YAZARLAR

'Fesih hukuka aykırı, İstanbul Sözleşmesi yürürlükte'

Burası “şahsım” ülkesi. Kural, ilke, yöntem ve ortak akıl içermeyen, “evet efendimciler” dışında kimsenin sözünün ulaşmadığı bir şahsın, anın, günün, siyasi faydanın belirlediği hisleri esas.

“Ben Yaptım Oldu” Rejimi başlıklı yazısında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum” çıkışına ilişkin “kişiliğine bir perspektif içinden” bakan Murat Belge, "içgüdülerine uyan başka da bir şeye uymayan, çocukça tutturma" olarak tarif ediyordu bu tavrı. Ve elbette çok daha fazlasına dikkat çektiği 2016 tarihli makale Birikim Dergisi'nden. “Cumhurbaşkanı’nın birçok davranışı ya da sözü böyle birini akla getiriyor: Bunlara bakarak, kural bilmeyen ve tanımayan, 'diplomatik takt' denen şeyden habersiz bir kişi olduğunu düşünebilirsiniz. Şu son 'olay', 'Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum' jesti bunun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.” Ucube sistemin kuruluşu ve işleyişi ise kural tanımazlığı, çocukça tutturmayı yönetim biçimi haline getirişinde. Cumhurbaşkanı Kararnameleri ile kendisini yetkilendirip, kendisinden aldığı yetkiyi dayanak göstererek Cumhurbaşkanı Kararı yayınlıyor. Ülkede dokunulmadık alan bırakmadan dilimize yeni tekerlemeler eklemekle meşgul. Filan tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesinde değişiklik yapan filan tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinde değişiklik yapan filan tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi başlıkları hiç az değil Resmî Gazete'de.

Sadece kararlarıyla değil söylemiyle de iç ve dış politikayı, ekonomiyi, sosyolojik dokuyu, eğitim sistemini değil sırf kendisini dindar olarak takdim ettiği için din alanını da aynı “ben yaptım oldu” emrivakisiyle yeniden düzenlermiş veya düzeni, usulü, kuralı hatırlatır ve hatta dayatırmış gibi yaparak, kural tanımazlıkla bozduğu örnekler saymakla bitmez. Sezen Aksu yakın örneklerden birisi oldu. Dil koparma tehdidi yapılan şey Adem ile Havva’nın beşer olduğu gerçeğine dayanan cahillik vurgusuydu. Bu gerçek ayetle sabit, cahillik ettikleri için yeryüzüne indirildikleri bildirilir, İlahi mesajda. Ayrıca tüm peygamberler de bizler gibi birer insan olarak tarif edilmiş, hatalarından da söz edilmiş ve azarlanmışlardır da. Bu gerçek ortadayken peygamberleri dokunulmazlık alanına çekip adeta uluhiyet yüklemenin, din alanına verdiği zarar da korkunç boyutta. Toplumda yarattığı ikilik düşmanlık, kin ve nefret boyutuna yükseltiliyor ki ayrıca vahim, çünkü bu camiden yükselen bir ses olarak sunuldu. Farklı görüş, eleştiri, hataları gösterme; hiç birisi makbul değil, dediğim dedik sisteminde.

İstanbul Sözleşmesi hakkındaki hukuksuz karar da böyleydi. Ben yaptım oldu emrivakisini bir de usulüyle girildiği gibi usulüyle çıkıldığı yutturmacasına herkesin inanıp, “önünü arkasını kurcalamaktan vazgeçmesi” talimatı verildi üstelik. “Söze İstanbul Sözleşmesi diye başlayanlar” ithamlarıyla toplumun sesi kesilmek istenirken de güya dini, toplumsal, kültürel değerler ileri sürüldü. Ama ileri sürülenler sadece patriarkal yorumlardı. Erkek egemenliğini savundu ve bunu dine yamadı, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan herkes. Gönüllerinin muradı olan eril düzenin tahkim edilmesiydi ve bu yolda her şey mubahtı ve Cumhurbaşkanı ataerkil din yorumlarının bugünkü temsilcilerini baş tacı etti kendisine. Öyle ki kendisinin de bulunduğu bir toplantıda, doğrudan adı anılarak kızı Sümeyye Erdoğan’a ve onun şahsında tüm kadınlara yöneltilen ağır hakaretleri sineye çekti ve adeta şantaja boyun eğdi. Tüm kadınlara ve kendi öz kızına yapılan hakareti sineye çekmesine rağmen, yıllardır mahkemeleri en çok işgal eden konulardan birisi olan Cumhurbaşkanına hakaret suçuyla ülkede çoluk çocuk, yaşlı genç, gazeteci siyasetçi herkes yargılanıyor. Doğrudan kendi huzurunda yapılan hakaretler nisan yağmuruymuş gibi, bir de üstelik hakaret edenlerin “benim raporumla kaldırıldı İstanbul Sözleşmesi” açıklamalarına da itiraz yok ortada, fakat bir Çerkes Atasözü nedeniyle Sedef Kabaş gözaltında. Kişilik analiziyle açıklamaya da gerek yok tabii, burası “şahsım” ülkesi. Kural, ilke, yöntem ve ortak akıl içermeyen, “evet efendimciler” dışında kimsenin sözünün ulaşmadığı bir şahsın, anın, günün, siyasi faydanın belirlediği hisleri esas.

