Bu ne hız kardeşim!

Yavaşladığın an hayatta kalmanın imkansız olduğu bir dönemde yaşıyoruz. En iyi notları, en eğlenceli sosyal aktiviteleri en hızlı şekilde yapmalı, yapılacaklar listemizi en hızlı şekilde doldurmalıyız. Çok kısa süren mülakatlarda kendimizi en doyurucu ve en hızlı şekilde sunmalı ve karşımızdaki kişiyi çok kısa sürede yaptıklarımız ve çok yönlülüğümüzle etkilemeliyiz.

Google Haberlere Abone ol

Baran Tekay

Geçtiğimiz sene (2016 Temmuz - Aralık) Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BÜO), Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü (BÜFK) ve BGST’den bazı dansçı, müzisyen, oyuncuların katılımcısı olduğu bir sürecin ardından Düşüş isimli bir müzikli oyun çıkardık, ben de bu oyun sürecinde reji ve görüntü tasarım başlığında çalıştım.

Düşüş, yaşadıkları gezegenden işledikleri bir suç sebebiyle Dünya gezegenine sürülmüş bir "Humanoid" (1) grubunun yeni evlerinde tanık olduğu durumları anlatır. Oyunu, aksiyon ve müziğin yanında sahnede görüntü uygulamayı da içeren ve bu üç unsurun etkileşim içerisinde şekillendiği bir kurgu ile ürettik.

Oyunda görüntü kullanımı açısından üzerine ilk kafa yorulan bölüm, Humanoid grubun Dünya’ya düşüşünü ve “dünyanın hallerine” tanık oluşunu anlatan giriş bölümüydü. Bu bölüm için uzaydan Dünya’ya gelen bir grubun, yaşadığımız dünyaya dair nelere tanık olabileceği üzerine kafa yormamız gerekiyordu.

Humanoid grubun Dünya’ya dair ilk izlenimlerini görüntüyle verebilmek için bir video taraması yaptım. Dünya gezegenini anlatabilecek videolar aşağı yukarı beş başlıkta kategorize edebiliyordum.

1) “Muhteşem” doğa görüntüleri: Bu yaptığım taramada, Dünya’nın bir çok kıtasından, bir çok iklim ve yer yapısından yüksek çözünürlüklü, estetik videolara ulaşmıştım. Özellikle belgesel filmler için çekilen, dünyanın genellikle insandan uzak yerlerindeki coğrafik güzelliklerini kuş bakışı gördüğümüz bu görüntüleri birinci kategori olarak not ettim.

2) Mimari harikalar: Taramanın bu bölümünde doğanın güzelliğine ek olarak, insan eseri güzelliklere, mimari harikalara ulaştım. Yine dünyanın farklı ülkelerinden, çeşitli mimari eserler, o mimari eserleri yüceltecek kamera hareketleri ve açılarıyla yapılan, yine yüksek çözünürlüklü ve hızlandırılmış çekimler ikinci kategoriye giriyordu.

3) Metropol hayatı: Şehirdeki insan hayatını inceleyen bu videolar, özellikle metropol bölgelere odaklanıyordu. Bu seri, bazen insan üretimi mekanik ulaşım araçları, bazen de karınca bolluğunda insan kalabalıklarının gerek sokaklarda, gerek işyerlerindeki rutinlerini anlatan uzun, hızlandırılmış veya yavaşlatılmış görüntülerden oluşuyordu.

4) Felaketler: Bu seri de genellikle belgesel amacı ile çekilen görüntülerin kolajından oluşuyordu. Burada birinci ve ikinci kategorilerdeki “güzelliklere” tezat olacak şekilde bazen doğal bazen de insanın yarattığı felaketler yer alıyordu. Bu görüntüler, yani savaşlar, aç insanlar, katliamlar, patlamalar, terör saldırıları, haber görüntüleri eşliğinde iç sıkan ve dünyanın öyle kuzey ışıklarından göründüğü gibi bir cennet olmadığını hatırlatıyordu.

5) Bu taramalarda özellikle yakın zamana yaklaştıkça üretilen videolarda artık dışarıyı filme alan insandan, kendini filme alan insana geçişi net bir şekilde hissettim. Özellikle son beş yıl içerisinde izlenen videolar YouTube fenomenlerinin popülerleşmesi ile de beraber ciddi bir şekilde bireylerin kendisine yönelmişti. Bu milyonlarca izlenen videoların neredeyse tamamı videoyu çeken insanların portre görüntüleri ve kendi konuşmaları eşliğinde, evleri, çantalarının içi, odalarının halleri, günlük rutinleri, aldıkları ürünler, bilgisayar oyunu oynarkenki halleri ve yorumlamalarından oluşuyordu. Artık insanlar “selfie” kültürüyle beraber dış dünyadan ziyade kendilerini filme alıyordu. Eğer dışarıdan bir görüntüye yer verilecekse de kadraj içinde kendilerini daha fazla gördüğümüz görseller ezici bir çoğunluğu oluşturuyordu.

Bu taramaları yaptıktan sonra bu beş kategoriden birçok materyal kullanarak, “dünyanın halleri” görüntü(video) denemeleri yaptık. Prodüksiyon sürecinin yarısından fazlasında da “Humanoid”lerin dünyaya ilk ulaştıklarında şahit olacakları görüntüler olarak (sürekli revize edilse de) yaklaşık olarak bu tip bir görüntü kullandık: Önce doğadan görüntüler görülür, sonra mimari harikalarla karşılaşılır, ardından şehir hayatı incelenir, bir süre sonra dünyadaki felaketlerle karşılaşılır ve o felaketlerden kaçarak bir mekan arayışına girilir.

