Kılıçdaroğlu sıkıcı mı, 'hesap uzmanı' mı?

Kılıçdaroğlu’nun sıkça telaffuz ettiği "adım adım örmek" aslında yeni bir siyasal kültürün oluşturulmasından ibaret. Sürekli olarak "siyasi ahlak yasası"ndan bahsetmesi ise yeni bir siyasal kültürün hukuksal alt yapısını oluşturma çabasıdır. Liyakatsizliğin politik ekonomisi ancak böyle bertaraf edilebilir. Ağır çatışmacı kültürü aşmak için HDP'sinden MHP'sine, muhafazakarlardan sola Kılıçdaroğlu’nun bu uzlaşma stratejisi şimdilik pek anlaşılmıyor ama ileride bu cinnet hali sağ salim atlatılırsa, bunun Türkiye için ne kadar yaşamsal olduğu ve tarihi değeri çok daha iyi anlaşılacaktır.

Google Haberlere Abone ol

Turan Altuner

Türkiye’nin yakın tarihini anlamadan, Kılıçdaroğlu’nun bugün uyguladığı siyasal stratejisini anlamak pek mümkün değildir. Bu yüzden bir makalenin giriş bölümü için oldukça uzun da olsa, Türkiye’nin özellikle çok partili hayata geçtikten sonraki yakın tarihine göz atmakta yarar var.

Türkiye sağının uzlaştırma ve toplumsal barıştan ziyade, kutuplaştırıcı, agresif ve ötekileştirici siyasal konseptinin altında yatan en temel neden, özgüveninin olmamasıdır. Çünkü çağın gereklerine cevap verebilecek kapasitesi yoktur. Kapasitesiz ve yönetim becerisinden yoksundur. Liyakatsizliğin sonucu gelen bu özgüven eksikliğiyle sağ iktidarlar sürekli kılınmış, içselleştirilmiş komplo teorilerine sığınmıs, 'iç ve dış düşmanlar' tarafından kuşatılmışlık sendromu yaşamış, ortaya bitmeyen bir zavallılık, 'mağdurluk' (eternal victim) edebiyatı çıkmıştır. Türkiye’nin İngiltere elçisi bile, sosyal medyada kendine sürekli olarak yöneltilen 'İngiliz derin devletinin adamı olmak' suçlamalarına isyan edip, "Türk halkı komplo teorilerini çok seviyor. Biz İngiltere olarak Türkiye'yi bölmek istemiyoruz. Bunlar çok saçma iddialar" deme gereği duymuştur. (Diken, 23.07.2017) Hem fail hem 'kurban' olunmuştur. Aynı anda hem faili hem de 'kurbanı' olduğu siyasal kararların sorumlusu da iktidar değil, ülke içindeki komünistler, bölücüler vs. olmuştur. Ortaya "iktidar partisi muhalefet mi, yoksa iktidar mı?" diye neyin nesi belli olmayan, verdiği kararların hem mağduru hem faili olan, ancak politik şizofreni ile açıklanabilecek trajikomik bir durum çıkmıştır.

Türkiye’nin yakın tarihinde bu politik şizofreni kamuoyu açısından da büyük ölçüde kabul görmüş, bugüne gelinmesinde önemli bir rol oynamıştır. 1950 – 1960 yıllarında Demokrat Parti döneminde günümüz Türkiye'sinde yaşananlarla benzer antidemokratik, baskıcı politikalar izlenmiş, mecliste tahkikat komisyonu kurulmuş, özellikle 1959 yılında basına yönelik baskılar had safhaya ulaşmış, 61 gazeteci çeşitli hapis cezalarına çarptırılmış, gazeteler kapatılmış, bugün olduğu gibi muhalefet partilerine yönelik saldırılar had safhaya ulaşmış (Selçuk Salih Caydi), seçimlerde Demokrat Parti'yi seçmeyen Kırşehir'in il statüsü kaldırılıp ilçe yapılmış ama tüm baskıcı politikalara rağmen Demokrat Parti ve Adnan Menderes 'demokrasi kahramanı' olmuştur.  Aynı dönemde bu ülkenin gelmiş geçmiş en demokratik –ki zamanın çoğu Avrupa ülkesinden daha gelişkin- Osmanlı ve cumhuriyet döneminin en çağdaş anayasasını yapanlar tu kaka ilan edilmiştir.

