Sıra insan hakları savunucularına geldiğinde...

Ülkemizde insan hakları savunuculuğu ne yazık ki ne iç hukukumuz ne de uyulması gereken uluslararası düzenlemeler çerçevesinde korumadan yararlanamamaktadır. Son gözaltılar ve bu süreçte yaşadıklarımız, insan haklarını savunmanın bir hak değil adeta bir "terör faaliyeti" olarak nitelendirildiği hatta “kahrolsun insan hakları” söylemleri ile adeta şeytanlaştırıldığı bir süreci hızla tırmandırmaktadır. İnsanın, kendini inkarı olan bu söylemlerin ve anlayışların bizi götüreceği yer karanlık bir kuyudur.

Google Haberlere Abone ol

Şenal Sarıhan

“Benim Kabem İnsandır.”

5 Temmuz 2017 günü, Büyükada’da bir insan hakları toplantısı basılarak, o sırada otelde bulunan farklı insan hakları kuruluşları üyesi on kişi gözaltına alındı. İnsan hakları alanındaki çalışmaları nedeni ile kamuoyunca bilinen isimlerden oluşan bu kişilerin alınış nedeninin “bir ihbar” olduğu ifade edildi. Gözaltına alma işlemi Büyükada Emniyeti’nce gerçekleştirildi. Haberi “Adalet Yürüyüşü” sırasında avukat arkadaşlardan öğrendim. Onlar, gözaltı işleminin savcılık emri ile olmadığını ifade ettiler!

İnsan hakları savunuculuğu zor bir iştir. Özellikle bizim gibi ülkelerde. Bilindiği gibi, insan hakkı ihlalleri devlet kaynaklıdır. İnsan hakları savunucusu, ihlal edenin değil, insan hakkı ihlal edilen bireyin yanındadır. Doğal olarak, insan hakları savunucusu ihlal edenden değil, ihlale uğrayandan yanadır. Ve bu durum, kendiliğinden bir karşıtlığı ifade eder. Bu karşıtlık, özellikle keyfi yönetimlerin uygulandığı ülkelerde, insan hakları savunucuları, rejim karşıtı gibi gösterilerek, toplumla arası açılmaya çalışılır. Hatta, iktidardan yana çevrelere hedef olarak gösterilir. Ne yazık ki geçmişte, çok sayıda insan hakları savunucusunun yaralandığı ya da öldürüldüğü veya cezaevine kapatılarak, yıllarca tutuklu olarak kaldıkları anılarımızdadır. Ancak, insan hakları mücadelesi ve ona dayanarak biçimlenen hukuk sistemi, bireyle devlet- iktidar arasındaki sözleşme olan anayasa ve yasaları düzenlerken bireyin temel hak ve özgürlüklerini, devletin güvencesi altına alan ve bu konuda devlete yükümlülükler getiren bir hukuk sistemine doğru evrilmektedir. Bu gelişme, devletler düzeyinde insan hakları savunucularına ilişkin uluslararası ve ulusal alanda çeşitli korumaları da sağlamış bulunmaktadır.

Bundan 23 yıl önce kaleme alınan Budapeşte Bildirgesi’nde; insan haklarını savunmanın evrensel bir hak olduğuna vurgu yapılarak, bu hakkın kullanımı için emek harcayan insan hakları savunucularının korunmasının da önemli bir ihtiyaç olduğu belirtiliyordu. Temel insan hakları belgelerinde bu korumaya ilişkin dolaylı atıflar bulunmasına karşın, ayrıntılı bir düzenleme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1998 tarihinde "İnsan Hakları Savunucularının Korunması Bildirgesi" adıyla kabul edildi. Bildirge, insan hakları ve temel özgürlükleri koruma ve geliştirme sorumluluğu ve görevinin devletlere ait olduğunun altını çizerek, hak savunucularının (birey ya da kuruluşlar) korunması görevini de devletlerde olduğunu belirtti.

Daha sonra saptanan İnsan Haklarının Korunmasına İlişkin Kılavuz İlkelerde ise "savunucuların belirli risklerle karşılaşması halinde yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde spesifik ve gelişmiş korumaya muhtaç olduğu" belirtilerek, herhangi bir saldırı karşısında devletin etkili soruşturma yapması gereğine işaret edilmektedir. Hak savunucusu, haksızlığı yapanın misillemesinden, keyfi gözaltı ve yargı baskısından korunacaktır.

Kılavuzun ”Savunucuların “Özgürlük, Güvenlik ve Onurları” başlıklı bölümünde:

“Devlet kurumları ve görevlileri, insan hakları savunucularını ve ailelerini hedef alan tehdit yoluyla gözdağı verme veya misillemede bulunma, mala zarar verme veya imha etme, fiziksel saldırılar, işkence ve diğer kötü muameleler, öldürme, zorla kaybetme veya diğer fiziksel veya psikolojik zarar verme gibi her türlü eylemden kaçınmalıdır……. Kamu otoriteleri bu türden eylemleri kamuoyu nezdinde kınamalı ve bu eylemlere karşı sıfır tolerans politikası uygulamalıdır.” denilmektedir.

Aynı bölümde “Yargısal taciz, suçlu sayma, keyfi gözaltı ve tutuklamalarla mücadele” ara başlığı altında ise:

İnsan hakları savunucuları, insan hakları alanındaki çalışmalarından dolayı hukuksal dayanağı olmayan adli ve idari işlemlere veya adli ve idari otoritenin istismar edildiği diğer işlem türlerine, suçlu sayma, keyfi gözaltı veya tutuklama ve başka tür yaptırımlara maruz bırakılmamalıdır. İnsan hakları savunucuları tutukluluğun veya kendilerine uygulanan diğer yaptırımların kanuna uygunluğuna itiraz edebilmeleri için etkili başvuru yollarına erişebilmelidirler ”denilmektedir.

Kılavuzda altı çizilen bir diğer düzenleme ise, hak savunucularının “damgalama ve marjinalleştirilmelerinin” önlenmesidir. Devlet, kendi eylem ve işlemleri ile bu olumsuzluğa neden olmamalıdır.

Yukarıda sunduğumuz düzenlemeler ışığında bugün yaşadıklarımıza baktığımızda, devlet yetkililerinin bu gözaltı hakkında şimdiden yargıya vardığı ve yapılan açıklamalarla adeta yargısız infazın gerçekleştiği açıkça görülebilmektedir. Ülkemizde insan hakları savunuculuğu ne yazık ki ne iç hukukumuz ne de uyulması gereken uluslararası düzenlemeler çerçevesinde korumadan yararlanamamaktadır. Son gözaltılar ve bu süreçte yaşadıklarımız, insan haklarını savunmanın bir hak değil adeta bir "terör faaliyeti" olarak nitelendirildiği hatta “kahrolsun insan hakları” söylemleri ile adeta şeytanlaştırıldığı bir süreci hızla tırmandırmaktadır. İnsanın, kendini inkarı olan bu söylemlerin ve anlayışların bizi götüreceği yer karanlık bir kuyudur. O kuyuya düşmemek için yine de insana sarılmak zorundayız. Haklarını bilen ve haksızlığa karşı direnen insana… "Adalete"… Bir gün elbet gelecek olan adalete. Sıra insan hakları savunucularına geldiğinde insanlığımızı daha çok anımsayarak…

CHP Ankara Milletvekili