Üniversite dediğin...

Binaları kırmızı halılarla donatmak elbet kitap ve dergi satın almaktan önemli. Konferans ve kongre düzenlemek? İşin mi yok, daha inşaat yapacak şirket yöneticileri!

Google Haberlere Abone ol

Ayşen Uysal*

DUVAR - Yıl 1991. Aylardan Eylül. Annem ve bir arkadaşımla Ankara yollarına düştük, zira yüksek bir puanla Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü kazandım o yıl. Annemler bırakıp döndü, ben adeta üzüntüden yurdun merdivenlerine yığıldım. Ne de olsa ilk defa aileden ayrılmanın verdiği bir hüzün ve iç sıkıntısı var. Öyle bir his ki, her şeyi bir anda bırakıp gitmeye hazırsın. Aklım İzmir’e dönmekte. Bıraksam okulu önümüzdeki sene nasıl olsa Dokuz Eylül Hukuk Fakültesine rahat girerim diye düşünüyorum o günlerde. Oysa hem aileme hem de çevremdeki herkese göre Mülkiye’ye girmiş olmak müthiş bir başarı ve gurur kaynağı, dönmek olmaz.

Bu duygular içerisinde ertesi gün Cebeci’ye gittim. O ilk günlerin şaşkınlığını unutamam. Ders programını buluyorum, ama çok da anlamıyorum, programı anlasam dersliği bulamıyorum... Öyle çaresizlik içinde dolaşırken yolum bugün meslektaşım demekten gurur duyduğum Evren Balta ile kesişiyor. Evren de o yıl Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü kazanmış. O herhangi bir çekingenlik yaşamıyor, zaten Ankara’da yaşıyor olmanın bir rahatlığı var üzerinde. Evren’in rehberliğinde ilk dersimize giriyoruz; iki bölümün ortak dersine. Dört yıllık lisans eğitimim boyunca gireceğim onlarca dersin ilkine. Ne çok öğrendim o sıralarda. Sadece bilimsel bilgiyi değil, hayatı, dostluğu, dayanışmayı, ahlakı, sorumluluk duygusunu ve en çok da memleketi mesele yapmayı.

Ders anlatma ahlakı diye bir şey olduğunu orada öğrendim mesela. Tıpkı, tam tersini, o ahlakın olmamasının sonuçlarının neler olabileceğini Dokuz Eylül Üniversitesi’nde öğrenmem gibi. Birini üç düzeyde (lisans, yüksek lisans ve doktora) öğrenci olarak, diğerini öğretim üyesi olarak deneyimledim. Mülkiye’de ders saati kısıtlaması olmadan ders yapmayı, her ders kapsamında çok sayıda kitap okumayı, ne kitap sayısından ne de kitapların fiyatından şikayetçi olmamayı öğrendim.

Hocalarımın en yakınlarının cenazelerinden çıkıp sorumluluk duygusuyla derslerini vermeye geldiklerini gördüm. Dört yıl boyunca kendilerinin yerine araştırma görevlilerini derslere gönderdiklerine hiç tanık olmadım (bazı araştırma görevlileri dersimize girsin diye yollarını gözlerdik o ayrı). Düşüncelerimi rahatça ifade edebilmeyi, araştırmayı, soru sormayı, kitaplarla dostluğumu pekiştirmeyi (kitap sevgimi babama ve ilkokul öğretmenim Şaziye Keçeli’ye borçluyum) hep Cebeci’de öğrendim. Sorbonne Üniversitesi’nde ikinci yüksek lisansıma başladığım yıl (1999), siyaset sosyolojisi dersimize giren Jacques Lagroye, “Etienne de La Boétie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’ini kim okudu” diye sorduğunda, sınıfta tek okuyan olma gururunu bana yaşatandır Mülkiye.

Zaman ve ülke şartları kurumları da insanları da çok yıpratıyor, o nedenle KHK ihraçlarından, yani büyük tırpanı yemeden önce de Mülkiye halen böyle miydi bilmiyorum. Onun değerlendirmesini başkaları yapar. Ben başka yerlerin hiç öyle olmadığını deneyimlediğimi söyleyebilirim ancak. 2005 yılında Türkiye’ye döndükten sonraki deneyimlerim bana üniversitenin ne olmadığını alenen gösterdi. Birkaç noktadan hareketle içimi dökeceğim.

Her şeyden önce, bir kurum üniversite olmayınca orada bilimsel araştırma da olmaz. Kendince çabalayan tekil örnekler vardır sadece, yoksa bir araştırma kapasitesi ve kültürü yoktur. Bilimsel araştırmanın temeli olan yöntem bilinmez mesela. Yöntem dersi koydurmak için yıllarca uğraşmak zorunda kalırsın. İnsanüstü çaba harcarsın, birkaç kişiye bile olsa bilimsel araştırmanın ne olduğunu öğretmek için. Birlikte çalışmak zorunda bırakıldığın bazı insanlar “bilimsel araştırma nasıl yapılmaz” konulu ders anlatımlarına örnek teşkil ederken...

