sev ya da terk et; ya bizdensin ya da onlardan; ya dindarsındır ya da ateist; ya sosyalist ya da faşist. “Ya” “ya da” mantığı zayıf bir düşünce faaliyetini imler. Soyutlama yetisinin yokluğunu, ki o bilimler ve sanat için biricik faaliyettir. Bu nedenle, bilim ve sanatta ileri ülkelerde kaldırım bir çizgi ile belirtilmiş olsa bile işlevseldir. Arka planı durmaksızın dokuyan sözsüz bir hukuk işler.

Dürüst olmak gerekirse, Türkiye’de, Kemalist, İslâmcı, Milliyetçi, Ulusalcı vb kesimleri hızla bir araya getiren mucizevi grup Kürtler’dir. “Kürt Sorunu” vardır ve bu dile getirildiğinde, toplumun çoğunluğunun faşist bir tutum içine girdiği görülür. Sanırım, bu topraklarda kazanan hep faşizm oldu. Toprağın, köyün, şehrin efendisi Beyaz Erkek Sünni Türk (We are the BEST) olmak yetkin bir ayrıcalık olarak; toplumdaki yansıması ise otorite düşkünlüğü; baba figürüne duyulan ihtiyaç; ötekileştirme olarak beliriyor.

De ki: Önüne geçilemez bir darbe şakşakçısı da olsa eninde sonunda bir İnsan, ama bir insan 1980 darbesinde, Diyarbakır Cezaevi'nde olan biteni bildiği halde darbeyi savunmaya devam ediyorsa, edebiliyorsa nasıl bir ortak paydada buluşacağız? Kürt vatandaşlarımızın ötekileştirilmediğini savunanlar cahil midir, vicdansız mı? Hem de hemen her birimiz, uzunca bir dönem ihmal edilmiş bir coğrafyada yaşamlarını sürdürebilecek minimal koşulları sağlayamamış bu yurttaşlarımızın emeği ile inşa edilen binalarda otururken. Hiç utanmadan, sıkılmadan, hoyratça, en önemlisi düşünmeden, “kıro” kelimesini, hâlen bir aşağılama sözcüğü olarak kullanırken.

Bu ülkenin bir yurttaşı olarak PKK terörüne nasıl olumlu bakılır? O, dünyadan kopuk, gerçeklik algısını yitirmiş, beceriksiz, indirgemeci, saldırgan anlayışa… Acımadan, gözünü kırpmadan sivilleri katleden bir terör örgütünü neden destekleyelim?

Dedim ya! Biz daha çok faşist eğilimler içinde bir toplumuz. Aslında temel sorun ikili ilişkilerimizde yaşanan faşist eğilimler: kadın-erkek ilişkileri faşist; ebeveyn çocuk ilişkileri öyle; öğretmen- öğrenci; işçi-patron; devlet-yurttaş… Adalet henüz çok uzak.

“Ya sen ya ben” mantığı yerine “hem sen hem ben” mantığını kullanmayı öğrenerek çıkacağız bu darboğazdan. Yaşam “Oluş” demektir. Olmaktan korkmamalı, taraf tutmak geçici bir tutum olmalı. Tuttuğumuz tarafı cesaretle antitez olarak ele alabilmeliyiz. Bu yapılmadığında taraf tutmak korkak bir tutumdur. Taraf tutmak, ait olmak, bir etiket ile belirlenmiş olmaktır. Oysa insan gerçek kimliğini, hakikatini merak edebilecek denli özgür, dirimli bir varlıktır.

İsmet İnönü, Diyap Ağa en kritik zamanlarda Lozan’da ve Meclis’te olmak üzere Türk ve Kürt kardeşliğinden, emellerimizin, dinimizin, neslimizin, aslımızın birlikteliğinden söz ederken lâf olsun diye konuşmuyorlardı. Gücünü, hakikat olmasından alan eminliktir Lord Curzon’a “plebisit yapalım o zaman” diye teklif götürülebilmesine dayanak olan. İşte bu aynı hakikattir, Lord Curzon’un yan çizmesine neden olan. Aradan neredeyse yüz yıl geçti. Şimdi aynı şey söylenebilir mi? Hayır ise neden? Vicdan sahibi isek bu sorunun sağlıklı bir yanıtı olmalı.

Size içimi dökmem gerekirse beni, bu ifadenin bile rahatsız ettiğini söylemeliyim: Düşünmeyi seviyorum. Bu ülkenin vatandaşı olan Hristiyanlar, Museviler ile birlikteliğimiz yok mu yani! Alevileri bile ötekileştirmedik mi? Ya da neslimizi farklı gördüğümüz Ermeniler, Rumlar, Çerkezler, Süryaniler bizden ayrı mı?

Madem asl’ında beraberliği tercih eden bir halkız, o halde neden tek hakikatimiz olan İnsan asl’lımız kâfi gelmiyor? İnsan olmamızın dışında ortak bir payda aramaktan, ötekileştirmekten yorulmadık mı?

Ah Antigon! Kreon’a, 2500 yıl önce “Hades’te ölülerin değeri birdir...Nefret etmek için değil sevmek için yaratıldım” diye seslenen seni, biz henüz işitemedik.

Not: Konunun sosyo-kültürel boyutunu, felsefi bir çerçevede incelediğim ayrıntılı yazıma buradan erişebilirsiniz.