İşimi ve 'mesleğimizin onuru'nu geri istiyorum!*

Barış Bildirisi’nden imzamı çekmemek ya da başka bir sebepten ötürü işimi kaybetmiş olmam bende özel bir şaşkınlığa yol açmıyor. Fakat böyle şeylerin şaşılacak şeyler olmaktan çıkma sebepleri de dahil olmak üzere, pek çok şey hakkında beni yeniden düşünmeye zorluyor.

Google Haberlere Abone ol

Aytül Fırat 

İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi’ndeki (yeni adıyla Altınbaş Üniversitesi) işimden atılalı sadece birkaç hafta oldu. Vakıf üniversitesi emekçileri iyi bilirler; atılmak hep ihtimal dahilindedir buralarda çalışırken. Üstelik son derece kolaydır. Bölümünüzün aniden kapatılması, sizi sevmeyen birinin kuyunuzu kazması ya da sizin yerinize bir başkasının alınacak olması gibi alelade sebepler yeterlidir. Atılmak genellikle bir öfke yaratır; fakat ayıplı bir durum yoksa ortada, utanca ya da onurunuzun kırılmasına yol açmaz.

Atılmaktan değil ama çalışmaktan dolayı onurunuzun kırılma ihtimali ise daha yüksektir. Zira kişisel değerleri zorlayan onca değişken arasında doğru noktada kalmak epeydir bir cambazlık, bulunması giderek zorlaşan bir hassas denge. Sıradan bir günün mesai saatleri içinde akla hayale gelmeyecek şekillerde karşınıza bir çirkinlik çıkıverir. Aynı zor soruyu da hep beraberinde getirir. Birilerinin insan onuruna yakışmayan davranışlarını gördükçe kabaran, ilkesizliklerine şahit oldukça büyüyen bir kara bulut: “Adına üniversite denilen bu yerlerde ve özellikle bir vakıf üniversitesinde özsaygımı yitirmeden çalışmayı becerebilecek miyim?”

Ahlaki çürümüşlüğün bu toplumun ne acı ki alameti farikası haline geldiğini gösterir nitelikte şeyler yaşamaktayız. Ülkemizin içinden geçtiği bu zaman diliminde bizler de gündelik yaşamda kötülük ve çirkinliklere maruz kalmaya daha alışkınız artık. Bu bakımdan da Barış Bildirisi’nden imzamı çekmemek ya da başka bir sebepten ötürü işimi kaybetmiş olmam bende özel bir şaşkınlığa yol açmıyor. Fakat böyle şeylerin şaşılacak şeyler olmaktan çıkma sebepleri de dahil olmak üzere, pek çok şey hakkında beni yeniden düşünmeye zorluyor.

Karşılaştığımız haksızlıklar yüzünden biriken öfke ile bu döngünün dışına çıkmaktan kaynaklanan rahatlama duygusu, itiraf etmeliyim ki şu sıralar geçinme kaygısına düşmeme engel olacak kadar baskın geliyor. Çalışma koşullarımızla atılma sebeplerimiz arasındaki bağlantının ve kaybımızın sebeplerinin açığa çıkması isteği bir o kadar kuvvetli. Üniversitedeki hocalık ömrüm sadece 5 sene olsa da öğrencilik geçmişim hayli eski. Yaşım üniversitede hoca olmanın bir anlamı, kendince bir saygınlığı bulunduğu zamanları hatırlamama fazlasıyla yetiyor. Biliyorum ki yitirdiğimiz şey “iş”imizden çok daha fazlası. Bu koşullar altında işimizi veya kendi onurumuzu koruyor olmamız bizleri kurtarmaya yetmiyor. Yıllardır usul usul elimizden alınan o şeyin, “meslek onuru”muzun öncelikle geri kazanılması gerekiyor.

SEFİL DÜNYA BİZİ KENDİNE BENZETEMEDİĞİ İÇİN DIŞARI ATMAYA ÇALIŞIYOR

Günümüzün egemenleri üniversiteyi, bugün geçmişte olduğundan çok daha hızlı, sert ve derinden sarsabilir bir güce ulaşmış durumdalar. Bir proje olarak henüz tamamlanmamış da olsa yükseköğretim alanında şimdiden feci toplumsal sonuçlara yol açmış bir dönüşüm yaşandığını söylemek mümkün. Yapılanları kısaca Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda yükseköğretim alanının bir sektör olarak yapılandırılması ve sektöre uygun emek stratejileri geliştirilmesi şeklindeki başlıklar altında toplayabiliriz.