Bu üniversite olmayan binalarda ders yapıldığı da nadir görülür. Her fırsatta ders yapmamak temel ilkedir. Yapılınca da bir saati geçmez zaten. Orada da ya gezip gördüğün yerlerin fotoğrafları gösterilir ya dedikodu yapılır ya da çocuklarının “başarıları” hikaye edilir. Ya da en fazla bir kitap paragraf paragraf okutturulur. Ders ahlakı bundan ibarettir. Dersi asiste eden araştırma görevlilerini dersin hocası sanan çok sayıda öğrenci mevcuttur, zira dersin hocasını hiç görmemiştir. Durum buyken, bilimsel bir toplantıya gitmeye kalktığınızda önünüze bin bir engel koyarlar. Doğru ya, ne olacaktır dersler? Bu engellerin de sadece gerçekten bilimsel olan toplantılara gidenlerin önüne konulduğunu belirtmeye gerek yok herhalde. Yoksa gezi mahiyetinde olduğu müddetçe bölüm bile boşalabilir, orada sorun yok elbet. Arada kulağına fısıldanır “bir kere onu da götür yurtdışına, hiç sorun çıkarmaz bir daha”! Zira mesele bundan ibarettir!

Henüz yüksek lisans öğrencisi iken başka bölümlerden, başka fakültelerden, hatta başka üniversitelerden dersler alabiliyorken, bu binalarda bölüm dışı ders almak ne mümkündür! Ya bölüm hocasının dersi açılmazsa! Ya öğrencinin gözü açılır da bu işin böyle olmayacağını görürse! Kendisini ders ücreti üzerinden var eden bir yapıda geriye hiçlikten başka ne kalır sonra!

Bir de disiplinlerarasılık tartışması var. Kamu Yönetimi Kamu Yönetimcilerinindir elbet! Sosyoloji de sosyologların! Aksi düşünülebilir mi? Bazı bilim kurumları düşünmüş ve çözmüşler bu sorunu on yıllar önce. Pierre Bourdieu Collège de France’daki dersinde, bırakın sosyal bilimleri, fen bilimleri ile sosyal bilimlerin nasıl ilişki halinde olduğunu/olması gerektiğini anlatırdı saatlerce. Ben 2001’de dinledim. Üzerinden 16 yıl geçtikten sonra bile bazılarına disiplinlerarasılık diye bir şey olduğunu anlatamadım/k. Üniversite tabelası asmış çoğu binada işler maalesef böyle yürüyor.

Bir de bu binaların “yöneticileri” var. Bir yandan devlet dairesi misali, emir kulları bunlar, diğer yandan çoktan iflas etmiş bir şirketin CEO’ları. Ancak bu CEO’lar iflasın farkında değil. Devlet dairesi olmak ile şirket olmak arasında aslında çok da fark yok burada. Zira, Weber’e kulak verirsek, devlet de şiddet tekelini elinde bulunduran bir şirket nihayetinde. Bu batmış şirketlerin yöneticilerinin de özellikle son bir yıldır tek işi, devletin baskı ve şiddetini cisimleştirmek. Hukuksuz soruşturmalar, açığa almalar, KHK’lar için hazırlanan listeler, vs.

Onlar “emir eri” olarak her istenileni yapmaya hazırlar, ancak yine de onlara güvenmeyen bir iktidar var. Ağızları ile kuş tutsalar yine de kendilerine yönelik bir güvensizlik hakim. O nedenle her yaptıkları izleniyor ya da onlar izlendiklerini düşünerek hal ve hareketlerine çekidüzen veriyorlar. 12 Eylül dönemini anlatan Uçurtmayı Vurmasınlar filmindeki ünlü sahne gibi: işi yapıp yapmadıklarını kontrol eden, onları kontrol edip etmediklerini denetleyen, vs. birileri var arkalarında. 12 Eylül’den bu yana teknoloji çok gelişti tabii. Artık gözetleme ve denetleme daha farklı yollarla yapılıyor: ortam dinlemeleri var. Ortam dinlenmiyorsa bile onlar dinlendiğine kendilerini inandırmış, ona göre hareket ediyor ve konuşuyorlar! “Sakıncalı” addettikleri kişileri çok gerekince WhatsApp üzerinden arıyorlar ki, maazallah dinlemeye takılıp koltuklarını kaybetmesinler.

Bizim bu CEO’larla da öteden beri hiçbir ortak noktamız yok aslında. Bu insanların bilimle uzaktan yakından ilgileri yok; hatta bir çoğunun bilime alerjisi bile var. Öyle ki, bilimsel faaliyet için bir yerlere gideceklere bin bir zorluk çıkarırken, evine misafir geldi ya da fakültede kahve eşliğinde dedikodu yapacak diye dersini yapmayanları başının tacı bile yaparlar. Dersleri yıl boyu araştırma görevlileri mi vermiş, o konuda en ufak bilgisi olmayanlar mı vermiş, umurlarında değildir.

Öğretim üyesi derse girmiş ama dönem boyunca bir şey anlatmamış ise bu tercih nedenidir; ya anlatıp da öğrencilere bir şeyler öğretse! Al başına işi! Yayın ve araştırma onlar için üniversitenin reklamını yaparken kullanabilecekleri salt birer istatistik. Kitap, dergi? Binaları kırmızı halılarla donatmak elbet kitap ve dergi satın almaktan önemli. Konferans ve kongre düzenlemek? İşin mi yok, daha inşaat yapacak şirket yöneticileri! Anlayacağınız üniversiteyi duvara, görkemli kapılara ve halılara indirgemekte beis görmez bu CEO’lar. Bilimsel afişlerin yerini kişisel gelişim seminerlerinin afişleri alır. Şirket için o elzemdir zira.

Manzara bu kadar acı. Ve üniversite dediğin salt bir tabeladan ibaret aslında...

*Prof.Dr. Ayşen Uysal / Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü