Interpol Türkiye'nin Avrupa'ya uzanan kolu mu?

Interpol eliyle uygulanan uluslararası arama kararları tüm Türkiyeli sürgünleri tehdit etmekle kalmayıp Interpol'ü Erdoğan iktidarının Avrupa'ya uzanan bir kolu haline getirdi.

Google Haberlere Abone ol

Nejat Pişmişler

Son aylarda Interpol özellikle Avrupa’daki Türkiyeli sürgünlerin günlük yaşamının parçası oldu. Türkiye tarafından çıkarılan ve Uluslararası Polis Teşkilatı Interpol eliyle uygulanan uluslararası arama kararları tüm Türkiyeli sürgünleri tehdit etmekle kalmayıp Interpol'ü Erdoğan iktidarının Avrupa'ya uzanan bir karakolu haline getirdi.

Öyle ki artık her gün kimin nerede Interpol tarafından tutuklanacağı belli değil. Ne olursa olsun ister onlarca yıldır 1951 tarihli Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’ne göre ilticacı statüsünde yaşasınlar, isterse hukuksal olarak yaşadıkları ülkenin vatandaşı statüsünde olsunlar, bunun pratik olarak fazla bir şey ifade etmediği ve sürgünler için yeterli bir güvence yaratmadığı görülmektedir.

INTERPOL ARACILIĞI İLE SÜREK AVI

Daha bir ay önce, Belçika’da siyasal mülteci statüsüne sahip bulunan Nalan Oral Türk Devleti’nin Interpol’e gönderdiği kırmızı bültende adı olduğu için Bulgaristan’a giderken Romanya sınırında tutuklandı.

1984 yılından beri İsveç’te sürgünde bulunan gazeteci Hamza Yalçın Türkiye’nin kırmızı bülteninde yer aldığı için İspanya’da tutuklanarak hapse atıldı.

Son olarak geçen hafta Türkiye kökenli Alman vatandaşı yazar Doğan Akhanlı Türkiye’nin Interpol’e yaptığı başvuru sonucunda İspanya’da tatilde bulunduğu esnada gözaltına alındı.

Doğan Akhanlı'nın tutuklanışı tam Almanya ve Türkiye arasındaki gerilimin tırmanmakta olduğu döneme denk geldi. Almanya'daki genel seçimler öncesi Alman kamuoyunun da baskısı ile bir yandan Almanya başbakanı Merkel diğer yandan Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin Hristiyan Demokrat İçişleri Bakanı Herbert Reul ve art arda değişik çevrelerden gelen açıklamalar ile Akhanlı'nın tutuklanışına tepki çığ gibi büyüdü. Türkiye'nin kırmızı bülten kararları sert bir şekilde eleştirilirken, hukuk devleti standartlarına uymadığı vurgulandı. En önemlisi “Interpol’ün self servis bir işletme” gibi çalıştığı, artık sözde suçluları teslim etmesi talep edilen ülkelere gelecekte çok daha dikkatli olmaları gerektiğine vurgu yapıldı. Ek olarak da bu ayrım için Interpolün benzeri bir durumu gelecekte nasıl önleyebileceği sorulmaya başladı. Yıllardır Türkiye’nin 12 Eylül, 12 Mart darbelerinden süregiden temel hukuksuzluk karakteri Avrupa’nın güncel işleyişine bu rahatsızlığı vermeden sürmüştü oysa.

Yani Almanya'nın Türkiye'deki İncirlik Üssü'nü terk etmesiyle kamuoyuna yansıyan Türkiye-Almanya arasındaki çatışma, Alman gazetecilerin terörist denilerek Türkiye'de tutuklanışı, Türkiye'deki 700 Alman firmasını “FETÖ'cü” diye bildirmesi, son olarak da Erdoğan'ın genel seçimler öncesi Türkiye kökenlileri seçimleri boykot etmeye çağırarak doğrudan Almanya'nın iç işlerine müdahalesi ve daha bu gibi bir dizi olay, Almanya'nın Türkiye'ye karşı olan tepki birikimini iyice artırdı. Bunlar karşısında konuşmaktan öte doğru düzgün bir tavır alamayan Almanya için Akhanlı'nın tutuklanışı tam bir fırsat oldu.

Almanya'nın, Türkiye'nin bu keyfi hukuk dışı uygulamalarına tavrını daha ne kadar devam ettireceğini kısa vadede sanırım 24 Eylül parlamento seçimlerinden sonra daha iyi göreceğiz.