Bu görüntü kolajı bir süre sonra proje danışmanı tarafından eleştirildi. Kendisi “on kilo görüntü” yakıştırması yaparak bu şekilde bir görüntü kullanımını eleştirmiş ve görüntüleri kaotik, hızlı ve aksiyonla (karşılıklı olarak) bir anlam ve ifade oluşturmadığı yönünde eleştirdi. Asıl yapılması gerekenin sahnedeki müzik, aksiyon ve görüntü arasında sahneleme anlamında somut bir ilişki kurmak olduğunu hatırlattı. Ona göre görüntüler “baş ağrıtıyordu”. Bu aşamayla beraber görüntüler tekrar değerlendirdik. Giriş için Humanoid grubun önce uzayda sonra da Dünya’da bir mekan bulmalarını anlatan, onların aksiyonlarıyla ilişkili olacak şekilde bir revizasyona gittik ve tasarım değişti.

Aslında bu anlattığım deneyim yazının girişi için fazla uzun kalmış olabilir. Fakat özellikle 80'lerde ve büyük oranda 90'larda doğan BÜFK’lü, BÜO’lu ve BGST’li oyuncu, dansçı, müzisyen ve görüntücülerin ilk başta denenen bol kesmeli, oldukça hızlı bir şekilde akan “10 kilo görüntüye” pek de bir yabancılaşma yaşamamış olması, bu uyarının sahneleme deneyimi bir yana farklı bir yaş grubundan (60’ların başında doğan) biri tarafından gelmesi dikkat çekicidir.

BİZİM JENERASYON NASIL BİR GÖRSEL HAVUZDA BÜYÜDÜ? 

.

.

Bu aşamada çocukluğumdan biraz bahsetmek istiyorum. Çünkü aşağı yukarı benzer bir jenerasyondan insanların kendi büyüdüğü görsel havuzun ne olduğunu hatırlaması bu yazının anlatmaya çalışacağı şeyleri daha anlaşılır kılacaktır.

Ben 91 doğumluyum. Çocukluğum büyük oranda çizgi film izleyerek ve atari oyunları oynayarak geçti. Şu an sık sık şikayet edilen “sokağa inmeyen çocuk” tipolojisi açısından bizim jenerasyon bir geçiş sürecini ifade eder. Bizler (benim biraz asosyal bir çocuk olmam dışında) sokağa inip oyun da oynayan ama birçoğumuzun imkanı olsa kendini joysticklere, atari kollarına, bilgisayar ve televizyon ekranlarına bırakabileceği bir jenerasyonuz.

Biz Pokémon, Power Rangers, Tsubasa, Dragon Ball, Digimon, Ay Savaşçısı (kızların çizgi filmi diyerek dalga geçildiği için gizli gizli izlerdim) izleyerek büyümüş; ataride ise defalarca kez Super Mario Bros, Pac Man, Donkey Kong, Tetris, Contra, Road Fighter, Mortal Combat, Street Fighter bitirmiş, atarilerimizin bataryasını defalarca kez yakmış, atari kollarını defalarca kez kırmış bir dönemdik. Biraz daha büyüdüğümüz zamandan ise düşük RAM’li, Windows 98 veya XP işletim sistemine sahip bilgisayarlarda oynadığımız FIFA ve Counter Strike maçlarını, tüplü televizyonlarda izlediğimiz Kral TV kliplerin, internetin popüleritesini hızla arttırışını, forum sitelerinı ve MSN kültürünü hatırlarız.

Bu dönemler benim ciddi anlamda film izlediğim, film arşivleri, yaptığım bir dönemdir de. Üniversiteye ve yakın zamana geldikçe ise ben de kendimi daha kısa yabancı dizi kültürüne ve internetteki uçsuz bucaksız komikli video ve Internet Memes kültürü içinde, sosyal medya ile haşır neşir bir şekilde bulmuş durumdayım. Koleksiyonerlik veya arşivcilik tarihte kaldı.

90'lıların çocukluk, 80'lilerin gençlik dönemini geçirdiği bu görsel havuz ile bizden otuz sene öncekilerin içinde doğduğu görsel ortam ciddi anlamda farklılaşır. Bizim jenerasyonun izledikleri hikayesel anlamda daha fazla aksiyon, sahneler açısından daha fazla hareket ve kurgusal açıdan daha fazla kesmeyi içerir. Örnek olarak annemin izlediği bir çizgi film olan Heidi ile benim fanı olduğum bir çizgi film olan Pokémon’un giriş jeneriğini karşılaştıralım.

Ya da 60'lardan bir müzik klibi ile bizim yetiştiğimiz kültürden çıkan bir müzik klibinin kurgusal hızı ciddi oranda farklılaşır.

TRT yakın zamanda arşivinin bir kısmını açtı. Nostaljik bu videolara bakınca da fark net bir şekilde görülebilir. Haberciliğin şekli bile karşılaştırılamayacak boyuttadır.

Bir yandan da özellikle video oyun kültürünün popülerleşmeye ve ulaşılabilir hale geldiği bizim zamanımızda, bu oyunlar vasıtasıyla hızın kutsandığı bir kültür içinde doğduğumuz da bir gerçek. Bu jenerasyon, Super Mario ve türevlerinin, PacMan, Tetris, araba yarışı ve iki kişilik dövüş oyunlarının level atladıkça hızlandığı, iyi oynamanın hızlı oynamakla, tuşlara hızlı basabilmekle eşdeğer olduğu bir dönemi yaşadı.

2017’e geldiğimizde ise hareketli görüntünün ulaştığı hız gerçekten “baş ağrıtıcı” boyuttadır. Günümüzde hareketli görüntünün ulaştığı hızın boyutlarına girmeden önce kısa bir tarihselleştirme yapmak istiyorum.

HAREKETLİ GÖRÜNTÜNÜN KEŞFİ VE İLK ÜRETİMLER 

. .

