Adalet Yürüyüşü - 'Selma Yürüyüşü'

Türkiye’de 'Selma Yürüyüşü' benzeri adalet yürüyüşleri olmamıştır. Oysa hukuk ve adalet tarihleri Selma benzeri yürüyüşlerle yazılageldi hep.

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin

Türkiye’de yargı, hukuk ve adalet meseleleri bir kez daha politik gündemin merkezine yerleşti. CHP, “adalet yürüyüşü” başlatarak kendi tarihinin olduğu kadar Türkiye hukuk ve yargı tarihinin de en büyük atılımını yaptı. Bu bir ilktir ve Türkiye bu sayede hukuk, yargı ve adaleti anlayabileceği, sorgulayabileceği bir toplumsal ortamın içine girmiş bulunmaktadır.

Adalet yürüyüşü hareketinin neden tarihsel olduğunu şöyle anlatayım:

Bir defa Türkiye’de “Selma yürüyüşü” benzeri adalet yürüyüşleri olmamıştır. Oysa hukuk ve adalet tarihleri Selma benzeri yürüyüşlerle yazılageldi hep. Lincoln, 1865’te köleliğin kaldırılmasına karar vermişti. Ama yüz yıl sonra 1965’te bile Mongomery’de daha bir yıl önce çıkan Medeni Haklar yasası bile uygulanmıyordu. Yüz yıllık bir adalet mücadelesinin taçlandığı yer Selma yürüyüşü ile olmuştur. Ve Lincoln’dan bir yüz yıl sonra bir başka Amerikan başkanı Johnson’un imzası ile siyahlar için daha adil bir siyasi ortam başlamıştı. Türkiye’de adalet ve hukuk mücadelesi açısından bir başka tarihsel eksik ise adalet temelli aydın hareketlerinin yokluğudur. Bu cümleden olmak üzere Emile Zola’nın “Suçluyorum” sloganıyla giriştiği adalet mücadelesi benzeri bir aydın girişimi de yaşanmamıştır. Zola, Dreyfus davasında bir “Kanguru yargılaması”na şahit olmuş ve Fransız mahkemeleri ile vicdan temelinde bir hesaplaşmaya girişmişti. Zola’nın bu tarihi girişimi ile mahkemelerin vicdan ve adalet dengesinin kamuoyu ve sokaklar tarafından onarılabildiğinin en önemli ve tarihi örneği idi. Dani Rodrik ve Pınar Doğan tarafından örgütlenen “Çetin Doğan ve Gerçekler” platformunu bu konuda bir istisnai tecrübe sayabiliriz ve Mahkemeler karşısında adalet mücadelesi bakımından oldukça başarılı bir hareket olduğunu kabul etmeliyiz.

Ve gelelim adalet mücadelesinin üçüncü eksik halkasına. Üçüncüsü bu ülkede “hak temelli” bir savunma geleneği de olmamıştır. Başka deyişle bir başkasının hakkını da temellendirecek biçimde kendi hakkını aramak çabasından çok “biz bunu hak etmiyoruz” zemininde bir savunma kurulması geleneği söz konusudur ve bu durum bir başkasının haklarının kolaylıkla çiğnenmesine cevap verilmesi anlamına da gelmektedir. Bunun anlamı şudur: “Bize reva görülen muameleyi biz hak etmiyoruz. Ama diğerleri hak ediyor.” Türkiye'de adalet ve hukuk için bu üç büyük tarihsel eksikliğin tamamlanması ve kendi hareketini bulmaktadır ki güncel Adalet Yürüyüşleri bu açıdan tarihsel bir boşluğu doldurmaktadır... Darısı diğerlerinin başına...

Türkiye’de adalet ve mahkemeler konusundaki politik perspektif bakımından Çiğdem ile yaptığımız eXpress röportajının bir başlığını buraya alıyorum ki neden bahsettiğimi daha iyi anlayabilelim…. Buyrun

TÜRKİYE HUKUKU VE HUKUKÇUSUNUN DURUMU

-Peki bir de hakim ve savcılar dışındaki hukukçuların durumu konusunda ne düşünüyorsunuz? Avukatlık pratikleri sizce Türkiye’de nasıl ve hakim ve savcılar alanındaki gelenek ve rutinleri dönüştürebilecek tecrübeleri var mı?

-Çok garip bir durumdur ama Türkiye yargıya bir bütün olarak edebiyat ile sesleniyor. Bırakın siyasi yargılamaları davaların avukatları da aynı edebi dünyadan sesleniyorlar. Yargılamanın “söz” ile bağlantısı birincildir. Buna diyecek bir şey yok. Fakat, Türkiye hukukçularının söz olarak ürettikleri tüm bir söylem alanı rutin ve klişe yargılama edebiyatından ibaret. Hemen Sokrates yargılamasından başlıyorlar Dreyfus davasına kadar geliyorlar. Ve garip olan şu ki bu yargılamalar herhangi bir okuma yapmadan savrulabilen klişelere dönüşmüş durumdalar. Bu durum hak alanlarının tecrübe edilmemesi ve tabii ki yargının bu haklardan sorumlu tutulmaması ile doğrudan ilgili. Herhalde ilk kez Prof. Kenan Öner hak temelli bir müzakereyi denemişti yargılamada. 1944 Irkçılık-Turancılık davasında Nihal Atsız’ın avukatlığını yapıyordu. Atsız, mahkemeye edebiyatla seslenmişti. Dahası savunmasını varlığı ve eylemlerinin devletin ideolojik hattına uygun olduğu üzerine kurmuştu. Dolayısıyla, devlet ideolojisi düşünüldüğünde yanlış olanın sadece ve sadece kendisinin yargılanması olduğu tezine dayanıyordu. Buna karşılık Kenan Öner, Atsız’ı haklar temeline dayanarak savundu ve belki de ilklerden birisi olarak devleti ideolojisine sığınarak değil anayasal olarak teminat altına aldığı haklar temelinde sorgulamış oldu.

Bakın ciddiye alınabilir bir yargı ve dava takibi geleneğimiz de yok maalesef. İlhan Çomak ile ilgili bilgi almak için geçenlerde nete girdim. Hakkında yazılanların neredeyse tümü saçma edebiyattan başka bir şey değildi. Utanç verici. Bu ülkede sadece yargı değil savunma ve haksızlıklarla karşı karşıya kalan siyasi hareketlerde ciddi ölçüde sorunlu.