Kim ne derse desin, 1961 anayasası bu ülkenin gelmiş geçmiş en çağdaş, en ileri, en demokratik anayasasıdır. Turhan Feyzioğlu başkanlığında kurulan 20 kişilik anayasa komisyonunda Muammer AksoyTuran GüneşTarık Zafer Tunaya, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi çok yetkin isimler görev almıştır. AKP dönemi, Burhan Kuzu başkanlığındaki meclis anayasa komisyonuyla kıyaslandığında aradaki kalite uçurumu da çok barizdir.

Bu anayasanın askerler tarafından yaptırılması bu çağdaş karakterini değiştirmez. Ama bir eksiğine de dikkat çekmek gerek: 1961 Anayasası da Kürt sorununa şu veya bu şekilde makul bir çözüm getirmemiş, sorun bir başka bahara kalmıştır. Unutulmamalı ki, 1961 Anayasası'na en yüksek oranda "evet" oyu ülkenin batısından değil, doğusundan cıkmıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse:

-Diyarbakır: Evet yüzde 73.8, Mardin: Evet yüzde 97.7, Hakkari: Evet yüzde 92.9, Ağrı: Evet yüzde 82.9, Van: Evet yüzde 80.8, Şanlıurfa: Evet yüzde 80.2, Bingöl: Evet yüzde 79.6 vs.

-1961 Anayasası için referandumda en çok hayır oyları ise İzmir dahil olmak üzere Ege ve batı illerinden cıkmıştır: İzmir: Hayır yüzde 50.02 / Evet yüzde 49.8, Manisa: Hayır yüzde 56.1 / Evet yüzde 43.9, Aydın: Hayır yüzde 56 / Evet yüzde 44, Bolu: Hayır yüzde 55.1 / Evet yüzde 44.9, Zonguldak: Hayır yüzde 53.1 / Evet yüzde 46.9, Bursa: Hayır yüzde 52.9 / Evet yüzde 47.1, Sakarya: Hayır yüzde 52.8 / Evet yüzde 47.2 (BBC Türkçe, 3. Nisan 2013).

Daha sonra 1961 yılında Ragıp Gümüşpala liderliğinde Demokrat Parti’nin varisi Adalet Partisi kurulmuş ve her ne kadar 1961 Anayasası'na kapatılmamak için "evet" demişse de bu anayasayı doğru dürüst içine sindirmemiş, bu nedenden dolayı Cemal Gürsel tarafından küçük hesaplar yapmakla suçlanmış ve bu isteksizliğinin sonucu olarak da 1961 Anayasası referandumu yüzde 61.7 'Evet', yüzde 38.3 'Hayır' ile sonuçlanmıştır. Adalet Partisi önceleri örtülü, zamanla açık şekilde 1961 Anayasası'na karşı tavır almış, yargıya tanınan hakları "bürokratik ve yargısal sisteme verilmiş olan aşırı yetkiler" olarak tanımlayıp, 'adalet' adına bu anayasaya muhalefet etmiş, güçlü bir yürütme talep edip, Demokrat Parti’nin, siyasal şizofren geleneğinin bir devamı olmuştur.

12 Mart Muhtırası sonrası 1961 Anayasası Nihat Erim hükümeti tarafından daha önceki Adalat Partisi'nin talebine uygun olarak 1971 ve 1973'te revize edilmiş, yargının yetkileri törpülenmiş, temel özgürlükler kısıtlanmış, TBMM tarafından yürütmeye (hükümete) kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmiş, askeri kurumların özerkliği arttırılmış, sivil idare mahkemesi ve sayıştay denetiminden muaf tutulmuş ve 1980 Kenan Evren darbesiyle de yürürlükten tamamen kaldırılmıştır. Yani Demirel ve AP iktidardan indirilmiş ama fikirleri iktidar olmuştur. 12 Eylülcülerin yaptığı Anayasa ile de bugünlere gelinmiş, Türkiye’nin "geleneksel" merkez sağı çökmüş, yerine Türkiye’nin İslamcıları iktidar olmuş, Türkiye’nin merkez sağı savaş açtığı güçlü yargı ve çağdaş erkler ayrılığına muhtaç olmuş "adalet elden gidiyor", "hukuk devleti nerede?" diye dizlerini dövmektedir. Dün savaş açtıkları güçlü yargı, gün gelip kendilerine lazım olmuştur.

Yani ismi Demokrat Parti ama demokrat değil, ismi Adalet Partisi olan parti de yargıya / adalet sistemine tanınan yetkilere savaş açmış, kamuoyu da büyük ölçüde bunu kabullenmiş, ortaya şizofrenik bir durum çıkmıştır. Yüzde 70’i muhafazakar olan bir toplum "vatan, millet, din, bayrak" gibi değerler üzerinden Adalet Partisi / Demirel döneminde de sürekli kutuplaştırılmış, banal bir anti – komünist retorik politikaya hakim kılınmış. 1961 Anayasası ile sağlanan kısmi anayasal barış törpülenmiş ve Türkiye 1970'li yıllar boyunca süren kanlı bir çatışmaya sürüklenmiştir. Türkiye sağının bu çatışmacı, ötekileştirici retoriği Demirel tarafından Ecevit hükümeti hakkında verdiği gensoruya ilişkin konuşmasına da şu şekilde yansımıştır:

"3 Temmuz günü Millet Meclisimiz görevini yapacak ve milletin ve devletin üstüne çıkmaya kalkanlara, şeref ve haysiyet münkirlerine Büyük Türkiye’yi cüce kafalarına sığdıramayanlara, komünizmi tehlike saymayanlara, nifakı ve fitneyi siyasetin vasıtası yapanlara, barışı herkesi birbirine kattıktan sonra omzundan güvercin uçurtmak sananlara, Castro taklitçilerine, Mao ve Ho Shi Minh’in önünde durduğu kapının tokmağını çevireceklerini ilan edenlere, ülkenin idaresini teslim etmeyecektir."

LİYAKATSİZLİĞİN POLİTİK EKONOMİSİ

Demirel’in bu retoriğinin bugün iktidarda olan Tayyip Erdoğan'dan farkı nedir? Aynı tarz siyaset bugün de devam etmektedir ve bu sadece bir örnektir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde de bu siyasal şizofreni gitgide derinleşmiş isminde "adalet" geçen parti tarihin en büyük adaletsizliklerine imza atmış, "kalkınma"sı da, bir ekonomi için katma değeri sanayi sektörüyle kıyaslanınca çok daha düşük olan inşaat ve müteahhit sektörüne odaklı, "inşaat çekişli" bir ekonomik politikadan öteye gitmemiştir. "Kalkınma" partisinin "kalkınma" hikayesi de aşağıdaki şu diagramdan oluşmaktadır.

http://www.fortuneturkey.com/insaat-yerine-sanayiyi-desteklememiz-gerektigini-gosteren-4-veri-12385 http://www.fortuneturkey.com/insaat-yerine-sanayiyi-desteklememiz-gerektigini-gosteren-4-veri-12385

Yani 2013 yılında inşaat sektörünün toplam ekonomi içindeki katma değer oranı yüzde 7, sanayi sektörünün ise yüzde 42’den ibarettir. AKP döneminde liyakatsizlik o ülkenin ekonomi politiğine doğal olarak yansımış, toplam ekonomi içinde yüzde 7'lik bir oranla ülke ekonomisine en düşük katma değer sağlayan inşaat sektörü, kasıtlı olarak ekonominin lokomotifi haline getirilmiş ve zenginleşmenin en temel enstrümanı olmuştur. Türkiye gibi bir ülkede müteahhitlik kolay bir iştir, sanayi ve teknoloji sektörü ise iyi yetişmiş insan kaynağı, yüksek liyakat gerektiren bir sektördür. AKP hükümeti kendi sermaye sınıfı yaratırken, sektörel tecrübesi olan, yüksek liyakata sahip bir zengin sınıfından yoksundu. Bu hâlâ da böyledir. Kendi zengin sınıfını yaratmak ancak müteahhitlik ve inşaat sektörü gibi, sanayi sektörü ile kıyaslandığında fazla liyakat gerektirmeyen inşaat sektörü ile mümkün olmuştur. Kamu ihaleleri iktidara yakın şirketlere verilmiş, ortaya onlarca yüzlerce Mehmet Cengiz çıkmıştır. "Yol yaptık", "altyapı yaptık", "köprü yaptık" efsanesi de birkaç gün önce sağanak yağışla birlikte yerle bir olmuş, deyim yerindeyse İstanbul bir Venedik'e dönüşmüş, AKP’nin "kalkınması" İstanbul sokaklarında sel olup akmıştır.

Ekonomi her şeyden önce rasyonel öncelikler (rational choice) meselesidir. Toplam ülke ekonomisine katma değer oranı yüzde 42 olan sanayi sektörü değil de, neden katma değer oranı sadece yüzde 7 olan inşaat sektörü öncelikli hale getirilir? Bunun Türkiye’nin ekonomisi ve ekonomik gelişmesi bakımından hiçbir makul açıklaması yok. Tek makul açıklaması kamu kaynaklarını iktidara yakınlara yönlendirme ve onları zengin etmektir. Dolayısıyla ortaya liyakatsizliğin ekonomi politiği çıkmıştır.

KILIÇDAROĞLU VE STRATEJİSİNİ ANLAMAK

Türkiye’nin bir "dengesizlikler haritası" çıkarılmış mıdır bilmiyorum. Ama dışarıdan bakan biri için Türkiye felsefi, sosyal, siyasal ve ekonomik "dengesizlikler" ülkesidir. Bu durumun her şeyden önce felsefi kökenine kısaca değinmekte yarar var. Osmanlı ve cumhuriyet döneminde o ülkede şu iki ana akım sürekli çatışma içinde olmuştur: birinci akım olarak Anadolu aydınlanması bireyi inancının pasif bir objesi değil, inancını araştıran, soruşturan, felsefe ve bilimle uğraşan, inancın aktif bir subjesi haline getiren yaklaşımdır. İkinci yaklaşım ise sorgulanması mümkün olmayan dogmatik bir din anlayışıdır. Tanrının tek belirleyici, padişahın ise onun yeryüzündeki temsilcisi olduğu, bireyin bu dünyada sadece ama sadece kul olduğu, iyi kulluk yapmanın ödülünü ancak diğer dünyada alabildiği bir inanç sistemi.

Türkiye toplumu ortak değerler üzerinde hâlâ yeteri kadar uzlaşabilmiş bir toplum değil. Bir kesim İslamcı geleneğin soyut, dogmatik din merkezli bir toplumsal düzenini öngörürken, diğer kesim ise bireyi ve rasyonel düşünceyi merkeze alan bir anlayışa sahiptir. Biri bireyi (aydınlanma) inancının aktif subjesi, diğeri ise insanı inancının pasif objesi yapar. Diğer taraftan Türkiye'de, muhafazakarlıkla iç içe geçmiş bir milliyetçiliğin olduğu da aşikardır. Bu da çok garip bir sentezdir. Biri nerede biter, diğeri nerede başlar pek belli değildir.

Kılıçdaroğlu her şeyden önce bu tarihsel, sosyo – kültürel, sosyo politik zemin üzerinde politika yapıp, gerginliği en aza indirip uzlaştırıcı olmak zorunda. Bu tip felsefi, sosyo kültürel fayların olduğu bir ülkede belirli bir uzlaşı sağlamak epey zordur. Çünkü toplum hâlâ belirli dünyevi, laik, demokratik, akılcı, temel sosyal değerler üzerinden bir uzlaşma sağlayamamıştır. Klasik laik, anti laik, milliyetçi, solcu ayrımını aşabilecek siyasal bir program ve bunu söz konusu toplumsal taraflara oluşturabilecek, güven verici entegratif bir figür olmak Türkiye şartlarında hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. Her şeyden önce cumhuriyet; Osmanlı'nın her yönüyle bir antitezidir. Bir taraf cumhuriyetin en büyük değer olduğunu savunurken, diğer taraf Osmanlı’nın en büyük değer olduğunu savunup, çöküşünün travmasını ve nostaljisini yaşıyor. İrredantist bir hülya ile geçmiş Osmanlı topraklarını bugünkü Türkiye’nin doğal bir uzantısı görüyor. Davutoğlu’nun Ortadoğu'nun derinliklerinde boğulan derin stratejisi de işte bu irredantist hayalin ürünüydü.

CHP, SAADET PARTİSİ, MHP VE HDP İLE NE YAPIYOR?

İşte tam da bu noktada Kılıçdaroğlu ve CHP’nin, Saadet Partisi ile “hayır” oylarında birleşmesi, referandumdan sonra Kılıçdaroğlu’nun Karamollaoğlu’nu ziyareti ve iki liderin son derece itidalli uzlaştırıcı çağrıları, yine Karamollaoğlu’nun "Demokrasilerde çözümün nihai yöntemi diyalog, nihai adresi de meclistir." demesi, Kılıçdaroğlu/CHP'nin ve Saadet Partisi gibi geleneksel muhafazakar kesimlerin parlamenter demokrasi üzerinden bir uzlaşı sağladığını göstermektedir. Kılıçdaroğlu’nun Erbakan'ı anma toplantısına katılması, özellikle sol kesimde çok eleştirilmişti, ama bugün gelinen noktadan geriye bakıldığında Kılıçdaroğlu’nun sürekli uzlaştırıcı, kucaklayıcı ve dengeleyici politikalarının ne kadar yerinde olduğu çok daha iyi anlaşılmaktadır. Artık Saadet Partisi gibi son derece muhafazakar bir parti ve CHP; demokratik ülkelerde olması gerektiği gibi, birbirlerini ötekileştirmeden, biri sosyal demokrat, diğeri muhafazakar kimliğini koruyarak adalet, erkler ayrılığı, parlamenter demokrasi ve basın-yayın özgürlüğü gibi çok temel demokratik taleplerde birleşebiliyorlar.Bu ilk bakışta pek farkına varılmayan, değeri ve önemi zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacak tarihi bir açılımdır. Bu açılım ve uzlaşı aynı zamanda muhafazakar kesimin cumhuriyetle barışmasının alt yapısını oluşturmaktadır.

Kılıçdaroğlu’nun ilk etapta yine çok tepki çeken, bugün hâlâ eleştirilen diğer bir açılımı ise MHP’ye yönelik olmuştur. Yerel seçimlerde Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne eski bir MHP’li olan Mansur Yavaş'ı aday gösterirken ve bu seçim kampanyasında bozkurt işareti yaparken -ben de dahil- çok şaşırmıştık. Daha sonra bir milliyetçi muhafazakar olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı göstermesine daha da şaşırmıştık. Oysa on yılların çatışmacı siyasal kültürünün getirdiği alışkanlıklarla, pek de farkına varılmadı ama Kılıçdaroğlu bu gibi jestler ile içselleştirilmiş derin kutuplaşmayı aşmanın stratejisini hayata geçiriyordu. MHP’nin bölünmesine kadar varan bu süreç, Akşener, Ümit Özdağ ve Yusuf Halaçoglu gibi MHP’nin eski ağır toplarıyla devam etmektedir. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, MHP’li muhaliflerin CHP ile yakınlaşmalarına şu sözlerle tepki göstermişti: “Kendilerini hâlâ muhalif MHP'li olarak tanıtan ve genel başkan adayı gibi garip sıfatlar kullanan zevat, CHP'li belediyelerin finanse ettiği toplantılara katılıp, sol görüşlü dinleyicilerin bulunduğu salonlarda nutuk atıyorlar. CHP'li belediye başkanlarıyla ilişki kurarak salon temin ediyorlar. CHP buna neden bu kadar müsamahalı davranıyor, onu da anlamakta güçlük çekiyoruz." (Ortadogu gazetesi: 27.03 2017)

Dün MHP'ye yönelik yaptığı açılımı, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra HDP'ye yönelik yapmış ve Kılıçdaroğlu HDP’nin TBMM’de olması gerektiğini, Kürt sorununun çözümünde meşru muhatabın da HDP olması gerektiğini kaydetmiştir. Adalet Yürüyüşü sırasında HDP milletvekilleri ile yan yana yürüyüp, adalet taleplerini birlikte dile getirmiş, HDP de; CHP'yi milliyetçi, muhafazakar seçmen nezdinde zora sokmamak için yürüyüşe sınırlı katılmıştır. Bazı HDP'lilerin Demirtaş'ın tutuklu bulunduğu Edirne Cezaevi'ne yürünmesi talebi ise, bizzat Demirtaş tarafından "Benim Edirne’ye kadar yürüyün talebim yok" denilerek, Adalet Yürüyüşü'nün daha çok adalet talebi etrafında yoğunlaşılmasına katkıda bulunarak gerçekçi bir tutum takınılmıştır.

MHP ve HDP açılımlarının yanı sıra Kılıçdaroğlu, modern muhafazakar diye tanımlanacak geleneksel merkez sağın temsilcisi Hüsamettin Cindoruk’u da ziyaret etmiş ve bu ziyaretin sonunda Cindoruk, geleneksel sağ seçmene "CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu destekleyin" diye bizzat çağrı yapmıştır. Adalet ve Doğru Yol partilerinin sürekli çatışan tarihlerini de göz önünde bulundurursak, Hüsamettin Cindoruk gibi merkez sağda sembol bir ismin böyle bir çağrı yapması, Türkiye tarihinde yine bir ilktir. Bunun da değeri yine zamanla aşılacaktır. Kılıçdaroğlu yine tarihsel bir uzlaşı çabası olarak Eylül 2012'de Adnan Menderes'in anıt mezarını ziyaret edip "Tarih bize ders verdi, dersimizi aldık ve öğrendik, geçmişte yapılan tüm siyasi idamların birer cinayet olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor" deyip merkez sağa olduğu gibi idamlar üzerinden sola da uzlaşma sinyallerini çoktan vermişti. Bu bağlamda yine kısa bir süre önce eski Yassıada sakini Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Bayar’a nezaket ziyareti yapmış ve bu ziyaret kamuoyunun yoğun ilgisini çekmiştir.

KUTUPLAŞMAYA KARŞI UZLAŞMACI TAVIR İHANETLE EŞ ANLAMLI 

Türkiye’nin bu çatışmacı ve dengesizlikler haritasını uzatmak mümkün ama yukarıda birkaç "ana başlıkta" açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız, Türkiye’nin kutuplaşma haritası, bu kadarıyla bile başlı başına dehşet verici. Bir toplum düşünün ana siyasal akımlar on yıllar boyu – üstüne bir de siyasal iktidarlar tarafından - sürekli kutuplaştırılıyor ve en ufak uzlaşmacı bir tavır bile ihanetle eş anlamlı görülüyor.

O ülkede barış bildirileri imzalayan akademisyenlerin bile üniversitedeki kürsülerinden, işlerinden atılmalarını, bazılarının cezaevlerine girmelerini de göz önünde bulundurursak işin dramatik boyutu daha bariz bir şekilde ortaya çıkar. Tüm bu çatışmacı siyasal kültürün getirdiği bir diğer sonuç ise kendi mitolojisini yaratmasıdır. Mitolojiler ise daha çok tanrıları, kahramanlıkları ve doğaüstü varlıkları kendilerine konu olarak seçmişlerdir. Bu safhaya varan çatışmacı bir siyasal kültürden çıkıp yeniden makul ve rasyonel bir siyasal stratejiye geçmek pek kolay değildir. Çünkü biri son derece rasyonel, gerçekçi ve çözüm odaklıdır, diğeri ise ideoloji odaklı, soyut, mitolojilerden beslenen ve sorun odaklıdır. Varlığını ancak sorun var oldukça sürdürebilir. Türkiye gibi çatışmacı bir siyasal kültürün hakim olduğu bir ülkede her zaman siyasal mitler ve ideolojik saplantılar çok daha belirleyici olmuştur. Kılıçdaroğlu bunun farkında ve onun analitik kapasitesinden bahsederken işte bundan bahsediyoruz.

Kılıçdaroğlu’nun sıkça telaffuz ettiği "adım adım örmek" aslında yeni bir siyasal kültürün oluşturulmasından ibaret. Sürekli olarak "siyasi ahlak yasası"ndan bahsetmesi ise yeni bir siyasal kültürün hukuksal alt yapısını oluşturma çabasıdır. Liyakatsizliğin politik ekonomisi ancak böyle bertaraf edilebilir. Ağır çatışmacı kültürü aşmak için HDP'sinden MHP'sine, muhafazakarlardan sola yukarıda örnekleriyle belirttiğimiz Kılıçdaroğlu’nun bu uzlaşma stratejisi- İngilizce deyimiyle "strategy of deconfliction and appeasement" şimdilik pek anlaşılmıyor ama ileride bu cinnet hali sağ salim atlatılırsa, bunun Türkiye için ne kadar yaşamsal olduğu ve tarihi değeri çok daha iyi anlaşılacaktır. Kılıçdaroğlu gibi derin, analitik ve geniş bir stratejik perspektife sahip liderler genellikle siyasal stratejilerini hayata geçirdikleri dönemde çok anlaşılmazlar. Anlaşılmaları ancak belirli bir zaman geçtikten, somut bazı sonuçlar elde edildikten sonra mümkün olur. Bu hemen hemen bütün ülkelerde böyle olmuştur.

EKONOMİ VE SOSYAL POLİTİKALARDA DA DENGE PEŞİNDE

Türkiye’nin yukarıda değindiğimiz siyasal ve kültürel açmazlarını, bölgesel arası eşitsiz gelişme, gelir adaletsizliği, kadın ve eğitim politikalarında da görmek mümkün. “Türkiye’de bölgeler arasında ciddi bir gelir dağılımı sorunu var. Van’ın da içinde bulunduğu TRB2 bölgesinde Van, Muş, Bitlis ve Hakkari’de kişi başına düşen Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) yıllık 3 bin 500 dolar. Buna karşın Marmara’da kişi başına düşen GSMH ortalama 24 bin dolar. Türkiye ortalaması ise 10 bin 500 dolar. Biz bu ortalamanın yüzde 25’i seviyesindeyiz" ( Van Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Necdet Takva, Nisan 2015).

Bunun yanı sıra Türkiye İstatistik Kurumu 2015 verilerine göre Türkiye Avrupa ülkeleri arasında gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülke. (1)

Epey uzun bir makale olduğundan Kılıçdaroğlu’nun ekonomi ve sosyal politikalarda da bir denge politikacısı olduğunu bir iki cümleyle iddia etmek abartı olmaz. Asgari ücretin yükseltilmesi, taşeron işçiliğe son verilmesi gibi sendikaların ve çalışan sınıfın acil taleplerini dile getirirken diğer taraftan üretim ekonomisi ve teşvik politikalarıyla sermaye sınıfının ihtiyaçlarını da gözardı etmiyor.

Hesap uzmanı olmasından mı geliyor bilemem ama bir Kılıçdaroğlu profili çıkarmak isteyen için ilk göze çarpan, Kılıçdaroğlu’nun tepeden tırnağa bir denge politikacısı olduğudur. Bu yönüyle biraz sıkıcıdır da Kılıçdaroğlu. Fazla dengeci, rasyonel liderler insanların hülyalarına hitap edemezler. Ama Türkiye gibi bu kadar dengesiz ve çarpık gelişme gösteren bir ülkeye gereken politikacı tipi de Kılıçdaroğlu tipidir. Çünkü diğer siyasal varyasyonların hepsi denenmiştir şimdiye kadar. Sonuç ise kültürel olarak ayrışmış, siyasal olarak kutuplaşmış, kurumsal olarak çökmüş bir ülke.

Birkaç cümleyle özetlemek gerekirse, bu kadar ağır dengesizliklerin hakim olduğu bir ülkede, Kılıçdaroğlu bu dengeci özellikleriyle Türkiye’nin, yani ülkesinin antitezi gibidir. Zaten Türkiye yapısal birçok çelişkiye sahip. Aynı sorunların on yıllar boyu sürekli olarak kendini katlayarak yeniden ürettiği bir ülkeye gerekli olan da kendisinin antitezi olan politikalar ve politikacıdır. Bu yönüyle de Kılıçdaroğlu ilginç bir siyasal figürdür.