'Devrimci' ODTÜ devrilirken

İşimi kaybetmişim ne gam! Ama buna yasal hakkım olan izinleri vermeyerek neden olan kurumun her fırsatta ‘devrimci’ tarihini pazarlayan, akademik özgürlüklerden dem vuran ODTÜ olması; ve işbirlikçilerinin de bize yıllarca emek piyasaları-süreçleri, iktidar, ayrımcılık, demokrasi gibi dersler anlatıp boyuna sistem eleştirileri yapan sosyoloji bölümü hocalarının olması –memleketin şu yaprak kıpırdamayan faşist zamanlarında bile- çok fazla!

Google Haberlere Abone ol

Ruşen Işık

Geçtiğimiz günlerde Sevilay Çelenk’in Gazete Duvar’da ‘Cinayeti Kör Bir Kayıkçı Gördü’ başlıklı bir yazısı yayınlandı. Yazıda Sevilay Hocamız üniversitelerde yaşanan ‘cinayetleri, kötülükleri’ tanıklarının bir an önce yazması için çağrıda bulunuyor. Ben de size ODTÜ’de gözlerimle gördüğüm bir suç ortaklığını anlatacağım. Bizzat bana yapılan bir kötülüğe ortak olanların hakkını teslim etmeye çalışacağım.

5 Temmuz 2017’de araştırma görevlisi olarak çalıştığım ODTÜ’den, işyerinde izinsiz olarak bulunmadığım gerekçesiyle istifa etmiş sayıldığımı öğreniyorum -devlete de 1.5 maaş borçluyum. Bunları da adresime gönderilen iki belge vesilesiyle öğreniyorum. Aynı zamanda meslektaşım ve hocam olan amirlerimden çıt yok; ne işimden atılmamdan önce ne de sonra. Ne bir uyarı ne de bir veda…

Biraz geriye gideceğim; memleketin altüst olmaya başladığı, bombaların hayatlarımızı altüst ettiği, barış sürecinin rafa kaldırıldığı, savaşın yeniden başladığı 2015 yılına… Ki, 16 yıldır okulum ve 11 yıldır da işyerim olan ODTÜ’den ‘atılmış’ olmamın tüm bu tanıklıklar ve acıların yanında bana bir sinek ısırığı kadar etki ettiğini; ama ‘devrimci’ etiketini romantik bir pazarlama sıfatı olarak gururla taşıyan ve fakat memleket alt üst olurken kafasını kuma gömen, kurumumun ve ‘liberal-demokrat, sol görüşlü’ hocalarımın ortaklık ettikleri suçun ne kadar ağır olduğunu anlatabileyim.

Gerilla eşi kadınlarla yaptığım doktora tez çalışmam için Diyarbakır’dayım. 5 Haziran HDP mitingi… Herkes orada. İstasyon Meydanı’nda bayram var! Sonra bir bomba, 20 metre kadar ötemizde… Kimse istifini bozmuyor, ihtimal vermiyoruz çünkü… Sonra diğeri, bulunduğumuz kaldırımın karşısında patlıyor. Bombalar bize çok yakın aslında ama aramızdaki binlerce insan, onlar siper oluyor bize...

Birkaç gün sonra, Diyarbakır’da tanıdığım Hacı Bayram Dağtan’ı evlerinin kapısını çalan mahalleli bir Hizbullahçı, kızının gözleri önünde öldürüyor. Sonraki günlerden birinde, daha önce ziyaret ettiğim bir köy bombalanıyor. Beni evlerinde ağırlamış olan, şans eseri o sırada evde olmayan o güzelim aile hayatta; ama sekiz komşularını ve yıllarca uğraşarak yokluk içinde kurdukları evlerini kaybediyorlar!

19 Temmuz… Tüm boşlukların bebek bezleri, oyuncak, sağlık malzemeleriyle doldurulduğu bir transit araçla İzmir’den Suruç’a doğru yola çıkıyoruz. Rojava’ya gideceğiz. Bir kağıt dolaştırıyoruz aramızda kim ne iş yapabilir… Ben kütüphaneyle uğraşabilirim, çocuklarla oynayabilirim, inşaat gibi işlere destek atabilirim... Olmuyor. Canlarımızı alıyorlar bizden. Sanki hepimizi sıraya dizmişler de, geride kalanların cezası da hayatta kalmış olmak olsun diye bazılarımızı rastgele kurşuna dizmişler gibi.

