Sade, gösterişsiz, kısacık bir ses

Ankara’da “İnsan Hakları”nı duyuran bir anıtın önünde başladı her şey. Haksız, hukuksuz yere açığa alınan bir kadın elinde taşıdığı dövizle sokakta, tek başına, tüm kapıları açık olan bir alanda direnişe geçmişti.

Google Haberlere Abone ol

Aktif mücadele araçlarını kullanamadığımız bir alanda, bedenini mücadele alanına dönüştürenlere; Nuriye ve Semih’e...

“Ne hoş bir güzelliği vardır; hafif adımlarla,

dünyadan gülümseyerek geçenlerin...”

Virginia Woolf

Hazel Başköy*

21 Mayıs 2015, Ankara’da bir fabrikanın önüydü. Düşük ücrete ve kötü çalışma koşullarına karşı direnişe geçen işçiler, kendilerini fabrika önündeki demirli kapının ardına kilitleyerek çalıştıkları fabrikayı işgal etmişlerdi. Kimseyi almıyorlardı içeri. Baktığımız yerden görebildiğimiz tek şey; işçilerin ekmek dolu elleri ve “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” cümlesiyle göğe yükselen dövizleriydi. Seslenmiştik kapıdan: “Ey emekçiler, desteğe değil; direnişe dâhil olmaya geldik. Açın kapıları, bizi de alın yanınıza...” İşçiler bir soruyla yanıtlamıştı bizi: “Kimlerdensiniz siz?” Biz: “Sizlerdeniz biz, sizlerden...” Soru ve cevaplar aynı sadelikte buluşunca, işçilerin “Açın, kapıları açın!” sesiyle biz de buluşmuştuk kapının direniş yanında.

9 Kasım 2016, Ankara’da “İnsan Hakları”nı duyuran bir anıtın önüydü. Haksız, hukuksuz yere açığa alınan bir kadın elinde taşıdığı dövizle sokakta, tek başına, tüm kapıları açık olan bir alanda direnişe geçmişti. Aşılması gereken demirli kapılar yoktu yanına varmak için. Ancak bizler; aynı haksızlığa ve hukuksuzluğa uğramış olanlar varmamıştık yanına ve seyir halinde olanların yanlış sorusunu yükseltmiştik o alana: “Kimlerdensiniz siz, kimlerden?”

...

Eylemlerde uzun cümleleri olan, “solcu sesi” ile okunan metinlere isyan ettiğim ve “Dara ram, dara ram, dara rira ram” melodili sloganlara eşlik ederken canımın çıktığı doğrudur. İşte yine böyle bir eylemde, sessizliğime ve sancılı yüzüme bakıp, “Hazel, yaşlanmışsın sen ya!” diyen bi’ abiye saçıma düşen akları ve yüzümde çoğalan kırışıkları gösterip, “Mücadele diri tutar dediniz, kandırıldık be abi!” cümleleriyle karşılık verdiğim için mutlu; fakat huzursuzdum. Tekinsiz ilerleyen iç sıkıntıma bu sıkıcı rutin eklenince, bir anda aklıma düşen “Duran Adam” eylemine dair hatırladıklarımla şu cümleler dökülmüştü ağzımdan: “Basın açıklamalarımızla yıllardır şurada duruyoruz da, kimse bizi görmüyor be abi... Adamın biri gitti sessizce durdu, şöyle uzaklara bi' bakış attı, tüm dünya gördü, tüm dünya konuştu.”

Bunca itilmişliğin bunca sayılmazlığın ortasında, “bizim” kapımıza varmayan; fakat “onların” kapısında saniyeler içerisinde çoğalan ambulansların sesini kıskanmak gibiydi her şey. Ağzımızda yutmamaya ant içilmiş bir lokma gibi taşıdığımız isyan, mücadele, gelecek ve en çok da umut... Bizler için düşününce, cevabında “belki”yi saklayan bir soruyu iç sesime saklamıştım o gün: "Şimdilerde dursak, bizi görecek bir dünya var mı?"

