Scorsese, sessizlik ve direniş

Sessizlik özneyi muhafaza edebilmemiz için kıymetli bir direnişi içinde mayalandırabilir. Otoriter bir rejimde bu mayalanma sürecini pamuklara sararak korumamız da gerekir. Ama o mayanın tutması, gerektiğinde sessizlikten vazgeçmeyi bilmemize de bağlı: eski hafızamızı tazelememize ve sürekli yanımızda-yöremizdekileri ötekileştirmekten kaçınarak dikkatli ve nazik, yan yana ve birlikte yürümeyi biz çok iyi biliriz, bunu hatırlamamız gerekiyor bugünlerde.

Google Haberlere Abone ol

Buket Türkmen

“Sükut ikrardan gelir”.

Her zaman ve her durumda sükut ikrardan mı gelir peki? Sesini susmazsan başına gelecekler değil sadece, sevdiklerinin başına gelebilecekler korkunç ve zalimce ise, sustuğunda sessizliğin hala ikrar mıdır? Peki sessizlik böyle bir durumda zulme boyun eğiş midir?

SCORSESE: AVUÇ İÇİNDE SAKLI ÖZNELLİK

Scorsese’in “Sessizlik” filmi Hristiyan misyonerlerin 17'nci yüzyılda Japonya’da yaşadıkları şiddet ve baskıyı anlatıyor. Film boyunca Japon imparatorluk görevlilerinin Hristiyan rahiplerin öğretisini benimseyen köylülere nasıl işkence yaptıklarını, rahiplerin Hristiyanlaşmış Japon köylülerin yaşadığı bu eziyetler karşısında vicdan azabı ve Hristiyan sorumlulukları arasında bir tür çarmıha gerilme yaşamalarını kalbimiz sıkışarak izliyoruz. Diğer taraftan filmde batılı misyonerlerin gizli kolonyalist eğilimleri de ince şekilde sorgulanıyor. Hristiyanlaştırma çabaları ne ölçüde Japon kültürüne saygısızlık etmek, ne derece “halkı kurtarma” çabasıdır? Hikayede kimin sömürgeci ve baskıcı, kimin özgürlükçü ve bağımsızlıktan yana olduğu meseleleri birbirine karışıyor, rahip ile imparatorluk görevlisi arasında geçen diyaloglarda. Kimin aynasından bakarsanız karşıdaki özgürlük ve bağımsızlığa saygısız gibi görünüyor. Barbarlığın ve şiddetin tam olarak hangisi tarafından uygulandığı, kimin aslında medeni olduğu meselesi de bu karmaşada sorgulamalardan payını alıyor. Japon İmparatorluk görevlisi, en medeni tavrı ile Hristiyan rahibe ne cüretle bu kadar uzaktaki halklara doğru-düzgün anlaşılamayan kendi Tanrısını benimsetmeye kalktığını soruyor. “Burada sizin tanrınız biraz tuhaflaşıyor” diyor, kilometreler öteden gelen o kelamın, Japon gelenekleri ile karşılaşınca rahibin öğretisi olarak sabitleştiğinin ve rahibin neredeyse putlaştığının altını çiziyor. Bu “medeni” konuşmanın hemen akabinde rahibe Hristiyanlaştırdığı köylülere yaptıkları işkenceleri seyrettiriyor. Rahip, halka yapılan işkencelere tanık oldukça o işkencelerin kendisine yapılması ve masum halkın rahat bırakılması için yalvarıyor. Ama imparatorluk görevlisi sanıldığından çok daha uzak görüşlü düşünüyor: “Size işkence ederek öldürürsem öğretiniz sonsuza dek direnir bu topraklarda. Siz kendiniz öğretinizden vazgeçerseniz halkı bu işkenceden kurtarmış olursunuz.” Bu uzak görüş, tartışmasız şekilde işlevseldir de: işte o zaman sarayın görevlilerinin halkı ikna etmesine gerek kalmayacaktır. Ortada bir rahip kalmazsa öğreti de kalmayacak, halkın da direniş sebebi ortadan kalkacaktır. Zira imparatorluk görevlisi bir noktada haklıdır: yarıda kalmış Hristiyanlaştırma işlemi yüzünden, öğreti rahibin/liderin öğretisi olarak kalmış, Hristiyanlık değerleri halk tarafından içselleştirilememiştir. Rahibin/liderin bu topraklardaki varlığını sona erdirmek yetecektir Hristiyanlığı silmek için, ama bu onu öldürmekten değil, direnişinden vazgeçirerek boyun eğdirmekle mümkündür ancak. Öyle de olur. İlk rahip tamamen boyun eğmek zorunda kalır halkın işkenceden geçmesi karşısında, kutsal emanetlerin hepsini ayaklarının altında çiğner halkın gözünün önünde, ve tam bir tövbekar Budist rahibe dönüşür. Yıllar sonra onun peşinden kendisini aramaya gelen ikinci kuşak rahipler, onu imparatorluk tapınak rahiplerinden biri olarak bulurlar. Bir süre sonra onlar da aynı yoldan geçip aynı yerlere varmak zorunda kalırlar. Halkın içinden bir küçük azınlık köylü ise ilk başlarda gizlice umutsuzca ve gizlice yarım-yamalak yaşamaya çalışır Hristiyanlığı, ve arkadan gelen rahiplerle kiliseyi tekrar canlandırmaya heves eder. Ancak sonunda ikinci kuşak rahiplerin de “yok edilmesi veya boyun eğdirilmesi” ile tamamen Hristiyanlık unutulur. Huzur içinde herkes yaşayıp-gider imparatorluk içinde.