İyileşmeye çalışıyorum, aslında çalışmıyorum, beter olayım istiyorum, yok olayım istiyorum. Hiç halim yok; ne yok olmaya, ne var olmaya, ne silah kuşanmaya, ne acıyla yaşamayı öğrenmeye. Ama ölmediysek yaşamak lazım, arası yok! TİHV aracılığıyla psikoloğa gidiyorum. Tezimi yazmalıyım. Kadınlara sözüm var, o tezi yaz-ma-lı-yım.

10 Ekim… Anlatmaya gerek var mı? Herhalde bu yazıyı okuyan hemen herkese bir yerinden dokundu, en azından benim çevremde kimse 10 Ekim’den sonra iflah olmadı.

Kasım… Kürt şehirlerindeki çatışmalar şiddetleniyor. Ben Ankara’dayım artık, çünkü tezimi yazmalıyım. Sevgilim Sur’un hemen çıkışında Dağkapı’nın arkasında yaşıyor, her gece o çocukların öldürüldüğünü bildiği çatışma seslerini dinleyerek… yaşıyor. Ama sessiz, hiç anlatmıyor, onlar iki adım ötede ölürken bunu duymanın ağırlığından söz etmeye utanıyor. Dağkapı’da Eğitim-Sen’in bir basın açıklamasında gözaltına alınıyor. Polislerin sonrasında halka gerçek mermilerle saldırdığı bir basın açıklaması bu, yaralı komşularını hastaneye getirenlerin gözaltına alındığı bir basın açıklaması.

Arkadaşlarla bekliyoruz, havayı dağıtmaya çalışıyoruz; sevgilim Kürt olmadığı için polislerden daha mı çok dayak yer, daha mı az, bilmiyoruz. Ama dayak yerken polisin ettiği küfürlerin Türk olduğu halde ‘teröristlerin’ arasında ne işi olduğuyla ilgili olduğunu biliyoruz. Üç gün sonra çıktığında vücudu morluklar içinde. Sevgilim bir yıl sonra bu basın açıklamasına katıldığı için 4.5 yıl hapis cezası alıyor.

Kadın mücadelesinden bildiğimiz Fatma, Pakize ve Seve’nin bir köprü altında polislerce bile bile, göre göre katledilmesi de aynı savaşın ürünü. Diyarbakır’da tanıştığım, birlikte feminizm tartışmaları yürüttüğüm kadınların çoğunun işlerinden olması, tutuklanması, kaçması ya da haberlerini dahi alamamam da… Kadınların müthiş bir inançla, renklerle, çiçeklerle bezeyerek kurdukları kurumların darmadağın edilmesi; Efrin ve Maxmur’a gönderilmek üzere Türkiye’nin pek çok yerinden toplanmasına vesile olduğumuz yüzlerce kitabın kayyımca el konan Kadın Akademisi’nde kalakalması ve kim bilir belki bazı arkadaşların bu kitaplardan ötürü sorgulanması da… Bana evini açan, her şeyini tereddütsüz paylaşan, bana güvenen ve güven duyulmasını sağlayan insanların hayatlarının darmadağın olması da… Tüm bu tanıklıklarım, tanık olmadığım ama bildiğim, bilmediğim daha ne çok zulüm de bu savaşın ürünü.

Bense tezimi yazmalıyım. Danışmanımla koridorda ne zaman karşılaşsak "evet evet biz daha sık görüşmeliyiz, sen ağır şeyler yaşadın, seni toparlamamız lazım" diyor. Tek vuruşluk canı kalmış aklımla, bir türlü toparlanmayan dikkatimle karalayabildiğim ancak üç beş sayfa… Ve danışmanım o metne bakmaya hâlâ vakit bulamadı; öylece duruyor.

Ağustos 2016, ODTÜ’de hakkımda FETÖ’den soruşturma açılıyor. Bank Asya’dan faiz oranı düşük olduğu için kredi çekmiştim, o yüzden. Beni sorgulayanlar arasında ODTÜ’nün avukatı, rektör yardımcısı ve dekanlar var. "Ne yaptığınızın farkında mısınız sayın hocalarım?" diyorum. "Vallahi elimizden bir şey gelmiyor" der gibi bakıyorlar. Ama içlerinden biri kredinin faiz oranını sormayı ihmal etmiyor. Siz de mi kredi çekeceksiniz sayın dekanım, yoksa size yakıştırılan polis rolünü layıkıyla yerine mi getirmek istiyorsunuz?

Kasım 2016, sevgilimle evlenmişiz artık; ben Ankara’da arkadaşlarımla, o Diyarbakır’da arkadaşlarıyla, yaşıyoruz. "Artık bir ev kursak" diyoruz. Diyarbakır’da ev tutup eşyalar almaya başlıyoruz ufak ufak. İki ay sürmüyor bu ev macerası. Sevgilim, Barış için Akademisyenler'den (BAK) olduğu ve iktidara Kürt şehirlerinde devam eden savaşın durdurulması için "bu suça ortak olmayacağız" diyerek çağrıda bulunan metne imza attığı için 6 Ocak’ta çıkarılan 679 sayılı KHK ile Mardin Artuklu Üniversitesi’nden ihraç ediliyor. Onu takip eden pazartesi günü, -BAK imzacısı olmama bir falso da ihraç edilerek sevgilim eklediğinden olsa gerek-, zorunlu hizmetle yükümlü olduğum Gaziantep Üniversitesi beni doktoramı bitirmeden geri çağırıyor. Kibarca, beni atacaklarını ima etmeyi de ihmal etmiyorlar. Süreci uzatabilmek için yıllık izin istiyorum. Bölüm başkanımıza ‘birisi’ "bu durumdaki bir öğrenciye izin verirseniz zor durumda kalırsınız" diyor, o da bana sekreterimiz aracılığıyla üzülmememi salık veriyor ve bu sürecin iki ay kadar süreceğini iletiyor. Yasal hakkım olan yıllık iznimi vermeyip, benimle bire bir görüşmeye de zahmet etmeyip bu mesajın iletilmesini sağlayan sayın bölüm başkanıma kocaman teşekkürler(!)

Neyse ki bu arada hayatımızda iyi şeyler de oluyor. Sevgilim de ben de Fransa hükümetinin risk altındaki akademisyenlerle dayanışma adına başlattığı PAUSE bursunu almaya hak kazanıyoruz. Fakat ne yazık ki sevgilimin ihracından dolayı pasaportuma el konuyor! Avukat olan ablamın İçişleri Bakanlığı’ndan aşağıya doğru, bununla ilgili olabilecek tüm kurumlara yolladığı dilekçeler ve benim bizzat Ankara- Diyarbakır-Mardin adliyeleri ve emniyet müdürlükleri arasında dokuduğum mekik sonucu pasaportumu geri alıyorum. Geriye vize ve okuldan izin almak kalıyor. Üç aylık görevlendirme almak istiyorum ilkin, rektörlük reddediyor. 50 günlük yıllık iznimi kullanmak istiyorum, bu kez sosyoloji bölümü reddediyor. Tüm bu başvurular sözlü olarak reddediliyor elbette; ODTÜ gibi prestijli bir üniversite, bir araştırmacısının Fransa’da bir üniversiteden aldığı üç aylık bir araştırma davetini reddetmek için nasıl bir gerekçe sunabilir yoksa? Ya da emek süreçleri gibi konularda sayısız çalışmaya imza atmış hocalar tarafından yönetilen sosyoloji bölümü bir çalışanına yıllık iznini vermemeyi nasıl açıklayabilir?

Sevilay Hoca’nın bahsi geçen yazısında söylediği gibi ‘iyiliksever’ce yapılıyor tüm bu kötülükler; ‘bizi düşündüklerinden, bizim ve okullarımızın başına işler gelmesin’ diye. O yüzden bir arkadaşımın söylediği gibi ‘hiçbir kağıdım masada kalmadı’; ama bu hiçbir başvurumun reddedilmediği anlamına gelmiyor. Uygulanan bu sözlü caydırma yöntemlerine ‘mobbing’ deniyor literatürde (sayın hocalarım)!

Velhasıl, ODTÜ’nün de içinde olduğu bir KHK’nın çıkacağı söylentileri yüzünden yüreğim ağzımda, bölümümün lütfu ve rektörlüğümün onayıyla üç günlük izin alarak yurt dışına çıkabiliyorum. Bizi bekleyen ise yüksek ihtimalle siyasi mültecilik…

İşte sonrasında da Türkiye’nin ‘en devrimci’ tarihine sahip, ‘en demokrat’, ‘en ilerici’, ‘en liberal’, en ‘we can change the world’(1) üniversitesinden atılıyorum. İşimi kaybetmişim ne gam! Ama buna yasal hakkım olan izinleri vermeyerek neden olan kurumun her fırsatta ‘devrimci’ tarihini pazarlayan, akademik özgürlüklerden dem vuran ODTÜ olması; ve işbirlikçilerinin de bize yıllarca emek piyasaları-süreçleri, iktidar, ayrımcılık, demokrasi gibi dersler anlatıp boyuna sistem eleştirileri yapan sosyoloji bölümü hocalarının olması –memleketin şu yaprak kıpırdamayan faşist zamanlarında bile- çok fazla! Bırakın yasal hakkım olan izinleri vermeyi, öğrencilerinin üç satırlık bir belgeyle atılıvermesine itiraz etmeyi, bir meslektaşa edilecek göstermelik bir vedayı bile tehlikeli buldu fanusları dışındaki hayatları sadece birer araştırma nesnesi zanneden sayın hocalarım!

Sayın Hocalarım!

Memleketteki savaşı, katliamı bir kenara bırakın –çünkü mevzu Kürtler olunca hep bir kenara bırakıldı zaten, bu kez de farklı bir şey beklemeyelim sizden- şu anda BAK imzacısı olduğu için işinden olan 400’e yakın akademisyen olduğunu; imzacı olan 200’den fazla akademisyenin Avrupa’nın çeşitli ülkelerine göç etmek zorunda kaldığını –kimi kaçak yollarla-; bir o kadar akademisyenin de pasaportları iptal edildiği için yurt dışına çıkamadığını ve herhangi bir işe kabul edilmediğini de mi bilmiyorsunuz, ya da biliyorsunuz ama sizi ilgilendirmiyor mu?

Sessizliğiniz bırakın bir meslektaşınızın hayatını, bir memleketin gidişatını etkiliyorsa öylece sessiz kalamazsınız. Siyasi iktidar bu sessizlik sayesinde daha da pervasızlaşırken yaptığınız projelerin, yazdığınız makalelerin, işgal etmek için meslektaşlarınızın üstüne bastığınız dandik idari sorumlulukların zerre kadar önemi yok bana sorarsanız.

Öğrencilerinize başucu kitabı yapmalarını önerdiğiniz Bourdieu’nun Homo Academicus kitabını hatırlıyor musunuz sayın danışmanım; o kitabın sizin hayatınızla, yapıp ettiklerinizle, sessiz kalarak ortaklık ettiğiniz iktidarla bir ilişkisinin olabileceği aklınıza geliyor mu? Siz bize sosyolog olmayı öğreten hocalarım, yaptığınız sosyolojinin sosyolojisini ve daha da önemlisi kendi hayatlarınızın sosyolojisini yapabildiğinizi düşünüyor musunuz? Yoksa Bourdieu’nun deyimiyle “grev kırıcı” mısınız? Ülkenizde yaşanan şiddetin, hukuksuzlukların ve savaşın üzerinde araştırma yapılabilecek sosyolojik olgulara dönüşmesi için zamana mı ihtiyacınız var?

(1) Türkçesi: ‘Biz dünyayı değiştirebiliriz’. ODTÜ’nün ana sayfasında bu sloganla karşılanıyoruz.