'Şiddete meyyalim vallahi dertten'*

Mülkiye'nin bu ülkenin bir değeri olduğunu, o İnek Bayramı'nın Türkiye'nin -oldukça kısıtlı- eleştiri kültüründeki yerini hiçbir zaman anlayamayacak olanlardan, de Gaulle'ün "Sartré Fransa'dır"ı gibi bir çıkış elbet bekleyemezdik de, devlet bürokrasisi içerisindeki Mülkiyeliler'den de "yahu bir durun ne oluyor?" lafının söylenmediğini bilmek "biraz" üzdü.

Google Haberlere Abone ol

Özgün Ersin 

Küçük bir Alman sınır şehrindeki belediye otobüsünde gördüğüm bir afişte şöyle diyordu: "Vandallık bir 'gençlik hevesi' değildir."

Gerçekten de düşündüğümüz zaman, çocukken sahip olduğu şeye zarar vermemesi gerektiği öğretilmemiş insanların büyüdüğünde de çok bir değişikliğe uğramadığını görüyoruz. Batı'da bu, ortak yaşamın getirdiği bir sorumluluk olarak çocukluktan öğretiliyor. Bu bir vatandaşlık görevi olarak da, insanların birbirine saygısı anlamında evrensel bir ilke olarak da bu şekilde öğretiliyor. Türkiye'de sadece vatandaşlık bilinciyle öğretilmesine bile razıyım. Zira "Vatandaş" kelimesi, Türkçe'de aslında Batı dillerindeki çevirisinden daha güzel anlamlar içeriyor. Vatandaşlığı sadece sahip olduğumuz bir kağıt parçası/kimlik kartı sayesinde bağlı olduğumuz devlet uyruğu yerine, gerçekten "aynı vatanı paylaşan insanlardan her biri" olarak düşünsek göreceğiz ki soluduğumuz havadan, bindiğimiz otobüse, yediğimiz domatese kadar gerçekten de "kaygıda ve sevinçte ortaklık" içerisinde yaşayan insanlarız her birimiz. İşte o zaman göreceğiz ki, her bir vatandaşın bir diğer vatandaşa karşı sorumluluğu var. Hipokrat'tan gelsin ilk sorumluluk: "Zarar vermeyeceksin".

Zarar vermeyeceksin. Parkta oturduğun banka zarar vermeyeceksin. Bindiğin otobüsteki düğmelere, koltuğun arkasındaki kumaşlara zarar vermeyeceksin. Kaldırım taşlarına zarar vermeyeceksin. Senden istediği kadar farklı olsun, farklı düşünsün, "vatandaş" olarak aynı kaderi yaşadığın komşuna zarar vermeyeceksin. Hatta İsa Mesih'in emrettiği gibi: "Komşunu kendin gibi seveceksin". Komşunun 'da' faydalandığı havayı kirletmeyeceksin. Suyunu kirletmeyeceksin. Duygularına zarar vermeyeceksin. Değerlerine zarar vermeyeceksin. "Hangimizin değeri daha değerli?" yarışması yapmayacaksın.

"AYNISI KAYNIMDA VAR"

Türkiye'de "hangimizin değeri daha değerli", "hangimizin derdi daha büyük?" yarışması, her muhabbette adeta, yapılan bir şey, siz fark etseniz de fark etmeseniz de. Azerbaycanlı bir arkadaşımla muhabbet ederken her yaptığımızda fark edip güldüğümüz, düzeltmeye çalıştığımız bir huyumuz var mesela. Hastalık muhabbetleri halkça en sevdiğimiz muhabbetler, bir farkla, bu süreç diyalog olarak işlemiyor. Başka bir şey bu. Cem Yılmaz'ın yaptığı tespit çok yerinde bu hususta ve o tespite atıfla adlandırabiliriz belki: "Kaynımda Var Ritüeli". Bir kişi bir hastalığından bahseder etmez kimse artık "şimdi nasılsın iyi misin?", "doktora gittin mi ne dedi?", "nasıl iyileşiyor musun?" gibi sorular sormuyor. İki üç cümleden sonra illa "benim de şuramda şöyle şöyle bir şey var" oluyor. Yahu sana onu soran kim? Karşındaki insanla ilgilensene biraz? Nereden geldi bu "yav sen kendi hastalığını geç de esas gel benim hastalığıma. Benimki daha mühim" takıntısı? Her şeyin kabahatini kapitalizme atıp kaçalım mı?

Bu değer yarıştırma işi uzarsa eğer, 4 Mayıs 2017 günü olan rezillik gibi garabetler ortaya çıkıyor. Bir başkasının değerini toptan yasaklama!

İsimleri her seferinde değiştiğinden ifşa etmeye gerek olmayan bazı provokatör yazarlar ve tetikçi gazetelerin "İslami değerlerle dalga geçiliyor!" safsatası ve (sanki kendisinin çok ihtiyacı varmış gibi) sosyal medya üzerinden Ankara Üniversitesi Rektörü İbiş'e yapılan yoğun baskı neticesinde, Türkiye'nin ilk bürokrat okulu, halen daha bu devletin omurgasını oluşturan insanlara devlet terbiyesini öğretmiş, onları yetiştirmiş Mülkiye'nin 80 küsur yıldır kutlanan İnek Bayramı bu yıl 12 Eylül döneminden beri ilk kez yasaklandı. Bu "12 Eylül Dönemi" ibaresi önemli, hani AKP 12 Eylül'ü yargılıyordu ya, hatlarda bir karışıklık yaşıyorlar sanırım, daha çok yâd ediyor gibiler!