Ama imparatorluk görevlileri huzursuzdur. Bir türlü inanamazlar asimile olan rahiplerin içtenliğine. Sık sık sınavdan geçirirler onları, tekrar sınarlar Hristiyan duyarlılıklarını. Ama asimilasyon tamamdır, hiçbir şey bulamazlar... Ve ilk rahip uzun yıllar boyunca bir Japon olarak sürdürdüğü yaşamının sonunda ölür. Oranın geleneklerine uygun şekilde yakılacağı düzeneğe yerleştirilir bedeni, alevler içinde görürüz onu ve kamera yakın çekim yapar ellerine... Avucunun içinde gizlenmiş küçük tahta haçı o zaman görürüz alevler içinde...

OTORİTER REJİM VE SAĞIR EDİCİ SESSİZLİK

Biz bu ve benzeri hikayeleri çok iyi biliriz kendi topraklarımızda... Avuç içlerinde, sandıkların dibinde bulunan küçük haçlarını biliriz “Müslüman babaannelerimiz”in... Ama konuyu asimile edilen Hristiyanlık ile sınırlı göremedim filmi izlerken, elimde değil. Her film ve roman, içinde yaşadığımız dönemin merceğinden alımlanır ne de olsa. Orada çok daha evrensel bir hikayeydi galiba izlediğimiz. O sebeple ismi çok iyi konmuş bir filmdi: “Sessizlik”. Sessizliğin anlamı üzerine bir filmdi izlediğimiz, sessizliğin taşıdıkları üzerine.

