Bir kongreye gidememenin ardından

Nasıl ağır bir duygusal tahribat anlatamam. Durduk yerde değil bu kaygılar elbet. Bir Barış Bildirisi imzacısı arkadaşımızın yurtdışında konferanstayken yakalandığı KHK neticesinde 3-5 günlüğüne gittiği Almanya’dan bir daha dönememesinin, onlarca, yüzlerce KHK mağduru imzacı arkadaşımızın yurtdışına çıkamamasının yarattığı derin tahribatın eseri tüm bunlar...

Google Haberlere Abone ol

Ayşen Uysal

Eğer her şey yolunda gitseydi 7 Temmuz, geçtiğimiz Cuma sabahı Paris’e gitmiş, bugün bu saatlerde de Paris-Montpellier arasını trenle kat ediyor olacaktım. Evet her şey normal olsaydı ve biz Türkiye gibi bir ülkede yaşamıyor olsaydık, ben 2000’li yılların başından beri düzenli katıldığım Fransız Siyaset Bilimi Kongresi için seyahatte olacaktım. Pazartesi ve Salı günü iki konuşma yapacak, Salı akşamı da bir uluslararası proje toplantısına katılacaktım. En az altı ay önceden programı şekillenmiş, uçak, tren, otel ve kongre kayıt masrafları aylar önce ödenmiş ve hatta 5 Haziran’da görevlendirmesi yapılmış ve “yurtdışına çıkmasında sakınca yoktur” belgesi bile verilmiş bir seyahat bu. Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Adnan Kasman’ın benimle birlikte 10 arkadaşımı açığa alması ve ardından Türkiye bürokrasisinden beklenmeyecek bir hızla pasaportlarımızı iptal ettirmesiyle gerçekleşemeyen bir iş seyahati...

Ne yalan söyleyeyim, Perşembe akşamı pasaportla ilgili gelişmeleri öğrendiğimizden beri çok hüzünlüyüm, melankoliğim. Fransa’ya gitmek benim için herhangi bir seyahat değil, bir tür memlekete gidememe hali gibi. İlk defa 1999’un Ağustos ayında gittim Fransa’ya. Milli Eğitim Bakanlığı bursunu aldım ve yüksek lisans yapmaya gittim. Sonra doktoramı da orada yaptım. Sorbonne’da eğitimimi sürdürdüğüm yıllar boyunca toplam 6 yıl kesintisiz yaşadım Paris’te. 2005 Temmuz’unda döndüm Türkiye’ye ve o tarihten beridir de düzenli gider, dersler, konferanslar veririm. Her yıl neredeyse birkaç ayımı Fransa’da geçiririm. Mesela geçtiğimiz yıl verdiğim dersler nedeniyle 3,5 ay kaldım Paris’te. En yakın arkadaşlarım, dostlarım ve dostlarımın adeta kendi çocuklarım gibi olan kızları, oğulları var bu ülkede. 1999’dan beri, dile kolay, 18 yıldır anılar biriktirmişim, kah ağlamışım, kah gülmüşüm ama en çok da öğrenmişim. Sadece bilimsel öğrenmeden bahsetmiyorum, hayatı öğrenmişim, paylaşmayı, dostluğu, yaşama bambaşka bakabilmeyi... O kadar bağlanmışım ki bu ülkeye, Fransa’ya gidememek benim için sürgünde yaşamak gibi; nasıl Fransa’da yaşasam ve Türkiye’ye gelemesem sürgünde olacaksam öyle...

15 Temmuz ertesinde yurtdışına çıkışa getirilen çeşitli sınırlamalar ve engellerle birlikte tam bir yıldır kabusum olmuş her gidiş gelişim. Her defasında uçağa binene kadar gidebileceğinden emin olamamak, ama diğer yandan evden çıkarken evine son defa vedalaşır gibi bakmak ve gitmeyi başardığın takdirde döneceğinden emin olamamak... Nasıl ağır bir duygusal tahribat anlatamam. Durduk yerde değil bu kaygılar elbet. Bir Barış Bildirisi imzacısı arkadaşımızın yurtdışında konferanstayken yakalandığı KHK neticesinde 3-5 günlüğüne gittiği Almanya’dan bir daha dönememesinin, onlarca, yüzlerce KHK mağduru imzacı arkadaşımızın yurtdışına çıkamamasının yarattığı derin tahribatın eseri tüm bunlar...

Fransa’ya gidememek benim için, José ve Anouk’u, Dorian’ı ve Kerem Ulaş’ı görememek, onları çizgi filme götürememek, Yasmine ve Hélène ile dost sohbetleri yapamamak, Michel Offerlé’nin “bu evde kadınlar mutfağa giremez!” diyerek kendi elleriyle hazırladığı müthiş yemekleri yiyememek, Julien ve Ana’nın sımsıcak misafirperverliklerinden, o güzel gülüşlerinden ve Julien’in takılmalarından mahrum kalmak, Cécile ile Fransız sağını ve solunu eski bir dostluğun samimiyetinde tartışamamak, David, Sophie ve Lilian’ın Lyon’da kucak açan davetlerine icabet edememek, her birinin adını sayamayacağım onlarca arkadaş ve dostla bir yudum kahve eşliğinde söyleşememek, muhteşem öğrencilerimle tartışamamak, sokaklarda şarkı söyleyerek özgürce yürüyememek, dünyayı daha iyi kavramama olanak tanıyan yüzlerce filmin gösterildiği Paris sinemalarına soluksuzca dalamamak, kısacası nefes alamamak demek... Fransa’ya gidememek, salt bir kongreye gidememek değil, dostlardan ve yaşamdan koparılmak demek!