Hepimizin bildiği üzere sağ ideolojilerin farklı görüngülerinin ortak hedefi, özellikle 80’lerden itibaren üniversiteyi, özgür, eleştirel, bilimsel düşüncenin rahmi olmaktan çıkarıp, bilimi pragmatik/ekonomik hedeflere sıkıştıran, bilimsel üretimi ve nitelikli işgücünü piyasanın güdümüne sokan kurumlar olarak yapılandırmaktı. Bu doğrultuda üniversiteleri işletme gibi yönetilen, özel sektörünün hem işgücü hem de bilgi ihtiyacını karşılayan tedarikçi firmalar haline getiren stratejiler izlendi.

Siyasi iktidarların bu stratejilerle eş zamanlı ve uyumlu olarak üniversite akademik kadroları üzerinde tahakküm kurma çabası, zaman zaman ciddi dirençle karşılanmasına rağmen yavaşlamak bilmedi; aksine artan bir seyir izledi. AKP iktidarı ise kendilerinden önceki siyasi iktidarların stratejilerini devam ettirmekle kalmadı; üniversiteyi kendi ideolojisinin payandası haline getirmek üzere yaptıklarıyla adeta fark yarattı. Ucu geçmişe uzanan bu karanlık yolculuğun sonunda varılan noktada ise, sadece bizler değil, kimileri henüz farkında olmasalar bile koca bir toplum büyük bir maliyet üstlenmek zorunda. Bizleri içinden atmaya çalışan bu sefil dünyanın kalıcı hale gelme tehlikesiyle bir toplum olarak karşı karşıyayız.

SORUMLULAR KİMLER?

Hepimiz biliyoruz ki 2000’li yıllarda hem kamu hem de vakıf üniversiteleri sayısında bir patlama yaşandı. Bu dönemde kurulan üniversitelerin soğuk binalarını işler hale getirebilmek üzere yüksek miktarda hoca gereksinimi doğdu. Bu ihtiyaç, vakıf üniversitelerinin kamunun yetiştirdiği donanımlı hocaları kurumlarından hızla çekmeleri ile birlikte iyice tırmandı. Haliyle mantar gibi çoğalan sadece üniversiteler olmadı. Bir ülkede bilim insanı/akademisyen yetiştirme süresinin bu türden bir hıza ayak uyduramayacağı gerçeği ortadayken, bu kadroların belirli bir kısmının hangi yollarla doldurulduğu bu anlamda merak konusu olmayı sürdürüyor.

Sözü geçen kitlenin içinde kamunun değil, bir siyasi partinin çıkarlarına mamur olmuş bir küme oluştu ne yazık ki. Bu küme elbette homojen bir yapıda değil; pek çok bileşeni var. Örneğin bugün adı FETÖ olmuş Gülen Cemaati’nin yaşanan çıkar çatışmaları öncesinde iktidarın nitelikli işgücü ihtiyacını -sadece üniversitede de değil, kamu ve bürokrasinin her kademesinde- büyük ölçüde karşılayacak verimli bir tarla işlevi gördüğü artık bir sır değil. Bu gerçeği, 15 Temmuz sonrası üniversiteden cemaat bağlantısı sebebiyle uzaklaştırılan insan kitlesinin büyüklüğüne kabaca bakarak bile kolaylıkla görebiliyoruz.

Diğer taraftan bu kitlenin içinde belki de sayıca daha fazla olan grubu göz ardı etmemek gerekiyor; “her devrin insanı” şeklinde tanımladığımız, bayağı çıkarları gereği her yola gelen biatçı grubu.

Mesleğimizin onurunun ayaklar altına alınmasında en az siyasiler kadar sorumlu olanların işte bu kitle olduğunu düşünüyorum!

Bunlar arasındaki en büyük sorumlular ise hiç kuşkusuz akademik yöneticilerdir. Yöneticilerin önemli bir kısmının yukarıda bahsedilen büyük yığın içinden seçildiğini tahmin etmek hiç de zor değil; örneklerine bugün istemediğiniz kadar çok rastlayabiliyoruz. Bu kesim, ruhu emilmiş üniversitelerde kişisel çıkarlar uğruna epeydir şirket yöneticileri gibi davranan, öğrencilerini müşteri gibi algılayan, çalışanların emeğini türlü biçimlerini kullanma hakkını kendilerinde bulan, bulamadığında ise onları taciz etmekten, yıldırmaya çalışmaktan geri durmayan bir kitle. Zamanında topluca karşı konulamadığı için üniversiteyi adeta işgal eden ve bizler için yaşanmaz kılacak kadar üniversitenin içini boşaltan, anlamını bozan bu güruh, bugünün siyasi ikliminde, iktidar açısından son derece işlevsel bir rol oynamakta. Barış Bildirisi İmzacıları gibi AKP’nin siyasi yörüngesine girmeyen, zorbalığına boyun eğmeyen pek çok akademisyenin işsiz bırakılmasından, ölüme terkedilmesine kadar pek çok haksız-hukuksuz eylemin gerçekleştirilmesinde alenen maşa işlevi görmekteler.

