DTCF’nin sadece yüzüne bakmak 'Yıkıla Venedik' demek midir?

Ankara DTCF’nin orta bahçesini, çekirdeklerinin katlarıyla olan ilişkisini, katlarının/sınıflarının akademisyenleri ve öğrencileri ile bağını, girişindeki konferans salonu ve bunun kütle plastiğine etkisini, mekânın öğrenci ile olan bağını görmeksizin, önündeki yüzüne bakmak, olsa olsa bilmeden teknik direktörlük yapageldiğimiz futbol maçları yorumlarımıza benzer.

Google Haberlere Abone ol

Tanju Gündüzalp

Yılmaz Erdoğan’ın 2000’lerde, kendi bulunduğu zamanın koşul ve olanaklarından bakarak, 1980’lerin Yılmaz Güney filmlerine küçümser ve eleştirel yaklaşımını, bağlam olarak bir türlü kavrayamamıştım. Agresif dilin, şiddet üreten yaklaşımın alıcısı her gün mü artıyor, yoksa bu bir entelijensiya modası mı oldu?

1900’ün ilk 30 yılında Almanya, Japonya arasında mimarlığını yaşamış, 1’inci Dünya Savaşı (emperyalist paylaşım) sonrası, karamsar meslektaşları ve sanatçıları motive etmek adına silahlanma ve savaş karşıtlığı üzerinden, barış içinde sanat adına düşünce üretmeye çalışmış, Alman Nazizm’inden de Japon faşizminden dışlanıp Türkiye’ye gelmiş, dışavurumcu ve devrimci sanatı aramış, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin mimarı Bruno Taut.

Tasarım mimarın dili olmakla birlikte, bilgi, mekân, işlev, kullanıcı bağlamlarının bir ortak böleni olarak, bir kavrayışla yol alır. Estetik de, sadece bir yüzey (Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi cephesi) güzelliği/biçimciliği olarak addedilemez. Konumuz içinde yaşanabilen bir sanat ürünü olarak, mimarlık ve yapı yapma sanatı ise, mekanın kurgusu, kullanıcı (üniversite öğrencileri, akademisyenler, çalışanlar) ile işlevsel ilişkisi, kente dâhil oluşu, kentin toprağına katılımı ile bütünleşik bir yaklaşımdır.

1936’nın ideolojik ve toplumsal yapısı ile yeni şehir Ankarası’nın ana aksı Atatürk Bulvarı üzerindeki erken ve 2’nci dönem cumhuriyet yapılarında, kesinlikle ideolojinin izleri ve hükmü görülebilir, Batıcıl etkinin ve Osmanlı’dan miras kültürün kentsel (ama bazen eklektik) izlerine de mutlaka rastlarız.

Ama orta bahçesini, çekirdeklerinin (her bir yapının, merdiven, asansör gibi dikey iletişimini kuran yerleri) katlarıyla olan ilişkisini, katlarının/sınıflarının akademisyenleri ve öğrencileri ile bağını, girişindeki konferans salonu ve bunun kütle plastiğine etkisini, mekânın (ağırlıklı kullanıcı) öğrenci ile olan bağını görmeksizin, önündeki yüzüne (fasad, cephe) bakmak, olsa olsa bilmeden teknik direktörlük yapageldiğimiz futbol maçları yorumlarımıza benzer.

Kilise ve krallıklar Ortaçağı Avrupa’sının, Rönesans dışı binaları için de bu durumda, o çağın etkenlerini bilerek ya da bilmeyerek bir ideoloji ile ilişkisini çözümseyerek; “yıkıla Venedik, yıkıla Avrupa” hükmü vermek gibidir, işlevinden arındırılmış, kitlesiyle sınırlı “çirkin”i ölçüsüzce ve şiddet içerircesine yapıştırmak. İdeolojik ve eleştirel söyleyeceğini, mekânı yok varsayıp yapı tasarımı ve uygulaması üzerinden dile getirmek. 1930’lara bugünün aklıyla, sert ve gerilimli bir bakış fırlatmak.

1990’ın başlarında kullanılmaya başlayan (inşaat bitimi 1987) Ankara Adliye Sarayı, dönemin bu yapılarına (Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Zübeyde Hanım Meslek Lisesi, Ankara Olgunlaşma Enstitüsü, Ankara Radyoevi, Türk Hava Kurumu, Kültür ve Turizm Bakanlığı) saygı olarak 50 metre, Atatürk Bulvarı’ndan geride tasarlanmıştır, mimarı Yüksel Erdemir tarafından.

Kentte, mekânsal nezaket.

Bu bilgiler ışığında, dönemin ideolojisi ile varsa bir hesaplaşma gayretimizi de yok varsaymadan bakmak gerekir, kente ve yapıya.

“Bir masa, iki bank, üç güneşlik” konusuna girmemeyi yeğliyorum. Tasarımcı, yapıcı ve kent mobilyaları konusunda da konuşmak, bu tartışmayı uzatarak anlamsızlığı derinleştirebilir.