'Sana Türkçe bilmek yetmiyor mu lan?'

Bir polis, masamdan aldığı Azadiya Welat gazetesini açıp okumaya başladı ve sonra bana döndü, “Bence sen bunu okumasını bilmiyorsun, ama ben okuyabiliyorum” dedi. Ona Kürtçe okuma-yazma bilmediğimi söylediğimde sinirlendi: “O vakit evinde neden Kürtçe gazete bulunuyor lan!”

Google Haberlere Abone ol

Adem Özgür

Soğuk kış sabahında, kar usulca yağıyor, rüzgâr ise hafifçe esiyordu. Saat sabahın 7’siydi. Önceki akşamdan yakılan soba çoktandır sönmesine rağmen, oda halen sıcaktı. Birden kapımız çalınmaya başladı, sonra art arda daha sert bir şekilde kapı çalınışı devam etti. Soğuk kış gününde kim gelebilirdi bu dağ evine? Hangi yolunu şaşırmış bu vakitte köydeki kapımızı çalardı? Ne isteyecekti kim bilir ya da bir tanrı misafiri miydi? Kardeşim, annem ve babamla ben öyle irkilmiştik ki, hepimiz kapıya doğru koştuk. Gelenler polis ve jandarmaydı, korkumuz daha bir artmıştı. Hangimiz korkmuyorduk ki? Polisin veya jandarmanın hayır için geldiği mi görülürmüş?

Polis ve jandarma ekipleri, ellerindeki arama iznini göstererek içeriye girdi, bir şeyler bulma umuduyla evi didik didik aramaya, sonra da birbirleriyle fısır fısır konuşmaya başladılar. Ne olup bittiği konusunda hiçbirimizin herhangi bir fikri yoktu, sadece bekliyorduk. Polislerden biri -öyle sanıyorum ekibin başındaki kişiydi-, bilgisayarın açılmasını istedi. Umduklarını bir şekilde bulacaklardı ya! Bilgisayarda birkaç yazı, makale ile Türkçe ve Kürtçe sözlüğün içinde yer aldığı bir dosya vardı. Bir de masada duran ve okumasını bile beceremediğim Azadiya Welat gazetesi…

Bunlar yeterliydi ekip için. Polis, aradığı şeyi bulmuşçasına, heyecanla “Çabuk dizlerinin önüne çök!” dediydi. Ve kollarımda iki polis, beni ekip arabasına doğru götürürken annem, “xwazî te tiştek germ lixwe kiriba” (1) dedi.

***

Sorgu odasında iki polis ve bir asker vardı. Üçü de yetkili kişiler olmalıydı. Üçü de köydeki evimize gelenlerdendi. Biri, dizlerimin üzerine çökmemi emredenlerdendi. Sorgu başlamıştı. Bir polis, masamdan aldığı Azadiya Welat gazetesini açıp okumaya başladı ve sonra bana döndü, “Bence sen bunu okumasını bilmiyorsun, ama ben okuyabiliyorum” dedi. Ona Kürtçe okuma-yazma bilmediğimi söylediğimde sinirlendi: “O vakit evinde neden Kürtçe gazete bulunuyor lan!” Bir diğer polis, “Demek ki bilgisayarında Kürtçe-Türkçe sözlük var öyle mi? Neyiniz eksik lan!” diye bağırdı. Sabrım taşmak üzereydi. Yeterince hakaret ve tehdit işitmiştim. Ona, anadilimin Kürtçe olduğunu ve Kürtçe okuma- yazma öğrenmek istediğimi söyledim. Devam ettim: “İnsanların anadilinde veya istedikleri dillerde eğitim almaları en tabi hakları, buna neden karşı çıkıyorsunuz?” Bu sözler ve başka birçok söylem karşısında sinirler iyice gerilmiş, polis hangi cümlelerle karşı çıkacağını şaşırıvermişti. Ve Türkçenin önemini vurgulayan şu cümleyi özetleyivermişti: “Bence Türkçe hepimize yeter, hem Türkçe bilmek sana yetmiyor mu lan!”

***

Kar yağmaya devam ediyordu ve hava iyice soğuyordu. Beni buz gibi nezarethaneye aldılar. Dar bir kapısı vardı, odası ise küçüktü. Nezaretin odası henüz boyanmışa benziyordu, zira kokuyordu. İçeride tek kişilik demir bir ranza, ranzanın üzerinde ince beyaz renkli bir yastık, kahverengi, ince bir battaniye vardı. Yastık oldukça sararmış, battaniye ise kirli görünüyordu. Odada küçük ve oldukça yüksekte bir pencere vardı. Pencereye yetişmek neredeyse imkânsızdı. Hava soğuk olmasına rağmen pencere açıktı. Odada yalnızdım, öyle görünüyor ki ilçedeki tek ‘suçlu’ da bendim, askerler buna göre hazırlanmıştı. Sabaha deyin ana avrat küfürler edip, marşlar okudular. Üstelik Türk olmanın ne kadar mutluluk verici olduğunu bağırıp durdular.

***

Yedi buçuk aydır hapisteydim. Ne avluya çıkabildik bu süre içerisinde, ne telefonla görüşebildik, ne de ‘normal tutuklular” gibi koğuşlarda kalabildik. Günleri tecritte, avluya çıkmadan ve güneşe bakamadan geçirdik… Tahliye günü yaklaşıyordu, sanıyorum on günüm vardı. Nedendir bilinmez bu kez telefona çıkmama izin verdiler, ailemle konuşacaktım. Bir gardiyan eşliğinde demir parmaklıkları sırayla geçerek yukarıya çıktık, gardiyan telefon kulübesinin başına geçip numarayı çevirdi ve telefondaki kişinin ailemden biri olduğuna emin olduktan sonra telefonu bana uzattı. “Al, konuşabilirsin ama…” Aması neydi? “Ama Kürtçe konuşmak yasak!” dedi. Yedi buçuk aydır cezaevinde kalan bir tutuklu olarak, tabi ki bunun yasak olacağının farkındaydım, ancak yine de sordum: “Ya ailemle Kürtçe konuşursam, ne yaparsınız?” Bu sorum karşısında önce sustu, bir şeyler gevelemeye çalıştı ve sonra o müthiş cevabı bulmanın heyecanıyla “O zaman disiplin cezasına razı olursun.” Telefondaki Kürtçe yasağı, TRT Şeş’in açılmasından iki ay sonra yaşanmıştı, Başbakan’a Kürtçe konuşmak (2) serbest, ama bana yasaktı.

***

15 Mayıs Kürt Dili Günü vesilesiyle başımdan geçen bu hikâyeyi anlatmak istedim. Aslında birçok Kürt’ün daha acı tecrübelerle yaşadığı bu gibi hikâyeler, halen devam etmektedir. Kürt gazeteciliğinin önünü açan ve onlarca yayına ön ayak olan, ayrıca Kürt dilinin gelişimine katkı sağlayan Bedirxanileri asla unutmayacağım. Kürt Dili Günü kutlu olsun.

Bijî roja zimanê Kurdî!

(1) Keşke daha sıcak bir şey giyseydin.

(2) Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, TRT 6’in açılış konuşmasında “TRT Şeş bi xêr be” (TRT Şeş hayırlı olsun) demişti.