19. yy’nin sonlarına doğru hareketli görüntünün keşfiyle beraber hem film üreticileri hem de izleyici kitlesi için “büyülü“ bir dönem başlıyordu. Çoğu sinema tarihi kitabında kabul edildiği üzere (2) para karşılığı ilk gösterime sunulan film Lumiere Kardeşler tarafından çekilen “Lumiere Fabrikasından İşçilerin Çıkışı” , 1895 yılında Paris, Grand Cafe’de dar bir kitleye izletildi.

O dönemki izleyici kitlesi için “hareketli görüntü” bugün olduğundan bile çok daha büyüleyicidir (3). Bir cihaz (sinematograf) korkutucu bir sesle çalışıyor, o cihazın (aslında bir nevi bir canavarın) ağzından bir ışık çıkıyor, ve o ışığın vurduğu yüzeyde kendi yaşadıkları dünyanın bir yansıması, hareketli bir şekilde akıyor.

Bu “büyü” günümüz seyirci kitlesi için üç, dört, beş, altı boyutlu filmlerin, sanal gerçekliklerin çok daha ötesinde bir etkiyi içinde barındırır. Öyle ki seyirci izlediğinin “gerçek” olmadığını tam olarak kavrayamaz. Her ne kadar günümüz seyircisi sinemada izlediği filmin gerçekliğine kendini kaptırsa da bir yandan izlediğinin sadece bir film olduğunun farkındadır. Fakat o dönem seyircisi için bu ayrımı yapmak bizim gibi hareketli görüntü dünyası içerisinde büyümüş kişiler kadar kolay olmamıştır. Onlar bütün bu gösteriyi gerçekten bir illüzyon gibi seyretmişlerdir. Çok fazla bahsedilen bir anlatı olarak Lumiere’lerın “Bir Trenin Gara Gelişi” filminin gösteriminde seyirciler sahneye doğru yaklaşan trenden korkarak ekranın önünden kaçmaya çalışmıştır.

Bu dönemki ilk üretimler bizzat izleyici kitlesi olan işçilerin günlük hayatlarını herhangi bir kurgu gereksinimi olmadan, olduğu gibi anlatan filmlerden oluşur. Seyirci kitlesel bir şekilde, kendini sinema büyüsüne kaptırmış haldedir ve günümüzde anladığımız şekilde bir hikaye gereksinimi duymamıştır. Bu filmler çekilirken çoğu zaman kamera bir yere konmuş, kayda basılmış ve büyük oranda tek çekimlerden oluşan bu filmler seyircilere sunulmuştur.

Fakat bir süre sonra sadece gündelik insan hayatını anlatan filmler değil, başka ülkelerden, coğrafyalardan gezici film yapımcılarının çektiği filmler de üretilmeye başlanmış. Sinema büyüsünün azalmaya başlaması ile beraber “hikayesi olan” filmler daha fazla rağbet görmeye başlamış. Bu dönem eski bir sihirbaz olan “George Melies” gibi yetenekli isimler bir çok film çekmiş (4).

Sinemanın seyirci üzerinde oluşturduğu etkinin farkına varan bir çok isim de daha akıcı ve seyircinin kopmadan izleyebileceği bir film anlatısı oluşturabilmek amacı ile deneyler yapmış ve ilk kurgu denemeleri birbirini izlemiş. Kurgunun yaratıcısı olarak anılan Amerikalı D.W Griffith bu isimlerin en çok bilinenidir.

1915 yılında yaptığı 'Bir Ulusun Doğuşu' adlı (ırkçı öğeler taşıdığı için tartışmalı da olan) filmle büyük bir şöhrete ulaşan Griffith, sinemanın olanaklarını keşfetmeye başlamış ve sinemaya yön veren sanatçılardan biri olmuştur. Griffith sinema açısından kurgusal anlatım tekniklerini geliştirmiş ve sinemayı düz bir hikaye anlatımından çıkarmıştır. Eskiden kamera sabit bir yere yerleştirilir ve filmin hikayesi bir tiyatro sahnesi gibi kameranın önüne girip çıkan oyuncular ve onların aksiyonlarıyla akardı. Griffith ise kamerayı farklı yerlere koymuş, farklı açılardan ve ölçeklerden çekim yapmış ve bunları doğru bir şekilde birbirine bağlayarak bir dil oluşturmuştur. Bir Ulusun Doğuşu filminde Griffith, sinemasal kurgu teknikleri, orijinal kamera kullanımı, paralel kurgu, yakın çekimler (close up), dikey kamera hareketleri (tilt) gibi halen kullanılan teknikleri kullanmıştır (5).

Griffith’in miras bıraktığı kurgu anlayışı filmik anlatıda sürekliliği sağlama, seyirciyi sinema perdesine kitleme ve onu bir nevi hipnotize ederek, filmik gerçekliğin içinden çıkmasını önlemek üzerinedir. Bununla beraber Sovyet sinemacılar (Eisenstein, Pudovkin, Kuleşov, Vertov gibi) hareketli görüntünün diğer sanatlardan nasıl ayrıldığını anlamaya çalışmış, bazılarını Griffith’in önceden uygulamış olduğu kurgunun ilk temel kurallarını teorize etmişler ve yeni bir bakış açısı getirmişlerdir.

Özellikle Sovyet Sinemacıların teorize ettiği “Entelektüel Montaj”da sinemanın diğer sanat türlerinden kesin ayrımının ”Kurgu” olduğu vurgusu yapılmış. Temelde bir shot’tan sonra gelen ikinci shot’ın ne olduğunun ve bu iki shot’ın beraberinde oluşturduğu yeni anlamın üzerine kafa yormuşlardır (6).

Eisenstein’ın bu kurgu kavramını ortaya atmasının altında Marksist teorinin yanında son derece ilgili olduğu Japon ideogramları vardır. Tümüyle sembolik bir dil olan bu ideogramlarda, kuş + ağız “şakımak” anlamına gelirken, çocuk + ağız “ağlamak”, köpek + ağız ‘’havlamak’’ anlamına gelir. Her anlatımda ‘’ağız’’ sembolü ortak iken, asıl anlam ikinci kavram ile değişir ve farklı bir anlatım ortaya çıkarır, yani iki farklı anlatım sonucu yeni bir kavramın ortaya çıkmasını sağlar (7). “Entellektüel Montaj”da da iki farklı çekim ardarda geldiği zaman üçüncü bir anlam ortaya çıkarır.

Kurgu’nun temel prensiplerinden Kuleşov Efekti’ni açıklayarak bir örnek verelim. Kuleşov, deney için hazırladığı kısa filmde, Çarlık döneminin ünlü sinema oyuncusu İvan Mozjuhin’in bir noktaya bakarken çekilmiş görüntülerini alır. Ve aralara bir tas çorba, genç ve güzel bir kız ve bir çocuk tabutu görüntülerini yerleştirir. Film bir grup seyirciye izletildiğinde, izleyiciler, Mozjuhin’in yüzü her göründüğünde ifadesinin değiştiğini ve tasa bakarken aç, kıza bakarken arzulu, tabuta bakarken üzgün göründüğünü düşünürler. Halbuki Mozjuhin’in bütün sahneleri için aynı çekimi kullanılmıştır (8).

Sovyet Sinemacılarına göre özellikle Amerikan filmlerinin seyircide yarattığı uyuşturucu, hipnotize edici etkiden uzaklaşılmalıdır. Aynı zamanda sadece bir çekimden sonra gelen diğer çekimin ne olduğu değil, bu çekimlerin nasıl bir ritimle ve hızla sıralanacağı da önemlidir.

Potemkin Zırhlısı filminin ‘’Odessa Merdivenleri’’ bu açıdan önemli bir eserdir. Bu sahnede Çarlık rejimi askerlerinin merdivenlerden inerek, insanlara ateş açmaları ve merdivenden inmeye çalışan insanların düzensiz bir biçimde etrafa kaçışmalarının görüntüleri vardır. Sahnede genellikle yakın plan ölçekler kullanılmşıtır, böylece halkın üzerinde oluşan korku ve kaçış daha net bir şekilde izleyiciye aktarılmıştır. Eisenstein’ın filminde yakın plan, bir hareketin devamı olarak kullanılmaz, devamlılığı bozar ve görsel açıdan doğal bir değişim yaratır. ‘’Odessa Merdivenleri’’ sahnesinde askerlerin bitmek bilmeyen bir şekilde inişi halkın etrafa kaçışı ve adeta nefes nefese birbirini izleyen bir ritim vardır. Montaj hileleriyle bir dakikalık sahneyi filmde 5 dakika olarak gösteren Eisenstein, çekimleri de kısa kısa kesip ötekine bağlayarak gerilimi arttırmış ve kurgu açısından halen ders olarak okutulan bir sahneye imza atmıştır.

GÜNÜMÜZE GELİRKEN HAYAT PRATİKLERİMİZ

Günümüze geldikçe bu sinema ve kurgu yaklaşımları her filmik üretimde kendine yer bulmuş, farklı akımlar ve teorisyenlerle beraber zenginleşerek yüzbinlerce film, dizi, video çekilmiş ve çekilmeye devam etmektedir.

Fakat sinemayla ilgilenenlerin yaşadığı dünya da değişiyor ve dönüşüyor. Geçirdiğimiz inanılmaz boyutlardaki teknolojik değişimin ve iyice içselleştirmekte olduğumuz tüketimci alışkanlıklarımız, yaşam biçimlerimizi büyük oranda değiştirmiştir. Şimdi, bu yazının yazılmasına sebep olan, benim de çok fazla maruz kaldığım “hız”, “geçicilik”, “basitlik ve konfor” gibi temel başlıklara bir göz atalım.

Hepimizin şahit olduğu “ivmeli hızlanma” sadece bilgisayarlarda, telefonlarda, ulaşım araçlarında, iletişim biçimlerinde değil hayatın her alanına sirayet etmiş durumda. Zaman sıkıntısı yaşayan, boş zamanı olmadığını düşünen, var olan boş zamanını nasıl geçireceğini de seçeneklere indirgemek zorunda olan, hayatı büyük oranda planlanmış bir toplum (şehirli, güncel, maddi açıdan orta ve üst sınıf) içerisinde yaşıyoruz. Bu toplum için artık geçmiş ve gelecekten ziyade bugün var ve bugünün en verimli (üretken anlamda değil, tüketici anlamda) en hızlı şekilde yaşanması gerekiyor. Temel mottolar: “Ömür çok kısa ve yaşanabilecekler bir an evvel yaşamalı” . Zaman “anı” biriktirmek için değil “yaptım” denebilecek şeyler için harcanmalı.

Yavaşladığın an hayatta kalmanın imkansız olduğu bir dönemde yaşıyoruz. En iyi notları, en eğlenceli sosyal aktiviteleri en hızlı şekilde yapmalı, yapılacaklar listemizi en hızlı şekilde doldurmalıyız. Çok kısa süren mülakatlarda kendimizi en doyurucu ve en hızlı şekilde sunmalı ve karşımızdaki kişiyi çok kısa sürede yaptıklarımız ve çok yönlülüğümüzle etkilemeliyiz.

Okuyabileceği, daha doğrusu okudum diyebileceği kitapları hızlı okuma kurslarında öğrendiğimiz tekniklerle okumalı, filmleri izlemeli, şehirler ve ülkeler görmeli ve asla beklememeliyiz. Dünyayı gezmek için emekli olmayı beklememize gerek yok, şu an yakın çevremde bir çok insan daha üniversiteyi bile bitirmeden dünyayı gezmeye başlıyor.

Bu hızlı dünyada yavaşlığa ve beklemeye asla tahammülümüz yok. Bir yere geç kalmamak için önümüzde yavaş yürüyenlere, sırada yavaş hareket edenlere, yavaş internetlere, bilgisayarlara, telefonlara, yavaş konuşan insanlara büyük bir öfke duyuyoruz. Sıkılmaya asla tahammülümüz yok. Sıkılıp, neden sıkıldığımızı anlamaya ve daha üretken bir zaman geçirmeye çalışmaktansa, o zamanı kendimizi eğlendirebilecek aktivitelere teslim etmeyi tercih ediyoruz.

Bu hız bir konforu da beraberinde talep ediyor. Kullandığımız her şeyin hızlı olduğu kadar konforlu, basit ve anlaşılır olmasını talep ediyoruz. Kullandığımız uygulama ve programlar, “basit ve hızlı” oldukları ölçüde indiriliyor, değer kazanıyor.

Hızlı, basit, konfor ve geçici bir tüketim ve ilişki yumağında durmak ve düşünmek, kafa yormak da “zaman öldürücü” aktiviteler olarak görülüyor veya “çok uğraştırıcı, göz korkutucu” olarak görülüyor. Kendi kullandığım sosyal mecralardan da tecrübe ettiğim kadarıyla bu yazı gibi uzun yazılar, uzun filmler, uzun videolar, uzun müzikler asla ama asla itibar görmüyor, “tüketilmiyor”.

Anı yaşamak yerine onu “yaptım” diyebilmenin ve diğerlerine göstermenin prim yaptığı bir çağdayız. Herhangi bir konserin kendisini izlemektense o sırada orada bulunup videoya alıp paylaşmanın veya bir kitabı okumaktansa, kitaptan alıntıları görselleştirerek paylaşmanın daha kolay ve işlevli görüldüğü bir dönemde, sahip olabileceklerimizden fazlasını üretmemizle beraber, onları tüketmek, kullanıp atabilmeye ihtiyaç duyduğumuz bir çağdayız.

Yani kısaca durmamalıyız, sürekli hareket etmeliyiz. Durmamız demek, yavaşlamamız demek, bir yere yerleşmemiz, orada zaman geçirmemiz, orada anılar oluşturmamız, emek harcamamız, bir yere ait olmamız demek de oluyor. Bu nedenle hızlı olduğu kadar geçici olan ilişkileri de kurmak zorundayız. Olabildiğince çok fazla sevgilimizin olması, bu yüzden hepsi ile kısa süreli ilişkiler geliştirmemiz, kısa süreli bir sürü arkadaşlıklar kurmamız; bir yerde kısa süreli oturmamız gerekiyor. Aynı iş yerinde uzun süre çalışmak günümüzde başarısızlık olarak görülüyor. Örgütsüzlük ve bireysellik kutsanıyor. Yalnızlık özgürlük ve bağımsızlık olarak pazarlanıyor.

Bu hız ve zaman sıkıntısının daha hızlı veri işleyen beyinlere yönelik olduğu önermesinin bir ilüzyon olduğunu da söylemek gerekir. Örneğin iki buçuk saatlik bir filmi izlemek için üşenen bireyler üç dört saat boyunca birer dakikalık kısa videolar izleyebilir. “Artık kitap okumuyoruz” geyiğine bile girmiyorum çünkü bırak kitabı paragraf bile okunmuyor, onun yerine bir kaç karakterlik facebook, twitter, ekşi entryleri okunabilir. Çünkü aslında zihinsel işlevleri bir nebze törpülenmiş, tembelleşmiş, ses, ışık ve hareket ile uyarılmaya bağımlı hale gelmiş durumdayız. Şu an özellikle de 18 yaşından küçük bir bireye bir kaç dakikadan uzun durağan bir görüntü izletmek ve dikkatini dağıtmamasını beklemek çok kolay değil.

MTV KURGUSUYLA BERABER GÖRSEL ÜRETİMLER

1981’de kurulmuş olan MTV kanalı, kendine has ve şu an içimize kadar işlemiş bir görsel kurgu tarzı ile bilinmektedir. MTV kuşağı açısından geleneksellikten ve çizgisel öykü anlatımından uzak olmak önemlidir. MTV kurgusu hızlı kamera hareketleri, hızlı kesmeler, gösterişli ışıklandırmalar anlamına geliyor. Bir video veya filmin MTV kurgusuna sahip olması, içerikten ziyade biçim özentililiği olarak görülebiliyor. Zayıf içeriklerin, sık geçişli, gereksiz planlı ve akıcı montajlama ile bir araya getirilerek sürükleyici olması MTV kuşağının bir görsel tüketme alışkanlığını ifade ediyor.

Gerek bir önceki bölümde bahsedilen temel hayat pratikleri gerek de MTV kurgusu gibi seyirciyi izlediği şeyden koparmamak üzerine kurulu bir sektör içinde doğan 80'li ve 90'lıların görsel tercihleri de şüphesiz buna yönelik oluşmuş durumda. 2000'lilerin içinde doğduğu sosyal medya havuzu ise çok daha kritik bir eşikte.

Şu an ana akım bir gişe filminde de hızlı ve akıcı kurgu bir filmin olmazsa olmazı durumundadır. Hatta sanat filmleri olarak tabir edilen ve popüler sinema salonlarındansa festivallerde kendilerine yer bulabilen alternatif filmler de “sıkıcılıkları” ölçüsünde dalga geçilmektedir. Tıp ki Recep İvedik’in Uzak filmine yönelttiği eleştiri gibi: "Filme başladım adam yürümeye başladı, ben o sırada filmi bıraktım, çıkıp tüm faturalarımı ödedim geldim adam halen yürüyor..."

Bir Hollywood filminin fragmanı ile bağımsız bir yapımın fragmanı bile izlendiğinde aradaki dramatik fark hissedilecektir. Hatta gişelik yapımlar, fragmandan bile kısa teaser yayınlama eğilimindedir. Ekstrem bir örnek olarak daha çok çektiği müzik klipleri ile tanınan Jonas Åkerlund da “uzun metraj bir film de neden daha hızlı olmasın” diyerek Spun filmini çekmiş ve en fazla kesme içeren rekortmen bir iş ortaya koymuştur. Fakat hakkını vermek gerekirse, filmin hızlı kurgusu ile gerek teenage uyuşturucu temalı konusu gerek de histerik karakterleri arasındaki ilişki sadece biçimsel olarak görülemeyecek şekilde düşünülmüş görünmektedir.

YOUTUBE ÇAĞI 

. .

Artık MTV’den ziyade, YouTube jenerasyonunun içinde doğduğu bir çağdayız. Youtube milyonlarca kullanıcının ziyaret ettiği günümüzün en büyük video platformu. Youtube videoları yıllık olarak 1 trilyondan fazla görüntülenmeye sahip. Her ay YouTube'da izlenen videoların saat olarak süresi: 10 milyarın üstünde. Her dakika 100 saatten fazla video yükleniyor. Gençlerin yüzde 50'si YouTube'un favori sitesi olduğunu söylüyor. GEN Z’nin (2000 ve sonrası doğumlular) yüzde 83'ü, GEN Y’nin (80lerin başı 90ların sonu doğumlular) yüzde 70'i, GEN X (60ların başı 70lerin sonunda doğanlar) yüzde 58'i ayda en az bir defa YouTube'u ziyaret ediyor (9).

2000 doğumlular bu Youtube videoları içinde büyüdü. En fazla aboneye sahip olan Youtube kanalı PewDiePie ve diğer kanalların çok büyük bir oranı bu 18 yaş altı kitleye hitap eden video içerikleri üretiyorlar. Çoğu Youtube kanalı PewDiePie gibi videolarına önce bilgisayar oyunlarını hem oynayıp hem yorumlayarak başlıyor ve bir süre sonra bu videolar Vloga evriliyor. Vloglar ciddi bir benzerlik içeriyor. Popüler bir Youtube kanalı olabilmek için, oyun, makyaj, slime, soru cevap, yorumlardan şarkı, gülmeme challenge gibi temel kategorilerde video üretmeniz gerekli.

Popülarite öyle olduğu iddia edilse de orijinal içerikten ziyade izleyici kitlesini çekecek video başlığı ve thumbnaile (küçük resim) bağlı. Aynı zamanda videoyu izlemeye başlayan kitleyi videonun başında tutacak çekim ve montaj hileleri çok önemli. Bu noktada YouTube piyasasına yaptığı işlerle yön veren PewDiePie’ın videoları incelemeye değer.

PewDiePie, seyirci kitlesinin videoyu izlemeye devam etmesi için doğru thumbnail ve doğru video isimlerini seçmeli. Seçilen isim ve video resimleri asıl içerikle doğrudan alakalı olmak zorunda değil. PewDiePie’ın kendisi de bizzat dalga geçse de en popüler YouTuber olarak kalabilmek için click baitx yapmak zorunda (10). Ayrıca olabilecek en farklı, en tuhaf içerikleri seçmeli. En kırmızı nokta muhabbetleri, olabildiğince fazla alaya alarak ve altını boşaltarak yorumlamalı.

Daha videolarının girişinde kendi kanalını tanıtmaktan (how is it going bros, my name is pewdiepie!) başlayarak tüm video boyunca çok hızlı bir şekilde konuşması gerek. Bu konuşmalarda nefes araları bile kesilmeli ve cümleler boşluksuz bir şekilde birleştirilmeli. Konuşmalarda duraksamaların olabilecek en tuhaf anlara denk gelmesi ve izleyeni güldürmesi gerekiyor. Her bir kaç saniyede bir “yarmalık” bir espri yapmalı.

Seyirci kitlesini videosunda tutabilmek için, yaptığı çekimleri saniyede bir kaç kez kesip yapıştırarak montajlaması gerektiğini söylemeye gerek yok. Fakat yaptığı çekimler, daha da hızlanabilmek için ihtiyacı olan hız için yeterince çeşitli ve bol değil. O yüzden daha farklı hilelere başvurmalı.

Konuşmada önemli olabilecek, vurgu yapılabilecek neredeyse her kelime için kadraj içerisinde ekstrem zoomlar yapmalı. Bir çekimden öbür çekime geçerken görüntünün ışığı, rengi, kontrastı, ölçeği değişmeli. Görüntüye sık sık farklı, alakasız fontlarda ve farklı boyutlarda yazılar girmeli ve bu yazılar kadraj içerisinde olabildiğince farklı yönlerde hareket etmeli. Sık sık video altından birbiriyle tamamen alakasız ama görüntüde vurgu anlarını verecek ses efektleri ve müzik kullanmalı.

Kısaca PewDiePie başta olmak üzere YouTuberlar, seyirci kitlesini (özellikle 18 yaş altı kitleyi) videoda tutabilmek için zihinlerini gerekirse dakikalar değil saniyeler ve hatta bazen saliseler içerisinde defalarca kez ses, ışık, yazı, konuşma ve kesmelerle uyarması ve kitlenin canının sıkılmaması için ne gerekiyorsa onu yapması gerek.

Ben popüler oyuncağı stres çarkı olan bu seyirci kitlesini çamaşır makinesi izleyen kedilere benzetmekte bir sıkıntı görmüyorum.

DİĞER SOSYAL PLATFORMLAR 

. .

Aynı zamanda diğer sosyal medya mecraları da incelemeye değer. Sosyal medyanın ilk büyük süper starı Facebook’ta şu an popüler bir paylaşım yapabilmek için onu bir görsele indirgemeniz gerekiyor. Bir kaç paragraftan uzun bir yazının okunması zaten imkansız. Onun yerine doğru alıntıları doğru backgroundlar ile birleştirerek çarpıcı ve hızlı tüketilebilir içerik üretmeniz gerekiyor.

Zaten illa yazı yazacaksanız onu 140 karakter ile sınırlandırılmış bir şekilde "tweet" atmanız daha mantıklı. Biraz uzun yazacaksanız da (benim de şu an yaptığım gibi) okuyucu kitlenizi korkutmamak için uzun paragraflardansa kısa bölümlemelere gitmeli ve bol görselle zenginleştirmelisiniz. Ya da ciddi konulardan bahsedecekseniz onu sunum haline getirmeli mümkünse izleyicinin ilgisini çekecek animasyonlarla kısa anlatılar haline getirmeniz gerekiyor. Yani kitleye ulaşabilmek için öncelikle içeriğinizin yazıdan ziyade, bir görsel içermesi gerekiyor.

Fakat gene de bir kaç dakikadan uzun bir videonun izlenmesi çok kolay değil. O videolar yerine bir kaç saniyelik döngülerden oluşan gifler üretmelisiniz.

Esprilerinizi uzun anlatılarla sıkmak yerine bir ölçek içine sığdırmanız şart. “Meme” ler de o zaman yardımınıza yetişiyor. “Meme” kelimesi, Yunanca taklit etmek kökeninden geliyor. “Internet Memes” kavramı felsefi ve akademik olarak bunun çok üzerinde bir önem ve kapsam taşıma potansiyeline sahip. “Internet Memes”, içeriğin minimize olduğu, Twitter’da bir hashtag ile bir felsefenin veya şakanın sembolize edilip saniyede milyonlarca insana ulaştığı çağımızda önemli bir araç olarak önümüzde duruyor (11).

İnternetin diğer süper starı Instagram’da ise popülariteyi kaybetmemek için düzenli aralıklarla “anlarınızı” paylaşmanız gerek. Geçmişte amatör fotoğraflar, önemli anları sonradan bakıp hatırlamak amacı ile çekilirdi. Amaç ileride bakıp o anları hatırlamak için bir belge üretmekti. Halen de aile evine gidenler için fotoğraf albümlerini açmak ve o anlara dair geçmiş günler muhabbeti yapmak bir ritüeldir. Kısaca bundan çok değil bi on sene öncesine kadar fotoğraf geleceğe yatırımdı. Fakat şu an fotoğraf çok kolay çekilebilir ve paylaşılabilir bir hale geldikçe gelecekte dönüp bakabilmek için fotoğraf çekmek ikinci plana düştü. Daha ziyade, anınızı hemen o sırada veya bir süre sonra doğru zamanda başkalarına gösterebilmek için fotoğraf bir araç olmuş durumda. Bir araya gelmek ve anılarımızı anlatıp iletişim kurmak yerine, yaşadıklarımızı hemen o an olabilecek en kolay formatta diğerlerine transfer etmeyi seçiyoruz. Bu aşamada Instagram dikkat çekiyor. Instagramda çok like alabilmek için az önce olabilecek en iyi ışığı ve gülüşü yakalayıp çektiğiniz, olmadıysa çeşitli filtre aplikasyonlarıyla düzenlediğiniz fotoğraflarınızı düzenli bir şekilde paylaşmanız lazım. Gene popüler olabilmek için olabildiğince kendinizi çekmeniz (selfie) gerektiğini hatırlatmama bile gerek yok.

Fakat Instagram’ın işi o kadar da kolay olmadı. Yakın zamanda kendi platformuna dahil ettiği hikaye formatı olmasa popülaritesini Snapchat’e kaptırmak üzereydi. Snap veya Instagram’daki haliyle “hikaye” formatında ise fotoğraf ve çeşitli efektlerle bezeli videolar çekip takipçilerinize gönderiyor ve o içerik takipçileriniz tarafından sadece belli bir süre boyunca görüntülenebiliyor. O süre sonunda da paylaştığınız içerik tamamen siliniyor. Yani yeni formatta artık “anılar biriktirmek”ten eser kalmamış durumda. Tamamen “ben bunu yaptım/yapıyorumların” teşhirinden oluşan bir platformla karşı karşıyayız. Eğer karşı taraf paylaştığınız snap’i screenshot alıp saklarsa ve size sonradan gösterirse bu garip karşılanacak hatta ayıp olacaktır. Kalıcı olmadığınız için de istediğiniz en özensiz içeriği üretebilirsiniz. Her şey “anı paylaşmak” için.

Video içerikleri açısından Vine ayrıca dikkate değerdir. Vinelar sayesinde artık uzun video içerikleri üretmek yerine, yapabileceğiniz esprileri, anlatacağınız hikayeleri 6-7 saniyelik sürelere sıkıştırmalısınız. Takipçilerinizi eğlendirebilmek için sürenizin bir kaç saniyeden ibaret olduğu bir platformdan bahsediyoruz. Şu an sosyal medya fenomeni olan isimlerin büyük çoğunluğu da ilk popularitelerini Vine fenomenliklerine borçlular. Fakat daha ciddi paralar kazanabilecekleri için de çoğu YouTube’a transfer oldu.

Şu an interneti kasıp kavuran içeriklerin boyutu bu: Olabildiğince kısa, hızlı, basit, vurucu ve mümkünse geçici olmanız gerekiyor.