Mülkiye'nin bu ülkenin bir değeri olduğunu, o İnek Bayramı'nın Türkiye'nin -oldukça kısıtlı- eleştiri kültüründeki yerini hiçbir zaman anlayamayacak olanlardan, de Gaulle'ün "Sartré Fransa'dır"ı gibi bir çıkış elbet bekleyemezdik de, devlet bürokrasisi içerisindeki Mülkiyeliler'den de "yahu bir durun ne oluyor?" lafının söylenmediğini bilmek "biraz" üzdü. Üzer ya, duygusal milletiz neticede. Ama duygusallık da, duygular da aynı diğer şeylerimiz gibi yarıştırılabilir ve neticesinde yozlaştırılabilir şeylerdi, her seferinde unutuyoruz ve birileri hatırlatıyor, sağolsunlar. Ülkede sadece tek bir değer varmış da ülkenin geri kalanının bütün işi bu değere saldırmakmış gibi, şizofrenik bir tavır var, bunu da hep "çok duygusal milletiz vesselam" diye yutturmaya pek meraklı bir ticari kaygımız.

"ŞİDDETE MEYYALİM VALLAHİ DERTTEN" DEMEK DUYGUSALLIK BELİRTİSİ DEĞİLDİR

Duygusallık kisvesi altında kadına şiddet, silahlı çatışmalar, her türlü başka zorbalık yargı yolunda ceza indirimine tabi olurken, "vatandaş"larına daha güzel gelecek hazırlamak için bir okulu evi bellemiş öğrencilerin duygularını çöpe atmak, hangi duygusallıkla açıklanacak? Bir okulu Madımak Oteli gibi ateşe vermeye hazır bir güruh varken hiçbir siyasetçinin gıkının çıkmaması peki hangi maaşlı kaygıyla açıklanmalı? Her olayda “tahrik indirimi” yapılırken, gerçekten de tahrik olanın hiç mi suçu yok hakim bey?

Mesela "çok sevdim, benimle evlenmeyince önce tecavüz ettim sonra da vurdum hakim bey" aslında aşırı duygusal bir gencin bir anlık göz dönmesi değil, açık şekilde psikolojik bir rahatsızlıktır.

Mesela, ülkenin bir şehrinde hava çok sıcak diye güneşe ateş etmek, haber yapılacak eğlenceli bir olay değil, psikolojik bir rahatsızlık belirtisidir.

Mesela, her baktığı yerde sadece kendisine/inandığı şeye zarar verildiğini görmek, bunun üzerinden saldırganlaşmak, duygusallık falan değil, düpedüz sorunlu bir insan psikolojisidir.

Mesela, sadece biraz eğlenmek, biraz akademik sorumluluğunu yerine getirerek eleştirel düşünceyi dışa vurmak isteyenleri satırlarla, silahlarla, küfürlerle tehdit etmek, duygusallık ya da "değer koruma" değil, bir cinnet halidir.

2 Temmuz 1993'te insanlar otelde yanarken, dumandan boğulurken, otelin önünde "Allah'ım bu senin ateşin işte, cehennem ateşi!" diye bağırmak 'bir anlık sinir' değildir, çocukluktan sorunlu yetişmiş bir bireyin "vatandaş"a dönüşemeyişinin, sosyalleşemeyişinin ve safi nefretle büyütülüşünün bir örneğidir. Eğer bir 'değer' sizi komşunuzu öldürmeye, yakmaya teşvik edecek hale getiriyorsa, ya o değeri sorgulayın, ya da kendinizi! Çünkü o değer dediğiniz şeyde bir sıkıntı vardır, yok eğer orada sıkıntı yoksa, o zaman sizin algılarınızda!  Bunu da öyle bir şeylere bağlılıkla açıklamaya çalışmayın. Kişi aşırı bağlılıklarını bahane ederek çevresine ve kendisine zarar vermeye başlamışsa, onun adı bağlılık, sadakat falan değil, takıntıdır ve psikiyatrik ilaçlarla, terapilerle tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır!

Duygusal olmak, "saldırgan" ya da İngilizce'den aşırma tabirle "ofensif" olmak değil, baktığın yerde kendi inandığından önce bir insan görmek ve önce frene basmaktır. Bu yüzden ilk emir "Öldürmeyeceksin" diyor. "Bir bak bakalım, duruma göre karar verirsin" ya da "senden değilse gebert gitsin" demiyor Torah. "Öldürmeyeceksin" diyor. Sarih.

Duygusal olmak "herkesi komşun gibi sevmek", başkalarının da yarınını düşünmektir, içine düşülen bencillikler ve kaybedilmiş ya da hiç bir şekilde kazanılamamış vatandaşlık bilinci yüzünden komşunun yarınlarını yok etmek değil. Duygusal olmak, kendini bırakıp "öteki"yi anlamaya çalışmaktır, her ötekiye baktığında kendini göremeyince dellenmek, ötekiyi yok etmeye çalışmak değil.

Yoksa kendine aşık Narcissus'un neresi duygusal Allah aşkına?

*Murat Menteş

ODTÜ Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans