Corbyn’in gör dediği: Yenikapı mı, Adalet Yürüyüşü mü?

16 Nisan’dan sonra "sokak eylemlerinde yokuz" diyen CHP mi, yoksa "gayrimeşru olanı meşrulaştırmayacağız" diyen CHP mi? Kürt meselesinin çözümünde var olma iddiası taşıyan CHP mi, dokunulmazlıkları kaldıran CHP mi? Yeni orta sınıfların, Gezi gençliğinin, Türkiye’nin aydınlanmacı-ilerici birikiminin beklediği muhalefet mi, yoksa majestelerinin muhalefeti mi? Yenikapı mı, Adalet Yürüyüşü mü?

Google Haberlere Abone ol

Efe Savaş

İngiliz İşçi Partisi’nin Sosyalist eski tüfek Jeremy Corbyn liderliğinde elde ettiği beklenmedik seçim başarısı, yalnız İngiltere ile sınırlı olmayan ve doğru anlaşılabilirse Türkiye solunun da içinde bulunduğu ‘açmaza’ anahtar olabilecek sosyolojik bir olgunun sonucu olarak karşımıza çıktı. Yunanistan’da Syriza’yı yükselten, İspanya’da Podemos’u güç haline getiren, Amerika’da Bernie Sanders’a milyonlarca insanın oy vermesini sağlayan, Türkiye’de Gezi direnişini yaratan, kısa bir dönem HDP’yi ilerici siyasete umut kılan şey neyse Corbyn’e kazandıran da o. Yunanistan’da PASOK’u yok eden, İspanya’da ve Fransa’da “merkez solu” çökerten, Amerika’da Clinton’a kaybettiren, Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyasi denklemin etkisiz elemanına hüzünlü dönüşümüne neden olan neyse, “piçleştirilmiş” sosyal demokrasi-üçüncü yol’u tarihe gömen de aynı şey.

Zamanın ruhu; sınıf temelli, özgürlükçü, kendi ideolojik çizgileri konusunda net bir solu çağırıyor. Mesele ise bu çağrının sol tarafından ne ölçüde okunabildiği noktasında kilitleniyor. Son otuz yıla damgasını vuran neoliberal hegemonya kendi iç çelişkileri ile çöküyor. Bu çöküş karşısında sol, gerçekten sol olmayı başarıp, tepki koalisyonunu kurucu bir sınıf siyaseti ekseninde örgütlerse, bu tepki koalisyonunun ana unsuru olan gençlerin örgütlenme gücünden de yararlanarak hızla büyük toplumsal hareketler yaratabiliyor. Merkez solun bu tepkiyi örgütleyemediği durumlarda ise bir yandan sol içinde daha radikal alternatifler doğarken, öte yandan tepki koalisyonu neo-faşist partiler tarafından göçmen karşıtlığı ekseninde örgütleniyor ve aşırı sağ büyüyor. Yani neoliberalizmin kriz döneminde; solun kaderini ve alternatifin neo-faşizm olduğu düşünüldüğünde aslında Avrupa demokrasisinin geleceğini merkez solun uzun süre önce yakalandığı, adına ‘üçüncü yol’ denen ‘sağ sapmadan’ kurtulup kurtulamaması belirleyecek.

Nitekim Corbyn’in İşçi Partisi lideri seçildiği günden bu yana başarısız olacağını vaaz edenlerin başında, ‘sağcılar’ değil, ‘üçüncü yolcular’ geldi. 1990’ların ortasından günümüze Avrupa merkez soluna damga vuran ve nihayet ‘solun’ kapitalizmin yapısal krizleri esnasında sistem karşıtı sınıfsal tepkilerin doğal adresi olma vasfını yitirmesine yol açan ‘sağ sapmanın’ temel dayanağı yenilgi içgüdüsünden beslenen bir sosyolojik okumadır. Üçüncü yolculara göre; küreselleşmeyle birlikte bildiğimiz anlamda ‘işçi sınıfı’ erimiş, küreselleşen dünyada piyasa ekonomisi tartışılamaz bir gerçek olarak kökleşmiştir. Dolayısıyla artık neoliberalizmin temel kabullerini asla tartışmaya açmadan, ‘sınıf’ siyasetini tamamen terk ederek, eşitlik iddiasını, ‘fırsat eşitliği’ ne eviren bir ‘merkez siyasete’ yaslanmak sosyal demokrasinin tek iktidar şansıdır.

Solu ‘siyasetsizleştiren’ bu anlayış, Avrupa’da neoliberal hegemonyanın çatırdamasından kazananın göçmen karşıtı, yabancı düşmanı, neo-faşist partiler olmasının da en temel nedeni olarak karşımıza çıkıyor. Neoliberalizmin krizinin doğal sonucu olarak gelişmiş ülkelerde çok geniş bir “tepki koalisyonu” doğdu. Bu koalisyonun gerek ABD’de, gerekse Avrupa’da sınıfsal temelleri, gerek ‘koalisyonun’ bileşenleri gerekse bu bileşenlerin ortaya koyduğu talepler itibariyle açık. Küreselleşme ve neoliberal politikalarla birlikte düzenin ‘kaybedeni’ haline gelen gelişmiş ülkelerin yerleşik işçi sınıfı ve yeni düzende bir önceki jenerasyonun yakaladığı imkanların hiçbirine sahip olamadan hayata başlayan gençler yeni tepki hattının bel kemiğini teşkil ediyor.

Neoliberalizmin yarattığı derin dönüşüm nedeniyle sahip olduğu sosyal ve ekonomik hakları yitiren bu ‘tepki koalisyonunun’, neoliberalizmin krizinin giderek daha belirgin ve taşınamaz hale geldiği bu dönemde, akacağı mecranın normal şartlarda sosyal demokrat partiler olması gerekirdi. Ancak ‘merkez sol’ partiler, ‘üçüncü yol’ etkisiyle, neoliberalizmin temel kabullerine hizalandığı, dahası birçok ülkede neoliberalizmin nispeten ılımlı bir versiyonunun bizzat uygulayıcısı oldukları için geniş halk kitleleri tarafından, kaybettiren ‘sistemin’ en az sağ partiler kadar parçası olarak değerlendirildiler. Bu algı, Batı dünyasının büyük bölümünde merkez solun kaybetmeye devam etmesinin yanı sıra, ‘sistem içinde’, ‘merkezde’ çözüm bulamayan tepki koalisyonunun giderek sistemin kendisine tepkili hale gelerek radikalleşmesi sonucunu da doğurdu.

Eskiden müreffeh yaşadıkları ülkelerinde giderek hak kaybına uğrayan, bu hak kaybı karşısında yaşadıkları hayal kırıklığı ve tepkiyi soğuracak bir merkez aktör bulamayan, merkezde sağdan sola birbirinin az-çok aynısı ‘sistem’ partileriyle karşılaşan tepki koalisyonunun adresi neo-faşist, yabancı düşmanı, göçmen karşıtı aşırı sağ partiler oldu. İngiltere’de UKIP’den Fransa’da Front National’e, Amerika’da Tea-Party’e kadar radikal sağ hareketler; aslında neoliberalizmin yarattığı sınıfsal bir tepkiyi, kapitalizmin altın çağının Batı ülkelerine yaşattığı refahın nostaljisi üzerinden-bu göçmenler gelmeden her şey ne güzeldi- göçmen karşıtı, küreselleşme karşıtı, izolasyonist bir tepki hareketi olarak çerçevelediler.

Dolayısıyla bütün Batı dünyasında aşırı sağın güçlendiği bölgelerin, ağırlıklı olarak beyaz işçi sınıfının yaşadığı ve eskiden ‘merkez solun’ kalesi olan bölgeler olması şaşırtıcı bir dönüşüm değil, merkez solun ‘üçüncü yol’ ekseninde sağcılaşmasının ve çöken sistemin alternatifi değil, bilakis ta kendisi haline gelmesinin doğal sonucuydu. Üçüncü yol illüzyonu altındaki merkez sol partilerin süregelen güç kaybına dair okuması ise bunun tam tersi oldu. Üçüncü yolcular, üst üste gelen seçim yenilgilerini, sisteme tepkili kitlelerin önüne gerçekçi bir sol alternatif koyamamalarına değil, halkın kendilerine ‘ekonomiyi yönetmekte güvenmemesine’ bağladılar ve sol ekonomik program alternatiflerinden kaçışı sürdürdüler. Tıpkı, Türkiye’de CHP’nin AKP hegemonyasının karşısına, özgürlükçü, kapsayıcı bir sol alternatifi bir türlü koyamamasından kaynaklı büyüyememe sorununu, halkın kendisine ‘yeterince muhafazakar, yeterince dindar’ olmadığı için güvenmemesine bağlayıp, Türk sağının kötü bir kopyası olmaktan umutsuzca sonuç almayı beklemesi gibi...

Kendi özgün koşullarına sahip olmakla birlikte, bugün Türkiye’de yaşadığımız açmaz da aslında çok benzer bir dönüşümün sonucu. Türkiye’de de AKP’nin neoliberalizm-siyasal İslam ortaklığı ekseninde oluşturduğu hegemonyası projesi hızla çökmekte. Bu çöküş yaşanırken ve AKP bu çöküşten daha otoriter bir kapalı rejim inşasıyla kendi siyasetini çıkarmaya çalışırken, CHP yenilgi psikolojisinin pençesinde.

Türkiye’nin ‘artık eski Türkiye’ olmadığı, seçmenin en az yüzde 70’in muhafazakar olduğu ve CHP’nin zinhar soldan uzak durması ve suret-i haktan görünerek bir türlü ne olduğu tanımlanmayan bir mite dönüşen ‘merkeze’ gelmesinin yegane çare olduğu konusundaki bugün Kılıçdaroğlu yönetiminde de hakim olan önyargı, tıpkı Avrupa merkez solunun uzun süre ‘neoliberalizmin sol ayağı’ olarak kalması gibi, CHP’yi artık yıkılmakta olan AKP hegemonyasının ‘sol’ ayağı olarak tutmakta.

CHP, zamanın ruhuna ve AKP hegemonyası karşısında kapsayıcı bir özgürlükçü programa dair toplumsal beklentinin hızla büyümesine rağmen, gerekli dönüşümü cesaretle gerçekleştiremediğinden, Türkiye’nin özgün ‘tepki koalisyonunun’ enerjisi önce Gezi’ye taştı, daha sonra bir dönem HDP’yi büyüttü. Şimdi CHP bu dönüşümü gerçekleştirebilirse, Türkiye’de siyasetin açmazının çözülmesi ve Türkiye’nin yeniden ‘normalleşmesi’ mümkün. Eğer CHP içindeki ‘ılımlı’, ‘sağa açılmacı’, ‘etatist’ akıl yine baskın çıkar ve bu başarılamazsa, bir yandan bu boşluğu dolduracak yeni aktörlerin ortaya çıkmasını, öte yandan da AKP’nin Türkiye’de yeni hegemonyayı daha içe kapanan, daha otoriter, daha muhafazakar bir toplum ve daha çok ahbap-çavuş ilişkilerine dayalı bir ekonomi politik ekseninde kurmasını izlemeye devam edebiliriz.

Dolayısıyla Türkiye’nin kısa/orta vadede kaderini, CHP’nin Türkiye’nin büyüyen orta sınıfının toplumsal taleplerini örgütleyerek kurucu bir siyaseti inşa etmekle, sınırları bizzat muhafazakar hegemonya tarafından çizilmiş ‘politik doğruculuk’ seçenekleri arasında vereceği karar belirleyecek. CHP içinde 16 Nisan referandumu sonrasında alevlenen tartışmalar da, özünde bu iki ‘aklın’ adı konulmamış kavgası olarak okunmalıdır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’ CHP’nin doğru eksene evrilme yönünde attığı çok değerli bir adım olarak değerlendirilmeli ve desteklenmelidir. Ancak hemen ardından bir grup başkanvekilinin Gezi’yi eleştiren, referandumda elde edilen ‘başarıyı’ sağa konuşmanın sonucu gören çizgisinin CHP’ye halen hakim olduğu da, CHP’nin mevcut kadro, örgütlenme ve siyaset tarzının sözünü ettiğimiz manada bir dönüşümden henüz uzak olduğunun da akıldan çıkarılmaması gerekir.

Unutulmamalıdır ki, tarihsel koşulların CHP yönetimini muhalif kitleler gözünde siyasi meşruiyetini korumak için sokağa itmiş olması, CHP yönetimindeki baskın anlayışın hâlâ AKP hegemonyasının "muhalefet ayağı" olmayı içeren sakat bir etatism olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bu anlamda yürüyüş, en azından şimdilik CHP'nin 'doğru yolu bulması' değil, CHP'deki ilerici temsiliyetin objektif koşulların ittirmesiyle gerçekleşen bir cephe kazanımından ibarettir.

O zaman soru şudur:

16 Nisan’dan sonra "sokak eylemlerinde yokuz" diyen CHP mi, yoksa "gayrimeşru olanı meşrulaştırmayacağız" diyen CHP mi?

Kürt meselesinin çözümünde var olma iddiası taşıyan CHP mi, dokunulmazlıkları kaldıran CHP mi?

Yeni orta sınıfların, Gezi gençliğinin, Türkiye’nin aydınlanmacı-ilerici birikiminin beklediği muhalefet mi, yoksa majestelerinin muhalefeti mi?

Yenikapı mı, Adalet Yürüyüşü mü?

Siyaset Bilimci – Araştırmacı

Bilkent Üniversitesi