Sosyal medyanın hızı ve aktifliğine yetişmek ciddi bir hayat mesaisi demek. Ondan hoşlanmayabilirsiniz. Ya da bir süreliğine kapatmak isteyebilirsiniz. Ama bir süre sonra ona geri dönmek istemeniz çok muhtemel. Zaten sosyal medyanın bir kaç saatliğine kapalı olduğu durumlarda bile bir şeylerin gerisinde kalma hissiyatı hepimizi tedirgin ediyor. Yaşıyor olmak demek, başkalarının timeline’ında görünüyor olmak veya o timeline’ı (zaman tüneli) takip edebilmeniz demek.

SONUÇ

Film öğrencileri de bir an evvel para kazanabilmek için uzun veya hatta kısa metraj film çekmek yerine video kliplere, reklam filmlerine yönelmek durumundalar. Eğer sinamatografiden, ışıktan ve kurgudan anlayan biriyseniz video içerikleri üretmeye yönlendiriliyorsunuz. İyi bir gözünüz ve ritm duygunuz var ise kaliteli işler de üretebilirsiniz. Fakat gene bir uyarı: olabildiğince hızlı olmak zorundasınız. Çok çok hızlı olmalısınız, izleyiciyi büyülemelisiniz!

Ya da çektiğiniz video klibin izlenmesini istiyorsanız, izleyiciye saniyede defalarca kez uyaran vermelisiniz. O kadar fazla çekim alamayacağınıza göre çekimlerinizde sürekli odak değiştirebilir, kamerayı hareket ettirebilir, kurguda her çekiminizi saniyede onlarca efektle bozabilirsiniz. Müziğin ritmini yakalamanız ve hatta müziğin önüne geçebilmeniz gerek.

Bir yandan da unutmamak gerekir ki bu mevzular sadece film/video içeriği üreten kişileri değil diğer bir çok mecrada üretim yapan sanatçıları da bağlıyor. Örneğin iyi bir müzik üretmeniz, kitlenize ulaşabilmeniz için yeterli değil. Doğru görseller ve kurgu ile klipler oluşturmanız ve müzik içeriğinizi çıplak bir kayıt olarak değil bir video ile yayıma sokmalısınız. Ya da canlı bir konserde seyircinin gözünde tek başınıza sahneyi doldurmanız biraz zor, arkanızda veya bizzat ilişkide olduğunuz bir görüntü uygulamasını aktif kullanmalısınız. Bu diğer sahne sanatları için de geçerli (tiyatro, dans, performans vs). Hatta edebiyatla uğraşıyorsanız da kitabınızın fragmanını çıkarmanız iyi bir pazarlama stratejisi oluyor. Dolayısıyla görüntü kullanımının nerdeyse bütün üretim alanlarına sirayet ettiği bir dönemde yaşıyoruz.

İşte şu an maruz kaldığımız, özellikle 2000 doğumluların ise bizzat içinde büyüdüğü görsel havuz böyle bir niteliğe sahip. Günümüzde popüler piyasada, kurgunun amacının Sovyet sinemacıların önerdiği gibi bir anlam üretmek olmadığı aşikar. Onun yerine seyirciyi hipnotize etmek ve karşısındaki ekrana kitleyip görüntü bombardırmanına tutmak üzerine kurulu bir üretim silsilesi içerisindeyiz.

Fakat bu baş döndürücü, büyülü görsel bombardıman ciddi anlamda zihin yorucu. Bu açıdan YouTube’da başka bir tarama yapılınca toplumsal bilinçaltımız da ortaya çıkıyor. Daha önce bahsettiğim gibi izlenebilmek için olabildiğince uyarıcı içeren kısa içerikler üretmeniz gerekiyor. Fakat YouTube’da saatlerce süren bazı videolar milyonlarca izleme sayısına sahip. Yaşadığımız hayat ritminden ve görsel bombardımandan kurtulabilmek için sığınabildiğimiz yerler: saatlerce süren dalga, kuş cıvıltıları, orman sesleri, ve dinlendirici müzikler eşliğinde meditasyon müzikleri.

Yaşadığımız koşturmacayı, hayatımızdaki ve hareketli görüntüdeki hızı, çoğumuzu geceleri terleten bilindik bir kabusa benzetiyorum: Sürekli koşar, daha hızlı koşarız fakat çok ama çok az mesafe alırız.

Önümüzdeki on sene içerisinde görsel üretimin nasıl değişeceğini kestirmek şimdilik zor. Fakat ruh ve beden sağlığımız için biraz yavaşlamaya ihtiyacımız var gibi duruyor. Belki yolda yürürken biraz yavaşlamakla başlayabiliriz.

Dipnotlar

(1) Humanoid: İnsansı

(2)  Film History: An Introduction, Kristin Thompson, David Bordwell.

(3) The Cinema of Attractions: Early Film, Its Spectator and the Avant-Garde", Wide Angle, Vol. 8, nos. 3 & 4 Fall, 1986.

(4) "Georges Méliès: One of the earliest filmmakers to bring visions of other worlds to reality". Science Fiction and Fantasy Hall of Fame. EMP Museum (empmuseum.org). Retrieved 2015-09-10.

(5) Robert M. Henderson, D. W. Griffith: His Life and Work (New York: Oxford University Press, 1972)

(6) Film Duyumu “Sergey M. Eisenstein” Çeviren: Nijat Özön

(7) SERGEI EISENSTEIN FROM FILM FORM THE CINEMATOGRAPHIC PRINCIPLE AND THE IDEOGRAM

(8) Pudovkin, "Naturshchik vmesto aktera", in Sobranie sochinenii, volume I, Moscow: 1974, p.184.

(9) Youtube istatistikleri için: https://www.socialbakers.com/statistics/youtube/

(10) Click Bait ya da Tık Tuzağı, internet kullanıcılarını istenen sayfaya yönlendirmek amacıyla kullanılan yanıltıcı başlıklar ve diğer ögelerin tümüne deniyor

(11) Internet Memes: http://serhatakkilic.com/2013/09/02/internet-memes-nedir/