Diğer yandan Alman sermayesi, bu çatışmalı süreçte her zaman “Erdoğan delidir, ne yapsa yeridir” söylemiyle önemli olan ekonomik ilişkilerdir tutumunu sürdürdü. Ve bu tavır henüz değişmedi. Alman hükümeti de bu güne kadar buna uygun davrandı.

AKP’DEN AVRUPA’YA BİR GÜZEL KEYFİLİK ORTAKLIĞI

Kuşkusuz Doğan Akhanlı'nın gözaltına alınışı ve ardından gelen bu gelişmeler, öncelikle Avrupa'da yaşayan siyasi sürgünler için olumlu. En azından Interpol ve ülke mahkemelerinin Türkiye'den gelen kırmızı bültenlere karşı daha ciddi olmaları beklenebilir. Çünkü bu haliyle yaşananlar Erdoğan iktidarının Avrupa'yı kendi sultasının emrine uygun hale getirme hamlesinde etkisiz kalmanın şaşkınlığını yaşamaktan alıkoyamayacağını gösterdi. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde Interpol üzerinden yürüyen gözaltı ve tutuklamalarda sürgünlerin kamuoyu oluşturmasında bugüne dek pek ciddi bir tutum yaşanmadı. En fazlası iadelerde çekince gösterildi. Ancak son örneğe gelene dek Erdoğan’da somutlanan hukusuzluk ve keyfilik pratiğine sadakati kaçınılmaz kılan gözü kapalı uygulamalardaki dahlini sorgulamaktan kaçınıldı. İlk kez yüz yüze gelinen durum Erdoğan iktidarıyla yaşanan çelişkinin bir sonucu ve Avrupa bir anlamda bu hukusuzluğun bir işbirlikçisi olma tuzağında…

Tekrar Interpol tutuklamalarına dönecek olursak; bu tutuklamalar yaygın olarak ve en kolay biçimde havaalanlarında kimlik kontrollerinde ya da hava yoluyla seyahat edilmemiş ise gittikleri ülkelerde kaldıkları oteller eğer bilgisayar sistemine dahil ise burada gözaltına alınma biçiminde. Bunun dışında tesadüfi, polisin Interpol amaçlı kimlik kontrollerinde (polisin her kimlik kontrolünde değil) ve özellikle belli uluslararası kilit noktalarda sık sık yapılan bu kontrollere denk gelenler yakalanmaktadır.

Bu yakalananların büyük bir çoğunluğunun, kendileri hakkında Türkiye'nin Interpol nezdinde arama kararı çıkardığından haberi olmamaktadır. Tersine Türkiye dışında bulundukları Avrupa ülkelerinde bir biçimiyle güvencede olduklarını sandıkları sırada taa ki Interpol ile karşılaşana kadar...

MAASTRICHT’TE MİLİTARİST MAHKEME KARARLARI!

Bu bir şekilde benim için de böyleydi. 2008'de Hollanda'da gözaltına alındığımda 20 yıldır Avrupa'da yaşıyordum. Siyasi mülteci olarak 1951 tarihli Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’ne göre geldiğim ülke olan Türkiye hariç tüm ülkelere seyahat edebilme hukuksal güvencesi altındaydım. Belli bir döneme kadar tüm mültecilerin mavi pasaportlarında da bu damga vardı.

Tesadüf budur ki ben Maastricht'te yani “AB’nin insan haklarının sadece kendi içinde değil uluslararası düzeyde de korunmasını amaçladığı, ‘dışa dönük’ döneminin başlangıcını simgelediği söylenen, AB Anlaşması’nın altıncı maddesinin birinci fıkrasında AB'nin özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygı ile hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerine inşa edildiği” açıklanan ve 1992’de imzalanan bu şehirde, yani insan hakları konusunda simge bir isim haline gelmiş olan Maastricht’de gözaltına alındım. Hem de yargılandığım davanın üzerinden 30 yıl geçmişken, siyasi mülteci ve Alman vatandaşı statüsündeyken. Üstelik yargılandığım mahkeme kararları, militarist mahkeme kararları olarak evrensel hukuka aykırı kabul edilip geçerli kabul edilmezken…