Film, özellikle ifade kanallarının daraldığı rejimlerde yaşayan insanlar için önemli sorular soruyor: sessizlik boyun eğme ve kabullenme midir? Sessizliğin ve susmanın her zaman boyun eğme olmadığını en iyi otoriter rejimler bilir. Susan ve boyun eğenden en fazla onlar şüphe eder, hatta korkarlar. Zira bütün kendini ifade kanallarını yok ettiğini bilir böyle iktidarlar, baskı altına aldıklarının boyun eğişi onları ikna etmez. “Bizden nefret ediyorlar” paranoyası bu baskı rejiminin motoru olur. Homi Bhabha der ki (1), bu kimlik-kurucu “bizden nefret ediyorlar” fikrinin paranoyak olması, gerçek bir olguya dayanmadığı anlamına gelmez. “Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyorlar: Tanıklıklarını çürütülmez kılan da bu” diye açıklar bu durumu Sartre (2), sömürgeci iktidarın şiddetini çözümlerken. Herhangi bir baskı rejiminde de kurbanların durumu aynıdır: kendi yaralarından tanırlar iktidarı. İktidar da bilir o yaraları, ve bundan rahatsızdır. O yaraların sessizliği getirmesidir aslında muhalefet ve direnişi susturmak isteyen iktidarın sorunu: yaraların nerede olduğunu çok iyi bilir gizlenseler de ve yaralarını sessizce yalayan o sakin görünüşlü kedilerin tırmıklarının olduğunu da bilir zararsız pofidik patilerinin içinde. Direnişin susması ve yok olması, baskıcının tedirginliğini azaltmaz. Baskı azaldığı anda ayaklanma yaşanacağından duyduğu korku, sessizliğin yayılmasıyla daha da büyür. Bu ise sessizliğe bürünmüş gruplar üzerindeki baskı ve şiddetin azalacağına çoğalmasına sebep olur. Sessizleşmiş kitleler, boşuna baskının sakinleşmesini, hayatın normale dönmesini beklerler. Oysa sürekli olarak sınava tabi tutulacaklardır. Zira bir ara direnmişlerdir ve bu direnişin hafızası lanetlemiştir onları yeni rejim altında. Onlar her daim direnebilirlikleri ile damgalıdırlar. Hafızası iktidarca silinmiş sokaklarında kentin, bir dönemin ayaklanmasının hayaleti dolaşır ve iktidara bağlı kitlelerin her meydana çıkışı, o hayaletle bir hesaplaşma, o hayaleti küçük düşürme, lekeleme ve alay etme ile maluldür (3).

Peki neden sessizlik? “Neden direnmiyorsunuz? Neden sessizce kabulleniyorsunuz artık başınıza gelenleri?” sorusunun ne tür bir zalimce soru olduğunu en iyi Hannah Arendt Kötülüğün Sıradanlığı’nda (4) tarihten örnek ile açıklar. Direniş imkanlarının sıfırlandığı Nazi iktidarı altında da baş kaldıranlar olur, dayanamazlar boyun eğişin zulmüne, ayaklanırlar... ve onlar aylarca ölmeden işkence görürler: nasıl ölümü arzular duruma geldiklerini ama asla öldürülmediklerini anlatırken Arendt, korku filmi izler gibi okuruz o birkaç cümleyi. İnsanlar, öznedirler esasen, ve patilerinin içine tırmıklarını sessizce sebepsiz yere gizlemezler.

İşte o direniş hafızasının lanetiyle iktidar da halk da bilir ki sessizlik, içinde bir öznenin gizli çığlığını barındırmaktadır. Sessizlik öznenin ölümü, “öznebozumu” değildir her zaman: eylem ile özne arasındaki köprünün rejim tarafından yıkılması ve öznenin bir türlü aktör olamaması, eylem kapasitesinden uzaklaştırılmasıdır burada söz konusu olan. O sebeple özne, sokakta haykıramaz, meydanlarda eyleme geçemez, direnişinin performansını sergileyemez. Suskunluğunda sloganları, durgunluğunda sokak eylemleri, sükunetinde öfkesi ve itirazları gizlidir, hayata geçirilmemiş potansiyelleri, iktidarın tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanır. Hayatta kalma çabası ile benimsenen uyumluluk, itiraz edilmediği anlamına gelmez. Sağır edici sessizlik, çözümlenmesi en güç mesajlarla yüklü olabilir.

TÜRKİYE'DE SESSİZLİĞİN SİNİZMİ

Bugünün Türkiye’sini anlamaya çalışırken de, sessizliğin sosyolojisini yapmayı öğrenmemiz gerekiyor. Hannah Arendt bize o yolu açıyor. Fakat bir kaygı içimizi kemiriyor yine de: alevler içinde yok edilirken avuçlar içine gizlenen minik haçlara kadar inebilir öznelliğin eyleme kapasitesi... Kalbimize gizlediğimiz öznelliğimizin kime ne faydası vardır hakikaten? Sessizliğin tehlikesi, öznebozumu potansiyeli taşımasından gelmez. Özne yine oradadır. Fakat öznelliğimiz sessizlik içinde gizlenirken (avuç içimize/evimize sakladığımız değerlerimiz, pofidik patilerimizin içine gizlediğimiz tırmıklarımız) birçok yoldaşımızın kurban edilmesine nasıl engel olabiliriz? Ruhunu satmamak önemlidir, evet. Kendine sadık olmak inanılmaz ahlaklı (ve bir yandan da konforlu, kabul edelim) bir şeydir. Ancak bize gerçekten ne yapıyor eyleme kapasitesi ile her buluşma olasılığına “kendine sadakat” bahanesi ile sinik bir burun kıvırma, fazla eleştirel bir itiraz ile yaklaşma tavrı? Sessizliğimiz boyun eğme değil, gizlice kendimize sadakat midir bazen? Fakat bunun barındırdığı tehlikelerin farkında mıyız?

Bugünün Türkiye’sinde sol muhalefetin sürekli olarak kendine sadakat ile bezeli eleştirel sinizm barındıran itirazlarının, eyleme kapasitelerinin neredeyse sıfırlanacağı bir rejimde, az bir eylem potansiyelini ancak birlikte yürümek, minimum müşterek değerler için beraber eyleme geçmekle hayata geçirebileceğimiz fikrine burun kıvırmayı yaygın bir refleks haline getirdiği gerçeğiyle belki de yüzleşmemiz gerekiyordur. Bu kendine sadakat temelli eleştirel sol sinizminin hepimizi sağır edici sessizliğin militan depresyonuna hapsetme tehlikesini içinde barındırdığını görebiliriz o zaman. Sokak, bütün bastırılmışlığına rağmen, her zaman hafızasını geri çağırır. Bizim sokaklarımızın yakın dönem hafızasında birbirinden farklı sloganlar birlikte ve yan yana atılırdı, o yakın dönemde yan yanayken en son düşünülen şey sessizlik, en az kaygı duyulansa sessizliğin bizi hapsedeceği depresif yalnızlıktı. Kendimize sadakatin eylemden bizi uzak düşürdüğü depresif sinizm değil, birlikte ve yan yana eyleme kapasitesiydi bizi güçlü kılan. Her türlü otoriter iktidarın en fazla korktuğu da muhaliflerin bu yan yana eyleme kapasitesidir.

Sessizlik özneyi muhafaza edebilmemiz için kıymetli bir direnişi içinde mayalandırabilir. Otoriter bir rejimde bu mayalanma sürecini pamuklara sararak korumamız da gerekir. Ama o mayanın tutması, gerektiğinde sessizlikten vazgeçmeyi bilmemize de bağlı, eski hafızamızı tazelememiz gerek: sürekli yanımızda-yöremizdekileri ötekileştirmekten kaçınarak dikkatli ve nazik, yan yana ve birlikte yürümeyi biz çok iyi biliriz, bunu hatırlamamız gerekiyor bugünlerde.

(1) Homi Bhabha, The Location of Culture, Routledge: 1994

(2) Jean-Paul Sartre, “Yeryüzünün Lanetlilerine Önsöz”, in Franz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Versus: 2007

(3) Bülent Küçük & Buket Türkmen (2017) “Müzakeresiz Kamusallık: Milli Cemaatin Yeniden İnşası Sürecinde Demokrasi Nöbetleri”, Toplum ve Bilim, 140: 181-214

(4) Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı Adolf Eichmann Kudüs’te, Metis: 2009