Semra Güzel fezlekesi de farklı değil nitekim. Fiilin işlendiği tarihte suç sayılmayışı ama yıllar sonra ve zamanın ihtiyacına göre kolaylıkla suça dönüştürülebilen bir eylemde tek ölçü siyasi fayda. Siyasi fayda için devlet televizyonuna sabıkalı bir terörist olan, adını ananları suçlu saydıkları ve Abdullah Öcalan’ın mektubunu hem de kendisi de aranan bir suçlu olan kardeşi Osman Öcalan’ı çıkarmakla kimse suçlanmadı. Ancak Semra Güzel, barış sürecinde ve “sevdiklerinizi, yakınlarınızı görebilirsiniz” mesajlarının verildiği bir dönemde, nişanlısı ile çektirdiği bir fotoğraf nedeniyle milletvekilliği düşürülmek istenen halkın temsilcilerinden birisi daha oldu günümüzde. Fotoğraf 2014'te çekilmiş. Hani Habur sınır kapısından üniforma olarak kullandıkları kıyafet ve silahlarıyla girip, çadır mahkeme kurularak geçiş izni verildiği dönemler. O tarihte de bunu, kapıda seyyar mahkeme kurma kısmı dışında çok yanlış görmemiştim, hâlâ aynı fikirdeyim. Ancak iktidarın bu zamana ve zemine göre bir öyle bir böyle davranışını hatırlatmak için yazıyorum. Olayın gelişimine devam edersek fotoğraftaki silahlı, üniformalı kişi 2017 yılında bir çatışmada ölmüş, öğrendiğime göre. 2014 yılında çekilen bu fotoğraf, devlet birimleri tarafından biliniyormuş. Ne hikmetse tam kadınların Binlerce Aysel başlıklı imza çağrısının kamuoyuna açıklandığı gün, gizlilik kararı olduğu söylenen dosyadan basına ve sosyal medyaya servis edilişi ilginçti. Meclis karma komisyon süreci de öyle. Dosyada gizlilik kararı olduğu gerekçesiyle basın çıkarılır, üye olmayan vekillerin girişine izin verilmek istenmezken o dosyadan çıkan fotoğraflar herkesin elinde dilindeydi.

Aynı günlerde bir İstanbul Sözleşmesi haberi de geldi basına. Danıştay Başsavcılığından fesih bildirimi kararının iptaline ilişkin açılmış davalardan biri hakkında esasa dair mütalaa düştü gündeme. Meşum ve hukuksuz fesih bildirimi kararı yayınlandığı andan itibaren “İstanbul Sözleşmesi yürürlükte” demekten asla vazgeçmeyen kadın örgütlerinin tepkisinin hukuka ne denli uygun olduğunu gösteren bir değerlendirmeydi bu. Anayasa maddelerine, o kararın dayanak gösterildiği 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine ve 6251 sayılı onay yasasına atıf yapılıyor. Ve incelemelerin sonunda çekilme kararının usulde paralellik ilkesine uymadığı, onaylandığı usule uygun olmayan bir usulle feshedilmesinin hukuka aykırı olduğu belirtiliyor. Üstelik İstanbul Sözleşmesi hakkındaki TBMM Genel Kurul görüşmesinde sadece bir çekimser oyla, yani oybirliği denecek şekilde tüm partilerin oylarıyla kabul edilmesinin uygun bulunduğunu belirten 6251 sayılı onay yasasının yürürlükte olduğuna dayanılarak İstanbul Sözleşmesi yürürlükte kabul ediliyor.

Başsavcılık değerlendirmesinin Danıştay 10. Daire hâkim heyetinin kararı açısından bağlayıcı olup olmaması bir bahsi diğer. Çünkü defalarca yazılarımda yer verdiğim üzere Sözleşme hakkındaki karar Danıştay’a taşınarak 200’ün üzerinde dava açıldıktan sonra idarenin savunmasını talep eden hakim heyeti ile bu talebi 1 ay beklettikten sonra ve 30 gün süre vererek idareye tebliğ eden hakim heyeti ile, yürütmeyi durdurma taleplerini, Avrupa Konseyi açısından taraf ülke olmaktan çıkacağımızın peşinen belli olduğu 1 Temmuz tarihinden sadece birkaç gün önce veren hakim heyeti arasında iki üyenin farklı olduğu görülmüştü. Danıştay 10. Dairede geçici mi kalıcımı olduğunu bilemediğimiz ve hangi gerekçeyle gerçekleştiğinden de habersiz kaldığımız bu değişiklikten sonra verilen yürütmeyi durdurma talebinin ret edildiği karar, üçe iki oy çokluğu ile alınmıştı. Sonra yürütmeyi durdurma talebinin ret edildiği karara itiraz için İdari Dava Daireleri nezdinde yapılan temyiz talebi de ret edilmişti, hatırlanacağı üzere. Şimdi Danıştay başsavcılığı mütalaası 10. Dairenin dosyaları esastan görüşmeye nihayet başlayacağını gösteriyor.

Şahsım ülkesinin tek sahibi olan şahsın iradesi dışında bir karar çıkmayabilir. Ancak baştan itibaren dikkat çekmeye çalıştığım üzere hakimlerin kararları oy birliği ile de olsa, oy çokluğuna dayansa da anın ihtiyacına uymuyorsa tanınmayan bir ülkedeyiz. Karşı oy kullanan hakimlerin yazdığı karar şerhi, hukuk fakültelerinde ders niyetine okutulacak değerde de olsa, savcılık mütalaası neredeyse cumhuriyet tarihi diyebileceğimiz bu yüksek yargı kurumlarının oluşumu tarihi boyunca alınan kararları, usul ve uygulamaları işaret ediyor da olsa, keyfe göre tutturulacağı malum. Güzel olan, kadın hakları savunucularının hukuka uygun savunu yapmakta olduklarının, savcılık değerlendirmesiyle ilan edilmiş olması. Bakalım hukuk devleti miyiz, bir kere daha test edilecek.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.