Sonra bir kadın gelip durdu o alana. Elinde sade, gösterişsiz bir kâğıt ve üzerinde, kendini en yüksek sesten duyuran harflerle kısacık bir haykırış: “Açığa alındım. İşimi geri istiyorum. Nuriye Gülmen.” Taşıdığınız dövize adınızı yazmazsınız, çünkü o zaten sizin dediğinizdir ya hani! Yok, öyle değildi işte. Baş üstünde taşınan bir ısrarın, kendi adıyla dışa dönen yüzüydü o; Nuriye’ydi. Eskişehir’den biliyorduk birbirimizi. Vardım yanına sardık, sarmaladık bedenlerimizi, tutuşturduk ellerimizi... Kısacık saçları, uzun ince bedeni ve inançla bakan gözleri... Her gün işkenceyle gözaltına alınan; fakat “İşimi Geri İstiyorum” ısrarıyla o alana yeniden duran bu kadını inadıyla, inancıyla ve cesaretiyle daha yakından tanımış olmanın serinliğiydi o gün hissettiğim.

Günler geçmişti. Şu numaralı bu numaralı KHK’ler derken büyümüştü ekmek kavgası ve yeni isimlerle çoğalmıştı o alan. Semih, Acun, Veli, Esra, Mehmet, Nazan, Nazife... Varıp durmuşlardı yan yana, sonra hep beraber gelip durmuşlardı korkumuza, suskun yanımıza... Vakit buldukça yanlarına varıp sohbetlerine, halaylarına, şarkılarına eşlik ediyordum. Aynı yerde her gün yoksanız, günleri birer birer saymak ve unuttuğunuz günler için “Bugün kaç etti?” sorusunu sormak zordu. Rakamları duyuran, rakamların utancından kurtaran bir tahta karşılıyordu alanda bizleri. Etrafı çiçek bahçesine dönmüş bu direniş tahtasında yazılı olandan takip etmeye çalışıyorduk günleri. Yazılan sayılarla günleri çoğaltan o tahtada o gün direnişin 120. günüydü. Grev yoktu henüz ve açlık, içe dolan inançla gün içinde unutulandı. Tutmuştu kolumdan canım Nuriye, “Hazel, açlık grevine başlıyoruz Semih’le, son yemeği topluca beraber yiyeceğiz, sen de gelsene,” demişti. Sözleşip ayrılmıştık. Eve vardığımda tekrar gözaltına alındıklarını ve açlık grevine, suyu şekeri reddederek belirledikleri tarihten önce “içeri”de başladıklarını öğrenmiştim. O sofraya oturamadan, açken başlamışlardı açlık grevine. Açken, “içeri”de, susuz, şekersiz...

125 günlük direnişte açlığın 5. günüydü. Nuriye ve Semih serbest bırakılmış, adres ettikleri direniş alanında yerlerini almışlardı. Dışarıda, gözümüzün önünde, her gün geçtiğimiz sokakta “insan hakkı” diyen bir anıtın önüne duran bu açlık, “Sessiz olun!” diyen tüm sesleri yok ediyor ve incelmiş, yorgun düşmüş; fakat halaya baş olmuş bedenlerin yanına “Hüznünle değil; şarkınla, zılgıtınla gel” diyordu. Kalabalıklarda, korkudan yan yana duramadığımız bir aralıkta, zamanların en güzeliydi yaşadığımız.

Geçip gidenle direniş 181’e açlık 61.güne varmıştı. Her gün geçtiğimiz o sokağa kış ortasında yeşili giydiren, o sokağın taşına toprağına can veren bir direnişe, “Kimlerdensiniz siz?” sorusuyla ayrı düşeli tam 181 gün olmuştu. Gün biterken bir fotoğraf düşmüştü ekranlarımıza. Nuriye’nin halsiz düşen bedenini bir başka bedene yasladığı bir fotoğraf... 181 gün boyunca bu fotoğrafı, bu anı beklemiş gibiydik. Oysa zaman, bazen artan değil; azalan bir şeydi. Artarak çoğalan her gün, artarak azalan bir çift ömürdü. 181 gün boyunca uğramadığımız o alana “Ölüyorlar!” endişesiyle, üzülmesini göze alamadığımız kalbimize biçtiğimiz kıymetle ve “Ay artık kimse ölmesin” yavanlığımızla büyük adımlarla koşmuştuk o gün. Çünkü 181 günlük mesafeyi bir anda yok edip yakın eden bu fotoğraf tek bir şeyi haykırıyordu artık: “Gözlerinizi kapatsanız kulaklarınız duyar, kulaklarınızı kapatsanız gözleriniz görür.” Fotoğrafın haykırdığını görmemek, duymamak varlığın inkarıydı artık; görmezsek, duymazsak yoktuk! İşte o gün, yanlış tarafın yanlış sorularıyla vakitlice çoğalamadığımız o alanda gecikmiş bir çokluktuk!

Açlık 62. güne varmıştı. Nuriye ve Semih o gün ilk kez gelememişti alana. Yokluklarına, bu kez çoklukla armağan edilmiş varlığımızın hem utancı, hem hüznüydü yanımızda. Kimileri dünde kalıp tamamlayamadıklarının, kimileri ise o güne kadar yap(a)madıklarının hüznünü taşırken yakasında; geceden güne devreden nöbetin ateşi, üniformalılar tarafından karartılmaya çalışılmıştı o yoklukta. Ateş başında nöbet tutan annelerimiz gözaltına alınılırken, kara poşetlere sarılmış götürülmüştü çiçeklerimiz. Sadece bizlere değil; güzel olan her şeye düşmanlardı. Çünkü o çiçekler o alanda kışın ayazına, rüzgarına inat yeşermiş, tomurcuklanmışlardı. Gidenlerin ardından direniş bahçesini yeniden yeşertmek sözüyle, çiçeklerle yürümüştük o gün alana. Gözlerimizde bulut, dudaklarımızda hüzün, avuçlarımızda yeşil bir sevinçti taşıdığımız. Yeşildi, çiçekti... Buluşamadığımız her çiçek, zihnimizde aynı yere yürümüştü o gün. Şimdilerde ne vakit avuçlara sığdırılmış, poşetlerle paketlenmemiş bir çiçek dalı görsek yan yana yürüyoruz. Çünkü onlar, küslerin barıştığı o bayram yerinde, çiçekleri yürüyüşe katan bir hafıza yarattılar.

Açlık 75. güne varmıştı. Sanki her şey bitmiş, direniş kazanımla sonuçlanmış da; son sözler söylenip, herkes memleketine uğurlanacakmış gibi bir hisse kapılmıştım o gece. Geçip giden 195 günü tüm güzellikleriyle anar gibiydi içim. Semih’in şarkı söyleyen sesi, gitar çalan elleri, bedeninden eksilenle orta parmakta taşıdığı yüzüğü, direniş alanında okuyup bitirdiği kitapları, hep gülen yüzü... Nuriye’nin “Hadi benim için bir şarkı söyle!” diyen sesi, içimizden geçen bakışları, ellerimizi saran elleri, cennet kokusuna benzettiği kınaların kızıla çaldığı parmakları, “Yarın burada şunları yapacağız” diyen heyecanı... Sonra bir ses: “Koş Hazel! Nuriye’lerin evi basılmış, götürüyorlar Nuriye’yle Semih’i, koş!” Daha birkaç saat önce içime biriktirdiğim her şey bir cümle ile dökülüp gitmişti içimden. Nuriye ve Semih’i götürmüşlerdi; bir gece vakti, açken, zorla...

Gün aydınlanmıştı. Elimizde “Gözaltılar serbest bırakılsın! Kapıları kırabilirsiniz ama direnişi kıramazsınız!” yazılı bir pankartla direniş alanında nöbetteydik. Devletin müdahale araçları geliştikçe, biz sadeleşiyorduk sanki! Saldırmışlardı. Tek kolundan aldığı destekle anıta çıkıp, işkencecilere anıttan seslenen Veli abimizi, koparılmış kolundan arta kalanın altına sıkıştırdığı “Nuriye ve Semih İşe Geri Alınsın” döviziyle yüzüstü sermişlerdi yere. Tek kollu Veli’ye çok kollu bir devletti o gün. Sürüklenip götürülürken önümüzden, bir polis diğerine bağırıyordu: “Taksana kelepçeyi, ne duruyorsun, taksana!” Kolunu aramışlardı Veli abimizin, vaktiyle koparıp köpeklere yedirdikleri kolunu... Polis: “Kolu yok bunun, takamıyorum!” Takamadıkları kelepçenin hıncıyla sürüklenirken, Kezban annemizin sesi düşmüştü o alana: “Veliii...Veliii...” Yaşlı bir kadını, kafa hizasında yükselmiş bir tekmeyle sürüklemişlerdi oğlunun peşinden. Yaşlı bir kadını, yerde, tekmeyle, oğlunun peşinden...

Anlattı o gün Kezban Anne: “Veli’yi sürükleyip götürdüler. Goştum gittim goydukları aracın yanına, “Açın gapıyı, golunu gopartıp attığınız yetmedi mi Veli’min” dedim, ellerimi yumruk edip gapısına vurdum açsınlar diye, açmadılar. Ellerim şiştiydi vurmaktan, ecik ovim dedim, bi’ baktım gapıyı açtılar. Ben daha varmadan Veli’me, içeri gaz atıp geri gapattılar. Ben biliyom, Nazi gampında bile yapmamışlar böyle şeyler. Veli benim tek evladım deel; ama ona te çocukkene işkence ettiler, golunu goparıp attılar Burdur Cezaevinde. Veli’m daha güçücüktü. Bunca şey ettiler Veli’me, Veli’min yeri ayrı bende. Te o zaman, 17 yıl önce Burdur’da Veli’nin golunu gopardıklarında beni gene böyle yerlerde sürüklemişlerdi. Elbiselerim neyim hepi çıkmıştı üstümden, ondan sonra bi’ daha heç etek geyinmedim.”

Anlattı Acun abla; saçlarına uzanan kötü elleri, kısacık kestirmek zorunda kaldığı saçlarının hikayesini, gözaltı aracında içeri doldurulan gazla pili zayıflayan kalbini, yok edilmeye çalışılan nefesini, ev hapsini, kapısının önünde yeşerttiği direniş bahçesini ve her şeye rağmen zafere tutunmuş ellerini...

Anlattı Esra; gözaltı aracında geçirdği astım krizlerini, nefes yokluğuna boşaltılan gaz tüplerini, henüz açlık yokken incelen bedenini, gördüğü işkenceler nedeniyle etekten uzak kalan dizlerini, eşi Semih’e olan sevgisini, saygısını ve açlıkla buluşturduğu bedenini...

Sonra anlattı Mehmet, anlattı Nazife, anlattı Nazan...

Nuriye, Semih, Acun abla, Veli abi, Esra, Mehmet, Nazife, Nazan... Bu güzel insanların 308 gündür yaşadıklarını ve yaşadıklarına tanık olan annelerini düşününce, 31 Mayıs 2011’de, Ankara’da, Hopa olaylarında gözaltına alınan Hacı abimizin sesi düştü aklıma: “Orada yaşadıklarımı anama diyemedim, diyemedim...”

Bütün bu yaşananlar sonrasında, açlığın 76. gününde, Nuriye ve Semih çıkarıldıkları mahkemede tutuklanmış, İnsan Hakları Anıtı ise gözaltına alınmıştı.

Şimdi geçmiş bütün bu tarihlere bakınca, aylardır direnen bu onurlu insanları daha önce tanımış olma isteği doğuyor insanda ve tüm dunyanın yoldaşlığında “Ben onu tanıyordum” cümlesi kıymetini yitiriyor.

Ve şimdi 308 günlük direnişte açlığın 188. günü**. Ellerine, omuzlarına sokak çocukları; dizlerinin dibine ise sokak köpekleri konan bu güzel insanlar, adresleriyle birlikte tutsak edileli tam 112 gün oldu. Şimdi Temmuz’da, Ağustos’ta giyilmiş kazaklar, şimdi dizlere serilmiş battaniyeler... “Açlık, giydirir” derdi dedem, yazın ortasında kışı giydirir... Bizler yazı, onlar açlıkla kışı giydiler şimdi. Şimdi “içeri”de, şimdi kuş hafifliğinde, şimdi dizler dermansız, şimdi kalpler ağır ama şimdi umutlu... Çünkü şimdilerde durduk ve bizi görecek bir dünya doğdu.

İşte korkuyu aşan, öfkeyi dizginleyen, cesarete bulaşan, umuda varan ve inatla çoğalan bu yürüyüş Nuriye, Semih ve Nazife ile “içeri”de; sırtı barikat, sırtı mermi, ağzı gaz, eli zafer dolu insanlarla; Veli, Acun, Esra, Mehmet, Nazan ve dahası ile “dışarı”da devam ediyor şimdi. İşte tam da şimdi; o her günü tek tek saydığımız direniş tahtasında, geleceği geçmiş zamana düşüren harflerle tek bir şey yazıyor artık: BİZ KAZANDIK!

Ve unutmadan; direniş köpeği Güleç ile bizi buluşturan, gözaltı çiçekleriyle saçlarımızı taçlandıran, kara düşmüş umudumuzu aydınlatan, koparılmış dalımızda çiçekler açtıran bu güzel, bu onurlu insanları bu mülkün temeli olan bu adalet karşısında elbette yalnız bırakmayacağız. 14 Eylül Perşembe günü, saat 13.30’da, Ankara Adliyesi’nde Nuriye ve Semih’in yanında olacağız. Siz de gelin, getirin...

* Bu yazı, Mukavemet Dergi’nin Temmuz sayısında yayınlanmış olup, dergideki hali güncellenmiştir.

** 12 Eylül 2017 itibarıyla ve geçen her günün kıymetiyle...