Türkiye-AB ilişkilerinde yanlış nerede?

AB, güvenlik, ekonomik ve toplumsal çıkarları nedeniyle Türkiye’yi tamamen dışlamak yerine kol mesafesinde tutmaya kendisini mecbur hissediyor.

Google Haberlere Abone ol

Faruk Loğoğlu

Türkiye ile AB birbirinden aslında ayrılmak isteyen, fakat "nişanı önce sen boz" diyen iki nişanlı gibi. Kimi ortak, kimi farklı ama bağlantılı siyasi, ekonomik ve toplumsal çıkarlar nedeniyle yollarını ayırsalar da bitişik ve kritik bir coğrafyada birlikte yaşamaya mahkûm olduklarının bilincini taşıyan iki taraf. Karşılıklı suçlamalar, şikâyetler, raporlar fırtınasından sonra, koptu kopacak derken her defasında taraflardan biri veya öteki bir adım atıp Türkiye-AB ilişkisinin hayatta olduğu algısını/görüntüsünü vermeyi sürdürüyor. Ve Türkiye-AB ilişkileri işte bu minval üzerinden kör topal yürümeye devam ediyor. Ancak, bilelim ki yürümek illa ilerleme anlamına da gelmiyor.

Nitekim 25 Mayıs’ta Brüksel’de yapılan üst düzey temaslardan sonra da bu gölge oyunun aynen devam ettiğini görüyoruz. Gitmeden önce Cumhurbaşkanı Erdoğan “AB’den kopma niyetimiz yok; ileriye bakalım!” diyerek havayı biraz yumuşatıyor.

Karşılığında AB, “tam üyelik” değil, daha çok sermaye sahiplerinin lehine ancak demokrasi ve temel haklara aç halkımızın aleyhine olacak olan “imtiyazlı ortaklık” kokan bir “yol haritası” sunuyor. Ve sanki işler düzelecek gibi medyamızda birden iyimser mülakatlar, yorumlar yer almaya başlıyor.

Oysa Türkiye-AB cephesinde yeni bir şey yok. Pek olamaz da. Neden mi?

Önce AB kanadına bir bakalım. Evrensel demokrasi ve hukuk standartlarından giderek uzaklaşan, temel özgürlüklerin kısıtlandığı, insan haklarının ve laiklik ilkesinin yaygın biçimde ihlal edildiği bir Türkiye’yi üyeliğe istemiyor. Sığınmacılar, Kıbrıs ve terörle mücadele konularında istediklerini yerine getirmeyen, ne zaman ne yapacağı belli olmayan, komşularıyla problemli, cihatçı örgütlerle karmaşık ilişkilere sahip bir Türkiye’yi istemiyor. Esasen din ve kültür açısından farklı gördüğü bir Türkiye’nin üyeliği ters geliyor. Ancak AB, güvenlik, ekonomik ve toplumsal çıkarları nedeniyle Türkiye’yi tamamen dışlamak yerine kol mesafesinde tutmaya kendisini mecbur hissediyor.

AKP yönetimi, son Milli Güvenlik Kurulu bildirisinde de telaffuz edildiğinin aksine AB üyeliğini bir hedef olarak değil, kendi politika ve hedeflerini meşrulaştırma aracı olarak görüyor. İktidar için asıl yön Brüksel değil, İslam dünyası. Ve AB karşıtlığı anti-demokratik, anti-laik eksendeki politikalarını sürdürmeyi haklı göstermek için kullanılırken, AB liderleriyle verilen fotoğraflar da tam aksi yönde bir meşrulaştırma çabasına hizmet ediyor. AKP, AB’den gelen demokrasi, hukuk devleti, özgürlük ve sair baskı ve taleplere karşı “dik durarak”, bu durumu kendince içerde ve –yanlış olan bir hesapla- İslam dünyasında siyasi puana dönüştürdüğünü zannediyor. Fakat yine ağırlıklı olarak ekonomik ve ticari çıkarları dikkate alarak AB’yle ilişkileri “dostlar alışverişte görsün” kabilinden sürdürmeyi yeğliyor.

Tarafların işte birbirini tamamlayan bu tutumları Türkiye ile AB arasındaki bağları sürekli aşağıya doğru çekiyor ve zayıflatıyor.

Ancak denklemde daha ağır çeken, daha fazla hareket alanına sahip olan taraf ise neticede yine Türkiye’dir. AB üyeliği için karşılanması gereken ölçüt ve standartlar net ve açık. Evet, AB adil davranmamış, başta Kıbrıs ve şimdilerde de sığınmacılar gibi üyelik kıstasları arasında olmayan konularla Türkiye’yi hep oyalamıştır.

Fakat asıl önemli olan, demokrasi, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, insan hakları ve temel özgürlükler ile cinsiyet eşitliği alanlarında son on yıldır Türkiye’nin sicilinin giderek bozulmuş olmasıdır. Türkiye, Kopenhag ve Avrupa Konseyi ölçüt ve standartlarında bir ülke olsaydı, o zaman Avrupa’nın eleştirilerine “maksatlı, kötü niyetli” demek hakkımız olurdu.

Dolayısıyla, Avrupa Parlamentosunun zehir zemberek kararları, AP Türkiye raportörünün ağır eleştirileri, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nin Türkiye’yi tekrar siyasi denetime alma kararı gibi gelişmeleri bu çevrelerin sırf Türkiye karşıtlığının, önyargılarının tecellisi olarak görmek, değersizleştirmek akılcı değildir. Yanlıştır. Gerçekçi değildir. Avrupa’nın karar ve eleştirilerini “çöplüğe” atmanın hiçbir işe yaramadığını, bu edayla kimseyi korkutamayacağımızı anlamalıyız. Avrupa’dan kopmuş bir Türkiye’nin İslam dünyasında da söz sahibi olamayacağını artık idrak etmeliyiz.

Bu itibarla, kendi ihtiyaç ve önceliklerimize göre bu eleştirileri de değerlendirip bir demokrasi haritası çizmeliyiz. Bunun için önce toplumda bütün ilerici güçlerin AB’ye katılma hedefini samimiyetle ve güçlü bir biçimde sahiplenmesi lazım. Hükümetin ise öncelikle OHAL uygulamasını kaldırması, yargı bağımsızlığını tesis etmesi, tutuklu gazetecileri ve siyasileri süratle yargılayıp sonuca göre salıvermesi atacağı ilk adımlar arasında olmalıdır. PKK terörü ve Kürt meselesi siyasi meta olarak görülmemeli, toplumsal bir sorun olarak yaklaşılarak çözülmelidir.

Önümüzdeki süreçte, Türkiye’yi demokratik, hukuk devleti, ekonomisi katma değer üreten, dış politikası Cumhuriyet ilkeleriyle uyumlu bir ülke haline hızla dönüştürmenin, şimdi süper-yetkili Cumhurbaşkanlığı makamının öncelikleri arasında yer alıp almadığını hep birlikte göreceğiz. Türkiye’nin ilerlemesi, gelişmesi, yükselmesi ve güçlenmesi evrensel değerleri esas almasına bağlıdır. Türkiye'nin “altın” çağını geçmişin karanlığında değil, geleceğin aydınlığında; geçmişin hurafelerinde değil, geleceğin akıl ve ilminde araması lazımdır. Kimsenin dilinden düşürmediği “AB bizim için stratejik bir hedeftir” ilkesinin hakkını vermenin zamanı şimdidir. Bu yapılmadığı takdirde Türkiye gerilemeye devam edecek ve bu gidişatta önemli payı olan Avrupa da çok yara alacaktır.