KAYBETTİKLERİMİZİ GERİ KAZANMAK ZAMANI!

Bu kitlenin henüz tam anlamıyla idrak edemediği şeylerden biri, görkemli odaların geniş koltuklarında bir o kadar geniş yetkilerle oturmanın, insana saygınlık getirmeye yetmediği. Zira saygınlık güç kullanarak edinilen bir şey olmadığından, talep edildiği için bulunabilecek bir özellik de değil. Büyük bir siyasetçi için geçerli olan bu durum, herhangi bir yönetici, Zamazingo Üniversitesi’nin rektörü ya da dekanları için de geçerlidir. Açıkçası bu güruh yapıp ettikleriyle kendi kişisel saygınlık ihtimallerini sonsuza dek yok ederken, mesleğin onurunu da yerlerde sürüklemişlerdir.

Bütün bunları düşünürken Thornstein Veblen’i hatırlamamak elde değil. 1918 tarihli Amerika’da Yüksek öğretim: Üniversitelerin İşadamlarınca Yönetimi Üzerine Bir Deneme isimli kitabında şöyle söylemektedir Veblen: “Akademik yönetici ve onun tüm faaliyetleri bir lanettir, ve hiç düşünmeden onun defterini dürüp bu laneti ortadan kaldırmak gerekir.” 1910’lu yılların Amerikası için bu ifadeyi kullanan Veblen, 2010’lu yılların Türkiyesi’ni görse neler söylerdi kimbilir!

Tarih, iktidara secde etmiş, kendi mikro iktidar ağları içinde insan öğütenlerin isimlerini teker teker silip atacak olsa da, bu ülkede yapılan kıyıma hizmet eden, kendi küçük çıkarları için mevcut gayrı meşruluğun nimetlerinden faydalanan, üstelik bir mesleğin onurunu ayaklar altına alan bir güruh olarak onları hiçbir zaman affetmeyecektir.

Bu insanların elimizden işimizi almaları, bizleri öğrencilerimizden koparmaları elbette ki kabul edilebilir şeyler değil. Gayrı meşru sebeplerle elimizden alınan işimizi, meşru şekilde geri istemek için ne gerekiyorsa yapmalıyız elbette. Mesleğimizin bu güruh tarafından lekelenmesine şimdiye kadar engel olamamış olsak da bu sonsuza dek böyle sürmemeli. Bulaştırılan pisliği ancak hep birlikte temizleyebiliriz. Patron ister devlet, isterse özel sektör olsun onların geri veremeyeceği şeyi, mesleğimizin saygınlığını geri kazanırken, bu döngüyü ancak hep birlikte kırabiliriz.

Önlerinde diz çökmeden durmak, bu çirkin koşullar altında ilkelerimizi korumak bile büyük anlam ifade ediyor. Onlar bize ücret verdiler diye seçmedik mesleğimizi! İşimizden ettiler diye de mesleğimizi bırakacak değiliz. Çalışmak, üretmek ve hakikati anlama uğraşını sürdürmek kolay olmasa dahi, bugün tam da bu yüzden her şeyden daha önemli. Gündelik çıkarlar uğruna üniversiteyle hoyratça oynamanın maliyetini gelecekte bu toplumun ödeyeceği gerçeğini herkese hatırlatmanın bir yolunu bulmak zorundayız. Bizi içinden atan bu sefil dünyaya hâkim olan anlayış yürümeye çalıştığımız her yolda önümüzü tıkasa dahi, bu ülkenin güzel çocuklarının geleceğini onların eline bırakmamak için yılmadan arayışımızı sürdürmeliyiz.

*Bu yazı tamamlandığında, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça işlerini geri istedikleri için başladıkları açlık grevinin 196. günündeydiler. Belirsiz bir gerekçeyle cezaevine tutulmaya başlamalarının üzerinden ise tam 120 gün geçmişti.