Bu gözaltıyla ilk defa Interpol ile karşılaştım. Ve o zaman öğrendim ki yaklaşık bu gözaltından önce beş yıldır ismim Interpol listesindeymiş. Almanya'dan son üç yıl içerisinde ve her seferinde Almanya’nın reddetmesine rağmen en az iki defa Türkiye iademi istemiş. Yani ben beş yıl boyunca Interpolün kırmızı listesinde yer alıp tesadüfen yakalanmadan Avrupa ülkelerinde dolaşmışım. Almanya Interpol tarafından arandığım bilgisini, herkese olduğu gibi bana hiçbir şekilde bildirmedi. Taa ki Maastrich’te mahkeme dosyayı açtığında, Almanya neden iade etmediğini bildirince ben de öğrenmiş oldum.

Tabii burada Almanya Adalet Bakanlığı ve büyükelçiliğin istenilen informasyonu Hollanda mahkemesine verdiğini, Türkiye'nin geri iade talebinin reddedilmesi gerektiğini ve Almanya'ya tekrar geri gönderilmemi yazılı olarak istediğini belirtmem gerekir.

Ancak bulunduğunuz ülkedeki makamların bir başka ülkede Interpol tarafından gözaltına alındığınızda olaya müdahil olmasının, hiç de kolay olmadığını belirtmeliyim. Bunun için öncelikle olayı dışarıdan sıcağı sıcağına takip edecek insanların olması, bu insanların da demokratik kamuoyunu harekete geçirebilmesi ve bu etkiyle o ülke makamlarının yönlendirilebilmesi gerekmektedir. Bunlar yoksa kendi kaderinize kalmışsınız demektir.

Uluslararası hukuk ise karanlık bir tünel gibidir. Burada kimin kimi verdiği, kimin kimi neyin karşılığı olarak aldığı bilinmiyor. Bizler sadece gözaltına alınanlardan duyduklarımızı biliyoruz. Ama Uluslararası Af Örgütü'nün de bir görüşmemizde ifade ettiği gibi bu karanlık tünelden ne kadar insanın geçtiği bilinmiyor. Yani ancak kamuoyu varsa, o zaman hukuktan söz etmeye başlayabiliyoruz. Aksi takdirde tesadüflere ve o anki uluslararası ilişkilerin durumuna göre kararlar belirleniyor.

Trajiktir ama bu biraz bana 12 Eylül döneminde Avrupa Birligi ile ilişkilerin durumuna göre insanların darağacına gönderilmesini hatırlatıyor. Bir dönem Türkiye için AB ile kritik görüşmeler varsa AB kamuoyundan gelen tepkiler nedeniyle idam hükümlülerinin infazları bekletiliyordu. Aksi durumda idamlar devam ediyordu.

Ancak Türkiye'nin son zamanlarda artık işin suyunu iyice çıkardığı ortada. Sadece “15 Temmuz darbe girişimi” sonrasında yurt dışına çıkan 60 bin Gülen Hareketi'nden şüphelinin isimleri Türkiye tarafından Interpol veri tabanına girildiği ve Interpol'un ise Türkiye’yi veri tabanından çıkardığı haberi gazetelerde yer aldı. Bu ne kadar doğru bilemeyiz ancak Erdoğan iktidarının kendisine her yan bakanı, kendisine eleştirel basit bir tweet atanı bile tutuklattığını biliyoruz. Özellikle Avrupa'daki yüzlerce muhalif insanı Interpol'e verdiği, son dönemde Türkiye girişinde ülkeye sokmadığı ya da tersine gidenlerin çıkışına izin vermediği her gün duyulur oldu.

Kısacası Erdoğan iktidarı kantarda topuz bırakmadı. Merkel bile Doğan Akhanlı olayında “Türkiye Interpol'ü kötüye kullanıyor” demeye başladı.

NEREDEYSE KIRK YILDIR 12 EYLÜLE DEVAM

Siyasi sürgünlerin de artık Interpol olayında gereken refleksi vermesi gerektiği aşikar. Neredeyse 40'ıncı yıla dayanan 12 Eylül militarist darbe mahkemelerinin kararlarını, Avrupa coğrafyasında güncel sürek avına bizzat Avrupa'nın kurumlarını da ortak ederek yayan gerici otokratik iktidarın bu açık tehdidini püskürtmek gerekir.

Bu durumda daha örgütlü olmaktan başka bir seçeneğimiz var mıdır?